Suna Arev: Sessiz Kuğunun Ölümü

Yaşlı kuğunun yüzündeki her çizgi bir acılar kanalını andırıyordu…Eski zamanlardan kalma her kanaldan sadece kan akıyordu.

” Ağaçların yosun tutan yönlerini izle, suyun akışını izle, suyu bendini aşamadığı, gölet oluşturduğu  yere git. O zaman kuzeye ulaşırsın ve sessiz kuğunun ölüsüyle orada karşılaşırsın… Ve sonra anlarsın ki bu kuğunun ilk ölümü değildir. Bu; kuğuların tüm dünyada yaşadıkları bir soykırımdır.  İşte o an bunu anlarsın ve sonra da yalnız kalır, alışırsın…’’

‘’Alışmak ki en kötüsüdür, duyguların en onulmazıdır. Alışmak ve alışkanlık yürekte açılmış, onulmaz bir yaradır. Onun içindir ki hiç çaresi yoktur. Bu yüzden sen alışma; onlar alışmasın; bizler alışmayalım…Ağaçların yosun tutan yönleri hep kuzeydedir; o yönü belirleyen ise yoldur…Çoban yıldızıdır o yöne ışık tutan, yol, yıkanıp arınacağınız zemzem suyudur… ‘’

Böyle diyordu; gün görmüş, gün geçirmiş ve hayata haykırmaktan sesini kaybetmiş, sessiz kuğunun ölümü…

Wiesbaden’in kuzey ucunda küçük bir orman koruluğu var. Güzün ağaçların altına kestaneler dökülür, mantarlar öbek öbek toprağı yırtarak baş verir. Yanıbaşında küçük bir göl var ki orada yalnızca kuğular yüzer, etrafına ceviz ağaçları sıralanmıştır.

Burası insanın içini açacak güzelliktedir, huzur vericidir ;sakin ve  dinlendiricidir.

Şayet hikayesini bilmiyorsanız; orası size her gün gidebileceğiniz bir yürüyüş güzergahı bile olur. 

Ama velev ki ! Siz siz olun , o ormanın kestanelerine dokunmayın, mantarlarını pişirip yemeyin, cevizlerini toplamayın ! Sessiz sedasız yüzen kuğuları ürkütmeyin! Yoksa orman dile gelir, tutuşur, yanar köz olur…Yavaş yavaş birleşen kuğular dağılır ve telef olur…Dünya, sessiz kuğuların soykırımına alışır ki bu da dünya için, herkes için kızıl kıyamet bir son olur…

İşte bir kuğu! Elinde bir şişe benzin, usulca ısırgan otlarıyla kaplı bir patikada yürüyor. Uzun boyludur, selv gibi  incedir ve sanki bir kuğu heykelidir. Nasıl da yorgun görünüyor. Sanki binlerce yıl öncesinden, sanki binlerce mil ötelerden geliyor da birazdan yorgunluktan yıkılıp düşecek…düşecek ve bir daha kalkamayacak.

Karar vermiş bir kere, canına kıyacak.

Ölecek hem de cayır cayır yanarak…

Belli ki çektiği acı, bedeninin yanarak çıkaracağı acıdan daha büyük, belli ki yükü ağır, dizlerinin üzerine çökmüş, göletin yanında çakıl taşlarının üzerinde, elindeki benzin şişesini başından aşağı boşaltıyor, elinde kocaman bir hayat boşluğu…

Kibrit çat diye alev alıyor…

Önce kanatları tutuşur kuğunun, kanat çırpıp uçamaz  ve sonra o zarif boynu düşer omuzlarına… çığlık bile atmaz… can ağrısıyla göletin bir adımlık suyuna kendini atamaz.

Ayaklarını karnına çeker bir yumak olur ki karnı çektiği bütün acıların yurdudur. Öyle sessiz  öyle kimsesiz yanar ve gri bir küle dönüşür… Ölür Kuğu… Cayır cayır bir çığlık bile atmadan yanar, küle dönüşür.

Her gün toprağına yağmurunu cömertçe sunan gökyüzü, kuğuya bir damla suyu çok görmüştür. Her gün karınca sürüsü gibi yürüyüşe çıkanlar, o gün oradan geçmez olur. Kuğuyu merak eden bir arkadaşı, bir dostu, bir arayan soranı olmaz mı ?

Olmaz işte, bunların hiçbiri de olmaz…

Kimse kuğunun böyle bir ölümü neden tercih ettiğini bilmiyor. Yaşadığı acıyı ve yalnızlığı kimse tartamıyor. Kadınlar küme küme toplanmış, birbirlerinin göğsüne işaret parmaklarını bastıra bastıra konuşuyorlar. Her tahmin, her fikir yürütme, her yargı, her söylenti sonunda geliyor iki bacak arasındaki namus anlayışında son buluyor…

-Yok yok, namus işte, başka ne ola ki !

-Allah için güzeldi de…Namus işte, namus; iki bacak arasındaki küçücük nokta…Hepsi bu kadar…

– Günahı boynuna.

– Allah için kocası da efendiydi, adamın ağzı var dili yoktu.

‘’Vay anam, vay’’ söylentileri , ‘’vay ki eyvahlar’’ silsilesi, hemcinsi kadınların elinde birer taşa dönüşüyor. Onlar konuştukça kuğunun ölüme yazgılı hayatı ölümden sonra da taşa tutuluyor.. .Binlerce yıl öncesinden ellerine tutuşturulan kanlı taşlar, bir bir atılıyor. Herkes günahkar ve herkes huşu içinde ilk taşı atıyor….Vur anam vur, vur bacım vur…

İki büklüm, ayakları karnında birleşmiş sessiz bir kuğunun, kül olmuş bacak arası. Kuğunun ölüm kalım merkezi…Ya ölecek ya yaşayacak kapısı…Ölüme ve hayata açılan odak kapısı..

– Namustur namus, başka ne ola ki…

İki küçük kız çocuğu; biri daha memede , kalabalıktan da, annelerinin ölümünden habersizler. Orada onların da yaşamlarını belirleyecek tohumlar söylentiler eşliğinde ekiliyor. Bu söylentiler annelerini ateşlerin yuttuğu bu ki küçük kız çocuğunun başından kül gibi dökülecek,  yaşadıkları sürece peşinden gidecek, hayatı zehir edecektir…

Kül de olsa, kuğu doğduğu büyüdüğü yere gömülecektir…Anası ağlayacak, ,efkarını def edecektir.

“Kül de olsa kuğumu istiyorum , kül de olsa kuğuma dokunmak istiyorum…” 

‘’Ağlarsa anam ağlar’’ ya, onun da anası ağladı ve şöyle dedi: 

“Kavlimiz böyle miydi eyy kızımı gelin götürenler…Gelin götürüp kül eyleyenler söyleyin; kavlimiz böyle miydi…? “

Günlerden bir gündü; gün yoksulun evine , gün yoksulun kalayı aşınmış bakır tenceresine düşmüş iki baş soğandı. Hikmet- i kısmet bu; Almanya’ya gelin gidecekti Kuğu… Anasının günü Kuğu’ya kalmasın günüydü…Varsın da bari Kuğu gün görsün günüydü. O gün onun günüydü…

Bir de yaşlı bir ablası vardı . Bir eli tutmaz, bir gözü görmezdi. Onun hiç isteyeni olmadı. Hiç seveni olmadı, kuracağı hayalleri bile olmadı…Onun hayat ışıkları sönmüş, tesellisi bitmişti. O ki tanrının üvey  evladı bile değildi. Biliyordu ki ömrünün sonuna kadar anasının yanında, bu ocağın başında ömrünü tüketerek ölecekti. Toplum onu tu kaka etmiş,  işe- eşe yaramaz elbisesini çoktan giydirmişti.

Neredeyse yere yapışık, toprak damlı, topu topu iki göz evleri vardı. Devletin tekmeleyip bir kenara attığı ötekilerdi. Bir bahçeleri vardı sadece kavak ağaçları dikili. Kavak yeni bir dam, damın üzerini örtecek kiriş, tütecek ocak, pişecek aştı. Bir de para edecekti ki işte o zaman, değmeyin yoksulun keyfine.

” El ver ki, el alasın…” Öyle de yapıyordu yoksul babaları, üç çocuğu kadar seviyor, el veriyordu kavak ağaçlarına…Ağaçlar ki tek umutlarıydı.

Bir gece kan ter içinde uyandı ablası, kötü bir rüya görmüştü. Allah da biliyor ya gözü de hiç tutmamıştı bu Hikmet’i .Nereden geldiyse sanki bacısının ak boynuna yapışmış kara bir lekeydi. Ana kız yanan ocağın başına diz kırıp oturdular. .Abla anaya değil de yanan ateşe anlattı rüyayı. O ki Marquez ‘in anlattığı , ölünceye kadar kıskandığı bacısına kefen ören bacılardan değildi. Böyle biri hiç değildi. Zira bu topraklar kıskançlığı barındırmazdı. Abla koruyan, esirgeyendi. Abla annenin tam ortasından bölünmüş öbür yarısıydı .

Abla rüyasını, ocak şahittir, ateşe şöyle anlattı:

“Bahçemizde bakan kapı eşiğindeyim bir ses geliyor çok uzaklardan bir uğultu.

Yerlerde kavak yaprakları tir tir titriyor. Bir adam var bahçemizde koca ayakları var,  koca elleri heybetle bütün kavakları elliyor. O, elledikçe sanki kalbimi yerinden söküyor. Kapıdan bağırıyorum da beni duymuyor. Güçsüz kuvvetsiz yanına kadar sürünüyorum. Koca ayaklarının dibine varıyorum ,serçe kuşu olmuş titriyorum .Bir cesaret, bir kuvvet geliyor ki ayağa kalkıyorum. Adam gözlerini bana dikiyor ; gözleri ölü, bembeyaz siyahı yok . Sonra en narin , en nazlı ,dümdüz bir kavak fidanını seçiyor. Bu diyor, işte bu…Elinde bir balta beliriyor ,kavak ağacının köküne sallıyor sonra paat diye bir ses… Kavak ağacı yere seriliyor. Bir de bakıyorum ki o adam Hikmet…”

İşte sessizlik … işte yoksulluk… işte can içinde homurdanan güvercinler…

“Suya konuş rüyanı suya, alıp götürsün kötü rüyayı, damımızda baykuşlar ötmesin” dedi anası..

Sustu abla artık hep sustu…

Beyaz bir gelinlik, beyaz bir kuğu, kuğunun belinde kırmızı bir kuşak. Kuşağı küçük erkek kardeşi kesecek .”Eyy ehli cemaat , bacım el değmemiş kız oğlan kızdır ” diyecek.

Ne hikmettir bu; kimse Hikmet’in kırmızı kuşağını, “Eyy ehli cemaat bu da oğlan oğlu ,oğlandır” diye bağırmayacak…

 

/ Devam edecek…/

İlginizi çekebilir