Fırat Aydınkaya: Kemal Kılıçdaroğlu’na Açık Mektup

Sayın Genel Başkan

Belki bilirsinizdir, ‘zarf mektubun tabutudur’ derler.  Bu yüzden zarfsız bir mektup yazacağım size; tabutsuz ve fikir sergisi niyetine. Mektup yazmak aslında hayaletle konuşmaktır der Kafka. Türkiye’nin üzerinde bir Dersim/li hayaleti dolaşıyor. Ve ben bu hayaletle konuşmak istiyorum.  

Aslında bu mektubun orijinali, doksan yıl önce yazılmıştı. Belki bilirsiniz pek alicenap üstadım Celadet Ali Bedirxan, selefiniz ve parti kurucunuz Mustafa Kemal’e dillere destan bir mektup göndermişti. Size şu anda yazmakta olduğum bu mektubu göndermek yerine aslında pekala söz konusu mektubu da gönderebilirdim. Ne var ki şartlar değişti, aktörler değişti ama taleplerimiz hala büyük oranda baki.   

Tarihin cilvesine bakın ki, bugün kurucunuzla aynı ismi taşıyan biri olarak, adaşınızın kurucusu olduğu devlet koltuğuna oturmaya adaysınız. Yine tarihin garip cilvesine bakın ki, kurucunuzun yaşadığı dönemde katliamdan geçirildiğiniz bir halkın, bir şehrin, bir geleneğin mensubu olarak, kurucu koltuğa oturmak üzeresiniz. 

Yok hayır, size Stockholm sendromunu hatırlatacak değilim. Hele Pocahontas hikayesine de girmeyeceğimden emin olabilirsiniz. Sadece üstadımın selefinize yaptığı gibi bir halkın varoluşsal haklarını ve özgürlük talebini bildirmek isterim. 

Ama doğrusunu isterseniz hepimizin çocukluğunda bizi zehirli sarmaşık misali zehirleyen “Andımız” arka fonuyla arzı endam etmeniz bizde “deja vu” etkisi yarattı. Belki bilirsiniz zehirli sarmaşığın meyvesi hem zehirlidir, hem bu meyveden pembe boya elde edilir. Andımız serenadı kitlenizin rüyalarını pembeye boyayabilir ama bilmesiniz ki bizim için zehirli meyve hükmündedir.

Bu sebeple peşinen söyleyelim: sizi temin ederim ki; biz bu sefer “efendilerden efendi beğenmeyeceğiz”. Hiç kusura bakmayın ama, bizim işimiz efendi albümünü açıp, bizi daha az dövecek, merhametli bir efendi seçmek değil. Türk demokrasisi yeni bir efendi arayışında olabilir, fakat biz yeni bir efendi arayışında değiliz; özgürlük ve eşitlik arayışındayız. 

Sayın Kılıçdaroğlu;

Doksan yıl önceki koşulların önemli oranda değiştiği malumunuz. O yüzden üstadımın metnini güncellemek boynumun borcudur. Kabul edelim ki sizin bize ihtiyacınız var, hatta bize mecbur bile sayılabilirsiniz. Peki biz size mecbur muyuz? Elbette hayır, size de, rakiplerinize de mecbur değiliz. Biz tıpkı dün gibi bugün de yaşamsal haklarımızı istiyoruz yalnızca. Ne eksik ne fazla. Yeryüzünde herhangi bir halkın her neye hakkı varsa onu istiyoruz, fazlası değil. 

Fakat kabul edin ki siz pek de az şey istemiyorsunuz. Siz basitçe bir hükümet ya da kabine görevini istemiyorsunuz, fazlasını istiyorsunuz. Siz aslında temsil ettiğiniz politik geleneğin elinden alınmış olan “devleti” istiyorsunuz. Devleti geri alıp, sistemi restore etmek, mümkünse kurumları yeniden inşa etmek istiyorsunuz. Böylelikle cumhuriyeti ikinci yüzyılında yeniden ayakları üzerine oturtmak isteyen ikinci Kemal olmak istiyorsunuz. 

Peki güzel, ama tarih şahittir biz bu filmi en az dört kez görmüştük. Anlatayım yüksek müsaadenizle.

Her ne kadar kıymetli Celadet, bahsettiğimiz mektupta aramızdaki meseleyi Yavuz Sultan Selim dönemine kadar geri götürse de, ben çok gerilere gidip, tarihin dehlizleriyle sizi yormak istemem. Günümüz muktedirlerine ilham veren Abdülhamit’in müstebit yönetimine karşı hatırlarsanız bir cemiyet kurulmuştu. Bu cemiyetin en az iki kurucusu Kürt’tü bildiğiniz üzere. Müşterek mücadele sonucunda nihayet Abdülhamit tard edildiğinde ideolojik selefleriniz kendilerine devleti alırken, payımıza anında taktil ve tehciri münasip görmüştü. 

Cumhuriyet kurulurken adaşınız ve kurucu elitiniz, ceddimize mektup yazarak, devletin kuruluşu karşılığında muhtariyet vaad etti, bildiğiniz üzere. Atalarımız da ahde vefa prensibi gereğince ellerinden geleni esirgemediler. Nihayet müşterek çabalarla devlet kuruldu, peki sonra ne oldu?  Peşi sıra devletin daha ilk kolonu dikildiğinde Koçgiri yerle bir edildi. İkinci kolon dikildiğinde 1925’te Şeyh Said isyanı vesilesiyle, üçüncü kolonda ise Ağrı ve Zilan’ta taş üstünden taş bırakılmadı. İnşanın ince işçiliği ise memleketinize uygun görüldü, mağaralarda bile canlı bırakılmadı. Özetle el verdiklerimiz kendilerine devleti alırken, bizim payımıza yine taktil ve tehcir kaldı. 

Öyle ki cenabı alinizle aynı çeşmenin suyunu içen Hasan Hayri’yi, Seyyid Rıza’yı katlettiler, Baytar Nuri’ye ise malumunuz üzere dünyayı dar ettiler. Sahi Seyyid Rıza ve Dersim demişken, Çağlayangil ile yaptığınız mülakatı hatırlıyor musunuz, hani en vurucu sahne olarak zehirli gazla yüzlerce insanın katledildiği söylevi? 

Aradan bir süre geçtikten sonra selefi saniniz bir gece kalkıp ülkeyi çok partili sisteme geçirmek istedi, biliyorsunuz. Bizim büyüklerimiz yine tarihin doğru tarafında yer tutarak ülkeye demokrasinin gelmesi için her tür fedakarlığı yaptı. Buna rağmen payımıza 49’lar, zindanlar, yüzyılın sonlarına doğru Beyaz Toroslar ve yeşilimsi işkenceciler düştü.

Sonraki hikaye ise daha bildikti. Bize Avrupa Birliğinin yolu Diyarbekir’den geçer dediler, AB kriterleri ile Kemalist/askeri vesayeti geriletip, ülkeyi çoğulcu demokrasiyle tanıştıracağız dediler. Tıpkı meşrutiyetin ilanında görülen sahneler ile ülkeye özgürlük bayramları vaad ettiler. Hatta öyle ki eskaza Barış süreci gibi umudun pembe halini dahi gösterdiler. Filmin finalinde ise muarızlarınız, elinizdeki cümle devleti aldı. Bizi de unutmadılar tabi, kucağımıza çocuklarımızın kemiklerini teslim ettiler; hem de kargo kutularıyla.

Gördüğünüz üzere bu film bizim için baştan aşağı siyah beyaz ve baştan sona korku filmi senaryosu misali bir şeye tekabül ediyor, her seferinde. Bu yüzden bizden istediğiniz şeyin ne olduğunu farkındayız. Zira devleti her kuşanan, iktidar mührünü kılıç zoruyla bizim bedenimize nakşediyor. 

Sahi Kıymetli Piro;

Sizin, selefleriniz olan İsmet İnönü ve Cemal Gürsel’den bir farkınız olacak mı? Malumunuz üzere onlar da Kürttü, onlar ki kavminin kafataslarının üzerinde iktidarlarını büyüttüler. Onlar muktedir masasına kurulurken, bizi de masalarına serpme kahvaltı yaptılar. Yoksa sizin de mi koltuğunuzun altındaki keçe olacağız, Kürtlük diyeti niyetine!

Daha açık soralım isterseniz;

Hadi darbe anayasasının toptan ilgasını geçtik. Anayasanın ilk üç maddesini de şimdilik geçtik. Hiç değilse Anayasanın 66. Maddesini değiştirecek misiniz? Ülkenin kurucu metninin bir halkın kimliğini inkar eden düzeneğine bir çift lafınız olmayacak mı? Yoksa siz de selefiniz Baykal gibi bizden “etnik kör” olmamızı mı talep ediyorsunuz? Sizi temin ederim ki küçükten büyüğe hepimizin gözleri hiç olmadığı kadar açık. 

Peki ya Kürtçe eğitim? Siz de Kürtçe “medeniyet dili değil” mi diyeceksiniz. Veya “ezik” yoldaşınız gibi Kürtçeyi pedagoglara mı havale edeceksiniz? Konuşulan her Kürtçe kelime başına para alan bir gelenekten geldiğinizi hatırlayarak, bunun özeleştirisini verecek misiniz?

 

Esasen ilk dönem parti ideologlarınız Kürtçeyi Ortadoğu’nun en zengin dillerinden biri olarak görüyordu. Şayet inanmıyorsanız bakın, Ziya Gökalp’in, Küçük Mecmua’daki yazılarına, orda görebilirsiniz. Yetmezse 1942 yılında İsmet İnönü’ye sunulan Memduh Şevket Esendal raporuna bakınız, orda dahi Kürtçenin kamil ve müstakil bir dil olduğunu göreceksiniz. Yine tatmin olmayacaksanız üstadım, piri muğanım Celadet’in, kurucunuza gönderdiği ve dilbilim açısından muazzam bir üniteye tekabül eden bölüme bakabilirsiniz, tavsiye ederim. 

Dürüst olalım isterseniz, dilimize kem gözle bakacaksanız, lütfen başka kapıya. Dilimizin, varlığımızın evi olduğunu yeterince kavramış durumdayız zira. Eğer dilimize “bilinmeyen dil” muamelesi yaparsanız açık söyleyelim, biz de size X kişisi muamelesi yaparız.

Sayın Genel Başkan;

Malumunuz olduğu üzere koltuğunuza oturduğunuz parti, daha dün kurulmuş bir parti değil. Sizin parti geleneğiniz kurucu devlet geleneği. Şu yeryüzünde kaç partiye devlet kurmak nasip olmuş ki hem. Öyleyse Kemalizm diye bir bagajınızın olduğunu hatırlatmak zorundayım. Bağlı bulunduğunuz ideolojinizin, yani Kemalizmin tıpkı bir Egeliye ya da Trakyalıya olduğu gibi bizim kulaklarımıza hoş sâda bırakan bir armonisinin bulunmadığına sizi temin ederim. Nasıl olsun ki!

Hangi birini saymalı! Takriri Sükun kanunundan söz etsek, Şark Islahat Planının hatırı kalır. Kürtlerin zorunlu göçüne imkan tanıyan İskan Kanunundan bahsetsek, Türk Tarih Tezinin gönlü kalır. Kürtçe konuşana para cezası getiren mevzuata vurgu yapsak kafatası ölçümleri yapan ırkçılık teorilerinizin ahı kalır. 

Kabul edelim ki, yüce üstadımın dediği gibi yeryüzünde esamesi okunan ne kadar taktil ve temsil politikası varsa hepsini üzerimize acımasızca boca etti ideolojiniz. Yetmedi parti temsilcileriniz her fırsatını bulduğunda bize haddimizi yani köle olduğumuzu bildirip durdu.

Umumi müfettişlerinizden Avni Doğan “Cumhuriyet’in Doğu’ya yerleşmesi, medeni milletlerin Afrika’ya yerleşmesi gibidir” derken Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak sizin de doğduğunuz yer için  “Dersim’in yönetimi sömürge yönetimi gibi ele alınmalı ve burada bir sömürge idaresi kurulmalıdır” fikrini savunuyordu. Aynı zamanda partinizde bakanlık da yapan Rıza Nur, “Vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak en esaslı, en adil, en hayati iştir” derken partiniz adına Kürt coğrafyasını teftişe çıkan Genel Sekreteriniz Memduh Şevket Esendal, etnik temizlik veya mübadele öneriyordu.

Partinizin ve partinizin banisi olan Kemalizmin bütün bu muhtevası ve tarihi ortadayken biz size neden güvenelim? Bu tarihi ve bu ırkçı-faşizan nutukları nasıl yok sayacağız, mümkün mü? Ve üstelik partinizin orta ve üst kadrolarında hala bu “şanlı tarihin” geri getirilmesi uğraşı veren mebzul miktarda kimse varken nasıl olacak bu iş? Korkarım yeni ve temiz sayfa için yeriniz kalmamış olabilir.  

Sayın başkan adayı;

Birbirimizi kandırmaya gerek yok. Biz her ne kadar bir parça temsil politikanıza yenik düşsek de Türk de olmadık, Kemalist de olmadık. Bu saatten sonra olmaya da hiç niyetimiz yok. Sizden Türkizasyon siyasetlerinizden vazgeçtiğinizi duymak hoşumuza gidebilirdi. Milliyetçiliği ayağınızın altına aldığınızı söylemeniz dikkatimizi çekebilirdi. Astığınız, kestiğiniz kitlelerimiz için özür beyanı iyi bir başlangıç olabilirdi. Helalleşme çağrısı yaptığınızı elbette biliyorum. Ne var ki helalleşmenin bu coğrafyada bir tüy kadar kıymetinin olmadığını bilmeniz gerekir. Zira bu toprakların hamuru helalleşme ile değil, rövanşizmle, komşusunun malına ve bedenine göz dikmeyle yoğruldu.  

Siz helalleşme derken bu esnada şunlar yaşandı örneğin, hem de gözünüzün önünde. Belki unutmuş olabilirsiniz ama hatırlatalım, sizin olurunuzla seçilen belediye başkanları, füzelere ismini yazarak, masum insanların ocaklarını söndürdü. Buna gıkınız dahi çıkmadı. Yine başka bir başkanınız yurtlarını kaybedip buralara sığınan mültecilere su bile vermeyeceğini söyledi. Duymazdan geldiniz. Diğer bir başkanınız ve müstakbel yardımcınız, Diyarbakırlıları, Ağrılıları seçmek zorunda değiliz dedi. Siz ise isminin anlamının tersine kürek çeken bu belediye başkanınızı, başkan yardımcısı yapacağınızı taahhüd ettiniz. Gördüğünüz üzere bütün iyi niyetimizi takınıp hareket ettiğimizde dahi “Kemalizme hayır, Kılıçdaroğlu’na evet” diyemiyoruz. 

Sahi siz meselemizi nasıl tanımlıyorsunuz? Karaoğlan gibi feodalite safsatalarına prim vermiyorsunuzdur umarım. İlk dönem bürokratlarınız gibi meselemizi, şark sorunu gibi yön tayin eden sıfatlarla görmediğinizi de dilerim. Öyleyse sizin ceddinizi de çıban olarak görenlerle aynı tarafa düşersiniz. Değilse nedir mesele? 

Bizim indimizde meselenin mahiyeti açık, doksan yıl önceki mektuba bakarsanız, orda meselenin keyfiyeti sarahatten yazılı. Eğer meseleyi demokrasi meselesi olarak görüyorsanız, o halde parlamenter rejime geçince ne değişecek? Kanuni Esasiyi esas alırsak en az yüz elli yıllık parlamenterizm geleneğine muhatap olduğumuzu bilmektesiniz. Bu sorun bir yerde parlamenter sistemin bakiyesi zaten. Öyleyse rejim bakımından eski hale iade ile ne değişecek? Kusura bakmayın ama demokrasi ile rejim değişikliği ile kandırma limitimizin sonuna çoktan gelmiş bulunuyoruz.

Masa şeriklerinizin bize bir lütuf niyetine demokrasi vaad ettiğini görüyorum, kimisi iyi niyetli de olabilir. Kusura bakmayın ama Türk demokrasisi bir yara bandı misali muhalif Türklerin yarasına iyi gelebilir. Ama bize değil. Bilmiyorum takip edebildiniz mi ama şimdilerde Macron’un da kendisine danışman olarak atadığı Mbembe’nin haklı bir tespiti ile seslenmek isterim size: “Sömürgesi olmayan bir demokrasi olmamıştır”. Bunu pekala Türk demokrasisi için de düşünebiliriz. Hem siz Cezayir’lilerin Fransa’yı; Hintlilerin ve Afrikalıların İngiltere’yi demokratikleştirmeyi siyasetinin biricik hedefi haline getirdiğini hiç gördünüz mü?  

Üzgünüm ama söylemek zorundayım, demokrasinizin usul ve esası eşitlikçi değil. Yok hayır, hemen demokrasinizin usul hatalarına lafı getirip, ‘ama Afyon’lu, ama Adana’lı da benzer şikayetlerde bulunuyor’ demeyiniz, istirham ederim. Sizin demokrasiniz, etnik bir demokrasi, Türkün demokrasisi, Türkün emrine amade kılınmış bir demokrasi. O yüzden yanlış demokrasi, eşit kılmıyor.  

İsterseniz, daha doğrudan söyleyelim, demokrasiniz eğer Anayasanın ayrımcı maddesine ilişmeyecekse, yani “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” kaidesini yerinden edemeyecekse, varsın demokrasiniz sizin olsun. Ve dahası eğer demokrasiniz, dilimizi eğitim dili yapmayacaksa, dilimize “bilinmeyen dil” mührünü vurup duracaksa biz almayalım demokrasinizi, sizin olsun. Ve dahi demokrasi eğer her seferinde seçilen yerel liderleri görevden el çektirip, kayyım atamaya cevaz veriyorsa, bizden uzak dursun. Gördüğünüz üzere demokrasiniz gündüz tapındığınız, akşam karnınızı doyurmak için yediğiniz bir puttan ibaret.

Sayın genel başkan;

Şunu artık yeterince izah ettiğimi düşünüyorum. Totaliter yönü baskın otoriter bir rejime karşı mücadele bağlamında Kürtlerin özgürlük mücadelesi ile Türk muhaliflerinin iktidar mücadelesi aynılaştırılamaz. Kürtlerin özgürlük mücadelesi demokrasiyi garantiler ama sizin iktidar uğruna koyulduğunuz demokrasi mücadeleniz, biz Kürtlerin özgürlüğümüzü garantilemiyor, hatta umut ışığı dahi vermiyor. O yüzden aynı cephede olabiliriz, ama omuz omuza değiliz. 

Kaldı ki bize uygulanan zulümler ile size yapılan haksızlıklar da aynılaştırılamaz. Biz Kürt olduğumuz için eziliyoruz; siz ise iktidar peşinde olduğunuz için horlanıyorsunuz. Biz sizin için demokrasi istiyoruz ama siz bizim için eşitlik ve özgürlük istemiyorsunuz. Farkımız tam da bu. Ve emin olun peşinde olduğunuz iktidarı ele geçirdiğinizde dahi biz hala eziliyor olacağız ve bu sefer size karşı mücadele vereceğiz.

Ama “biz kardeşiz”, “etle tırnak gibiyiz”, “tavuklarımız birbirine karıştı” dediğinizi duyar gibiyim. Üzgünüm ama biz Ahmet Arif’in Nazif dayısından dersimizi çoktan aldık. Bizim kardeşliğe değil, özgürlüğe ve eşitliğe ihtiyacımız var. Söylediğimiz şey gayet basit aslında, biz Kürtler artık sizin mücadelenizin yakıtı olmak istemiyoruz. Daha açık söyleyelim, demokrasi masalarınızın menüsü olmak istemiyoruz.

Bir başka üstadım olan Cesaire’in Fransız Komünist Partisine gönderdiği mektupta söylediği gibi, “bizim tarafımızdan yeniden düşünülmedikçe, bizim için yeniden yorumlanmadıkça, bize yönelmedikçe ve bizim ihtiyaçlarımızı karşılamadıkça bütün doktrinler değersiz ve hükümsüzdür” bilesiniz.

Sayın Kılıçdaroğlu;

Kendi adıma net olarak şunu söyleyebilirim, ben de tanıdığım Kürtler de, ilkesiz bir dayanışmanın mezesi olmayacağız, iktidar yürüyüşünüzün yedek lastiği ise hiç olmayacağız. Yüzüncü yılında, güncellenmiş dahi olsa Kemalizme ikinci defa kendimizi kurban etmeyeceğiz.

Bu sözlerimden lütfen demokrat, emekçi ve hakperest Türk kesimleriyle dayanışma içinde olmayacağız anlamı çıkarmayınız. Elbette dayanışma çok özel bir duygudaşlık epiğidir, tıpkı on ili yakıp yıkan depremde gösterilen örnek dayanışmalarımız gibi. Ama eğer bizim evrensel dayanışma duygularımızı, özgürlük ve eşitlik mücadelemizin önüne koyacağımızı düşünüyorsanız, kesinlikle yanılıyorsunuz. 

Yine Cesaire’den ilhamla söylemek isterim ki, ete kemiğe bürünmemiş, ilkesel bir mutabakata bağlanmamış demokrasi mücadelesi veya kardeşlik cümlelerinizin içinde kendimizi kaybedecek değiliz. Hiç değilse bu sefer içimizdeki evrenselliğin, hümanizmin kurbanı olmayacağız.

İlkesel mutabakattan söz etmişken birkaç hususun altını çizmemi mazur görürsünüz umuyorum.

Mesela büyük umutların mezarlığı haline dönüşen barış sürecinden söz edelim. Yakın çevrenizden bazılarının sürecin mimarlarını yargılama niyetinde olduğunu biliyoruz. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Sahi Dolmabahçe mutabakatına dair fikriniz nedir? Çözüm çabalarına dair konuştuğunuzda, sürecin esasına dair değil de, usulüne itiraz ettiğinizi hatırlıyorum. Bu minvalde çözümün mecliste olduğunu söylediniz, bundan kastınız nedir? Mecliste bu sorunu nasıl çözeceksiniz? Sürecin mimarlarından biri olan Öcalan’a uygulanan mutlak izolasyonu kaldırıp, onun haklarını iade edecek misiniz mesela? Hani demokrasiden bahsediyorsunuz ya, hiç değilse asgari düzeyde insan haklarını garantiye alabilecek misiniz? Sırf siyasi fikirleri sebebiyle yıllardır özgürlüklerine el konulan tutsakların zindandan çıkış anahtarı olur musunuz?  

Bakanlık meselesini sanırım muhataplarınızla istişare edeceksiniz. Bu manada size bir öneride bulunmak isterim. İki yüz yıllık bir maziye yaslanan sorunun çözümü kabul edersiniz ki pek basit değil. Barış Bakanlığı kurmak bunun için iyi bir fikir olmaz mı? Ve dahi Kürt hareketinden gelen bir başkan yardımcısı neden olmasın?

Keza Kürdistan Bölgesel Yönetimi ilerde bağımsızlık referandumunu rafdan indirip, bunu uyguladığında ne diyeceksiniz? Kerbela geleneğinden gelen biri olarak siz de mi bizi aç ve susuz bırakmakla tehdit edeceksiniz? Peki ya Rojava? Siz de “bir gece ansızın” ile başlayan cümle kuracak mısınız?  Esad ile görüşme yanlısı olduğunuzu biliyoruz. Kendisiyle görüştüğünüzde Kürtlerin asgari haklarını verin diyebilecek misiniz? Nihayet Jîna Amînî’nin aziz hatırasına bir selam gönderebilecek misiniz?

Bütün bunları bir çırpıda hal edeceğinizi elbette aklı başında hiç kimse beklemiyor. Fakat hiç değilse bir umut ışığı vermeniz gerekir. Okumuşsunuzdur muhakkak, meşhur seleflerinizden olan Karabekir paşa, anılarında “istiklal savaşına” mobilize etmek için değişik varyasyonlarla atalarımızı “şerbetlediğini” göğsünü gererek söyler. Kusura bakmayın ama artık “şerbet”liyiz biz, o yüzden şerbet dışında daha yaratıcı şeyler bulmanız gerekecek.

Uzun lafın kısası, siz bizden “Kartaca yıkılmalıdır” performansı bekliyorsunuz. Ben de size ısrarla şunu anlatmaya çalışıyorum. Roma’lı senatör Cato’dan bu yana biz yıkılan bütün Kartaca’ların enkazı altında kaldık. Ama bu sefer enkaz altında kalmak istemiyoruz. Hem haksız da sayılmam, her neyden bahsederse bahsetsin, bütün söylevlerini “Kartaca yıkılmalıdır” ile bitiren senatörün Roma’sının Kartaca’yı nasıl mahvettiğini de biliyoruz, değil mi? 

Saygıdeğer Piro

Edebiyatla aranızın iyi olduğunu biliyoruz. Allahtan selefiniz Ecevit gibi şair değilsiniz ve yine Allahtan eslafınızdan Esendal gibi öykü yazarı da değilsiniz. Hem izninizle size bir şey söyleyeyim mi? Edebiyatın yazarı olmak değil de okuru olmak halkçı bir siyasetçiye daha çok yakışır. Zira yazar siyasetçilerden payımıza düşen şey çoğunlukla ömürlük çileler oldu.

İnsanlığın yüz akı kalemlerinden Dostoyevski’yi okumuşsunuzdur muhakkak. Onun sorduğu soruyu size tevcih edelim, müsaadenizle: “Başkasının mutsuzluğu üzerine mutlu bir hayat kurulabilir mi?” Bunu ahvalimize uyarlayarak size soralım öyleyse: “başkasının ezilmişliği üzerine müreffeh ve eşitlikçi bir toplum/devlet kurulabilir mi?”

Hülasa sayın genel başkan, 

Bu mektuptan da anladık ki Ahmet Arif yerden göğe haklıymış, “gözlerinden öpemeyeceğin birine mektup yazmak” kadar zor bir şey yok. Cevabınızı elbette beklemiyorum, tıpkı aşkın gibi mektubun da karşılıksız olanı makbuldür.

Bakalım ve görelim, tarihe ikinci Kemal olarak geçebilecek misiniz? İhtimal var ve geçebilirsiniz. Bu mektupta bahsi geçenlerin çeyreğini dahi yapsanız tarihe geçersiniz. Yok, yapmayacaksanız ise tarih olacaksınız. Tarihe geçmek de tarih olmak da sizin elinizde. Ama siz de gayet iyi biliyorsunuz ki, Kürtlerin desteği olmadan Rubicon’u geçmeniz epeyce zor. Her ne kadar erkenden zar (iacta alea est) atmış olsanız da… 

En iyi dileklerimle.  

  

 

İlginizi çekebilir