Sami Certel: Leyla

Una, şehri ikiye bölüyordu. Derinliğin yer yer iki metreyi bulduğu nehir, inanılmayacak kadar çok berraktı. Öyle ki, dipte yüzen balığı rahatlıkla görebilirdiniz. Aliya İzzetbegoviç köprüsünden sonra nehir genişlese de, yatağını hiç bozmadığını görebiliyordu insan.

Una’nın kıyısından başlayıp tepelere doğru yeşil o kadar yeşildi ki, delirip kendine zarar vermesi işten bile değildi. Buraya  şehir demezdiniz; birinin gördükten sonra su kıyısında unuttuğu, şehire dair güzel bir rüyaydı. Vakit akşama durdu mu, su o rüyaya kapılır, maviye keserdi, som maviye…

Gece olup, el ayak çekildiğinde, nehrin akarken çıkardığı sesi bütün berraklığıyla duyabiliyordum. Tanıyordum bu sesi: köyümüzün hemen dibinden akıp giden Göynük çayının çıkardığı sesti bu. Çocukluğumun hangi gecesine kulağınızı dayasanız, onu duyarsınız. Büyüyüp, hayatın açıklarına doğru ilerledikçe, çoğalan tüm o anlamlı-anlamlısız sesler, bağrışlar içinde yitirmiştim onu. İşte yine benimleydi, hangi yüzünü çevirsem, o yüzünde açıyordu yastığın.

Tuttuğum ev, Dr.  İrfana Lyubiyankiça caddesinin üzerindeydi. Nehirle cadde arasında, bakımlı, büyük bir bahçe içerisinde, iki katlı müstakil bir evdi burası. Ev sahibesi, yaşlıca bir kadıncağızdı. Üst katı turistlere kiraya veriyor, alt katta da kendisi kalıyordu. Herkeste derin bir iz bırakan savaş, ondan da kocasını almıştı. Kızı da evlenip gidince, koca evde bir başına kalmıştı. 

Caddeye çıkınca, sağda kalan küçük bir park vardı. Parkın ortasına, iki metre yüksekliğinde, üzerinde kurşun izlerinin olduğu bir kaya konulmuştu. İsimlerin yazılı olduğu ön kısım çok az yontulmuş, gerisine dokunulmamıştı. Kayanın sağ üst tarafından başlayan derin bir çatlak, sol alt tarafa kadar çapraz devam ediyordu. Savaşta ölenlerin isimleri, iki sıra halinde aşağıya kadar iniyordu.

Duruşundaki keder, üstündeki kurşun izleri ve kapatılamamış  kesik gibi duran o derin çatlakla, bir anıt kayadan çok, kanı yüzünde kurumuş, bir yere öylece çöküp kalmış yenik bir askere benziyordu. Bu kadar yaralı bir şeyi daha önce hiç görmemiştim. Kayadan inilti çıksa, şaşırmazdım. Hatta inlemiyor oluşu garipti. 

Kent, yaralıydı…

Toprağın, suyun, ağacın, morun, tebessümün, şarkının, mavinin, insan yüzünün hemen gerisinde, olur olmaz kanamasın diye incecik kabuk tutmuş bir yara vardı. Biraz sıkı sarılsan, kanardı.

Savaşlardan geriye kalırdı böyle şeyler, yeni değildi yani. Ama insanın kendi yarasına küskünlüğünü, ben ilk defa burada görüyordum.

Atlasa baktığınızda bir ülkeleri vardı, ama ülkeye geldiğinizde, bulduğunuz paramparça bir şeydi, ülke demezdiniz. Onlar da demiyorlardı.

Yüzbinden fazla insan kaybetmiştilerdi. Dört yıl boyunca Sarajevo’da keskin nişancılara av olmuşlardı. Dört yıl boyunca soykırım, dört yıl boyunca tecavüz, dört yıl boyunca talan… Bu kadar acı, bu kadar yıkım, bir ülke edememişti.

Bir hayal, ancak buradaki kadar büyük kırılabilirdi.

Cadde, parkı geçtikten ikiyüz metre sonra, şehrin hemen altında, ismini şimdi hatırlayamadığım bir başka caddeye bağlanıyor, o da, Una nehrine paralel ilerleyip, Capetanova kulesinin geçtikten sonra, Aliya İzzetbegoviç köprüsünün başında, Bedem caddesinde bitiyordu. Caddeden ayrılan bir yürüme yolu, karşı taraftaki büyük parkı çapraz kesip, Una kıyısına varıyordu. Leyla Beganoviç’i o yolun ucunda, mayısın son haftası, bir kafede gördüm, gözleri elaydı. Yani çok elaydı. 

“Edebiyat profesörüyüm” dedi. Buna şaşırdım; yaşı yirmiyedi bile değildi çünkü. Bosnalıların öğretmene profesör dediklerini, sohbetin devamında anladım.

Yüzü yuvarlak, büyükçeydi. Gür saçları yüzünün iki yanından dümdüz akıp, göğsüne kadar iniyordu. Kendinden razı ve mutedil, kumral bir şelale derdiniz görseydiniz.

Dibinde durduğu mor tentenin gölgesi, bembeyaz yüzünden yayılan şavkın çiğliğini alıyor, yüzü eflatun bir hale içinde kalıyordu. Etinde mayısın son haftası, bir nehrin kıyısı; nehrin kendisi, uysallığı, hırçınlığı, güneşin durduğu yer, garsonun gülümseyen yüzü ve o anın sesleri de olan, onlardan yapılmış o hale, yüzünde bir mimik değiştiğinde ya da başını çevirip başka bir tarafa baktığında, değişiyordu.

Tam eflatun diyecekken, hale eflatun olmayı bırakmış, menekşenin bile kendinde görse hayrete düşeceği morun en imkansız tonuna varmış oluyordu. Ve o tonu yakalamaya çalıştıkça, insanda, coşkun bir ırmağın akıntısıyla beraber koşuyormuş hissini yaratıyordu.

Elimde Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi vardı. Kitabı gösterip, “ Okumayı seviyorsunuz.” dedi. “Bazen” dedim. Kitabın ne ile ilgili olduğunu merak etmişti. Ona Machiavelli’yi bilip bilmediğini sordum, “Biliyorum” dedi. “Onun gibi bir şey” dedim.

Onun Mayakovski’yi çok sevmesi beni, benim Erich Maria Remarque’ı sevmem onu şaşırttı. Remarque’ın en bilinen eserini  (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok) değil de, “İnsanları Seveceksin” ve “Ölesiye Yaşamak” kitaplarını ikimizin de daha çok seviyor oluşuna, beraber şaşırdık.

Louis Aragon’un Elsa’sı ile Mayakovski’nin Lili’sinin kızkardeş olduklarını ona söylediğim an, gözlerinde, keşfettiği şeye ilk baktığında bir kaşifin duyduğu heyecan ve sevinç parladı. İç içe geçmiş o sevinç ve heyecan, ağzından  “Vay !” diye taştı. 

Çok keyifliydi.

Nazım’ı biraz biliyormuş. Ama Necip Fazıl’ın “Otel Odaları” şiirini çok seviyormuş. Şiiri ona Türkçe okudum. Mehmet Akif’i biliyordu. Sevip sevmediğimi sordu, “Kimi şiirleri çok güzel” dedim.

Konu savaşa gelince, kaşlarının göz tarafındaki uçları aşağı iner gibi oldu. Öfke demezdim, ama öfkeyi çağrıştıran bir şey, kaşlarının az üstünde belirip hemen de kayboldu. Alnı kırışmadı hiç.

Hatırlamak istemediği bir şeyi görmek ya da konuşmak zorunda kalan insan, ellerine, ayaklarına koyacak bir yer bulamayan utangaç çocuklar gibi, bakışını sabitleyebileceği bir yer bulamaz. Onun da, baktığı hiçbir yönde rahat edemiyordu gözleri; bir yerden başka bir yere, oradan da daha başka bir yere kayıp duruyordu.

Dayton antlaşması, görünüşte Aliya İzzetbegoviç ile Miloseviç arasında yapılmış olsa da, gerçekte  Avrupa’nın hakim ülkeleri ile Bosna arasında bir antlaşma olduğunu ve soykırıma, Bosna’yı parçalamak için Avrupa’nın izin verdiğini söylediğimde sustu.  “Sadece Avrupa değildi” dedi. Savaştan konuşmak istemediğini anlayınca, ben de sustum.

“Pizza sever misin ?” dedi. “Hayır.” dedim, “ama Bosna mutfağından bir şeyler olabilir.”

“Gidelim” dedi.

Tekerlekli bir sandalyede oturduğunu, o an, o, masadan geriye doğru çekilirken farkettim. Kafenin bahçesini yürüme yoluna bağlayan bir metre uzunluğunda, eğimi yumuşak bir rampa vardı, orayı çıkmasına yardım ettim. Kafeye girerken farketmediğim rampayı da, onun tekerlekli sandalyede oturduğunu gördükten sonra farkettim.  “Bundan sonrasını kendin yapabilirsin” deyip, bıraktım sandalyeyi. Güldü.

Gittiğimiz yer taş döşeli, iki yanında da kafelerin sıralandığı genişçe bir alandı. Her iki kenarda insanların geçmesi için boşluk bırakılmış, ortaya, boydan boya masa – sandalye konulmuştu.

Restoran üst kattaydı. Bana dört yemek ismi söyledi: Cavabi, Sahan, Sarma ve Begova. Yukarı çıkıp dördünden de istedim. Yemekler geldiğinde, -hepsinden isteyeceğimi düşünmemiş olacak- çok güldü.

Cavabi, parmak uzunluğunda ızgarada pişirilmiş köfteydi ve ızgarada pişmiş herhangi bir köftenin tadı nasıl olursa, o da öyleydi. Yalnız, harcında hiç baharat yoktu. 

Sarma, lahana sarmasına çok benzeyen, ama tat olarak daha ekşimsi duran bir yemekti. Üzerine tereyağlı sos dökülmüştü.

Sahan, bildiğimiz dolmaydı. Kabak, biber, domates ve soğandan birer tane dolma, bir parça fırınlanmış kırmızı et ve bir kaşık yoğurtla sunulmuştu.

Begova da çorbaydı; didiklenmiş tavuk eti konulmuş, sebze çorbası. Havuç, bamya, maydonoz ve seçemediğim bir iki sebze daha vardı içinde. Önünüze konulduğunda yediğiniz, ama olmadığında da eksikliğini hissetmediğiniz yemekler vardır hani, bana tam da öyle gelmişti.

Beğenip beğenmediğimi sordu. “Ekmek çok lezzetliydi” dedim. Güldü. Ki ekmek gerçekten çok lezzetliydi. Ama yemekleri beğenmiştim. Bunu ona da söyledim. 

Mutlu olunca, her insan güzelleşir, ama o bir başka güzelleşiyordu.

Bana öyle geliyordu ki, insan onun yanında uyursa, ertesi güne kendisinden çok daha başka, kendinden çok daha güzel bir şeye; mesela, görenin kendi bahçesine de dileyeceği, yaprakları hususi ela, mutlu bir kavak ağacı olarak uyanabilirdi.

Strbacki Buk’a gidip gitmediğimi sordu, “Hayır” dedim. “Çok güzeldir, görmelisin” dedi.

Söylediği yer kente yirmi kilometre mesafedeydi. Sapada kaldığı için, özel araç gerekirdi. Ona, “Belki” demiştim, ama iki gün  sonra bir araç kiraladım. Oradan çıkıp, arabayla doğruca ona gittim.

Kapısına geldiğimde, öğleye daha epey vardı. Kapıyı annesi açtı. Boşnakça bir şeyler söyledi, anlamadım. Ben sadece “Leyla” dedim. İçerden Leyla’nın sesi geldi, annesine bir şey söyledi. Cevap vermedi kadın; öylece durdu orada. Az sonra Leyla da geldi. “Her şey yolunda mı ?” diye sordu. “Evet” dedim, “Strbacki Buk’a gitmek için bir araç kiraladım. Yol konusunda bana yardımın olabilir diye düşündüm.” Güldü. “Olur” dedi, “bana bir kaç dakika zaman ver.”

Annesini selamlayıp arabanın yanına döndüm.

Hem evin, hem de bahçenin girişi onun için düzenlenmişti. Arabaya binmesine yardım etmek istedim, kesin bir sesle “hayır” dedi, üstelemedim. Arabanın kapısından tutup sandalyeden kalktı. Önce koltuğa oturdu, sonra ayaklarını içeriye aldı. Tamamen oturuncaya kadar yanında bekledim. Sonra sandalyesini katlayıp bagaja koydum.

Yolumuzun üzerindeki bir restoranda balık yedik. Balıklar Una’dandı. Deniz balığı gibi değildi, ama yine de sevmiştim. Çatal kullanmadan yememe önce şaştı, sonra güldü. En sonunda benim gibi, çatal kullanmadan yemeye başladı o da.

Strbacki Buk’a geldiğimizde saat iki olmak üzereydi. Burası, Bosna-Hersek- Hırvatistan sınırında, hiç insan ayağı değmemiş gibi duran, yeşile gark olmuş uzunca bir vadiydi. Dibinde, nehir olanca gücüyle çağlayıp gidiyordu. Vadinin her iki yakasında da kamp alanları, masalar vardı.

Rıhtı yüksek olmayan ahşap basamaklar, ağaçlar arasında zikzak çizerek suyun kenarına kadar iniyordu.

Sandalyeyi oraya götürmenin imkanı yoktu. Benim yardımımla oraya kadar gelebilirdi ki, o bunu istemedi; sonuçta ben bir erkektim, o da bir kadın, sanırım bana o haliyle görünmek istemedi. Israr etmedim. 

Engelli insanlara yoldaşlık etmenin, akla ilkin pratik zorluklarının gelmesi doğaldır. Ama zor olan, onlarla eşit olduğuna insanın kendisinin inanmasıdır. Buna inanmak ile buna inanmaya çalışmak, ya da daha kötüsü, inanıyormuş gibi yapmak arasında korkunç ve o insanı aynı korkunçlukta inciten bir fark vardır. Duyarlı olmayı taklit edemezsiniz; ilk yağmurla dökülen boyadan geriye kalan çirkin bir yer gibi sırıtır. 

İnsan nedir ?

Bu soruya cevap verirken, hiç kimse insanı etle, kemikle, kasla tarif etmez. Ama engelli birinin işlemeyen ayakları, işlemeyen kasları, onun kimliği oluverir… 

Leyla’nın ısrarı ile suyun kıyısına indim. “Seveceksin” demişti. Sevmiştim. Bir kayanın üstüne çıktıktan sonra, yüzümü nehrin geldiği yöne dönüp oturdum. Hızını alamayıp kayalara çarpan su, etrafa sıçrarken, kayanın dibinde de köpüren bir anafor oluşturuyordu. Leyla’yı yalnız bırakmak olmasa, bütün gün oturup o anaforu ve daha kenarda, kaçışıp duran küçük balıkları izleyebilirdim. 

Yanına döndüğümde bir şey söylemedi. Üzülmüş gibiydi. Önündeki biradan bir kaç yudum aldıktan sonra, ben bir şey sormadan o anlatmaya başladı. 

Yürüyebildiği zamanları hatırlıyordu. Okuldan evvel başlamış rahatsızlığı. Kısa bir süre sonra bütünüyle yürüyemez hale gelmişti. Ergenliğe kadar daha çok pratik zorluklarla boğuşmuş, ama sonrasında psikolojik zorluklar da eklenmiş buna.

Tek kelime etmeden onu dinledim. Böyle bir durumda ne söylenir, bilmiyordum, ki halen de bilmiyorum. Anlattığı şeylere karşılık bir şey söylemem gerekirmiş gibi hissettiğimden ve biraz da ne söyleyeceğimi bilmediğimden, aklıma gelen ilk şeyi söyledim: bir soruydu bu. 

“Yürüyebilseydin, ne yapmak isterdin ?”

“Yürüyebilseydim, koşardım, durmadan koşardım. Ama rüyalarımda kendimi hep dans ederken görüyorum. Oysa dans etmeyi sevmem bile.”

Şimdi ne söylemeliydim ? Soruyu sorduğuma bin pişman olmuştum. Ben o pişmanlıkla kıvranırken, o, “Biliyor musun, ilkin sandalyeme bakarlar, yüzüme değil..” 

Ne aptallık ama.. Gözleri o kadar güzeldi ki…  onlara değil de bir sandalyeye neden bakarlardı ki…

Koşmanın dışında, onu ayakta duruyor gösteren, yağlı boya bir portresi olsun istemiş hep.

Eski Avrupa’da, Çarlık Rusya’sında ve geçen yüzyılın ilk yarısına kadar (halen sürdüren var mıdır, bilmiyorum) Amerika’nın güney eyaletlerinde, aristokrat kökenden gelen ve diğer kimi varlıklı aileler, onaltı yaşına basan genç kızlarını, törenle sosyeteye tanıtırlardı. Tanıtılan genç kızın bir portresinin  yapılması da bu ritüele dahildi. Böyle bir şeydi Leyla’nın da tarif ettiği.

Bu konuda bir şeyler yapabilirdim. Sevinmiştim de. Konuyu ona açmadan -iyi ki de açmadım- bir şeyler denemeye karar verdim.

Sarajevo’dayken, Mostarlı ressam bir kadınla tanışmıştım. Tarihi çarşıya yakın, ön kısmını galeri olarak kullandığı bir atölyesi vardı. Modern tarzda resimler yapıyordu. Bana çay ikram etmiş, bir de kartını vermişti. 

Onu aradım, portre çalışan bir arkadaşını salık verdi. Konuştum; portrenin ebatları, ne şekilde olacağı ve maliyeti konularında anlaştık. Ancak ben oradayken tablonun yetişmesi mümkün değilmiş. Bütünüyle kuruması için iki  haftadan daha fazla bir zamana ihtiyaç olduğunu söyledi ki, benim o kadar kalmama imkan yoktu. Günün sonunda bana, içimin duvarına Leyla’nın portresini ukde diye asmak kaldı

Dönüş yolunda hiç konuşmadık. Üzgündü. Ben de öyle. Hâlâ ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. 

Onu evine bıraktığımda, tam kapıdayken, “Görmeni istediğim bir yer daha var. Yarın akşam gideriz, eğer istersen…” dedi.

“Elbette” dedim, “ ama nasıl bir yer?”

“Bir ada.”

“Bir ada mı?”

“Evet, bir ada.”

“Tamam” dedim. Hoşçakal deyip, kapıyı kapattı. Daha iyiydi sanki.

Ada dediği yer, Una nehrinin en geniş yerinde, tam ortada, dar bir tahta köprüyle karaya bağlanan, şöyle avuç kadar, küçücük bir kara parçasıydı. Üstünde yaşlı söğüt ağaçlarından başka, bir iki de meyve ağacı vardı.

Hiç bu kadar mutlu bir şey görmemiştim. İçinde sevinç köpüren küçük bir kız çocuğuna o kadar çok benziyordu ki… Oraya ayak bastığımda kendimi, aklımda olanları; hatta adanın kendisini bile unuttum. Her tarafta ateş böcekleri vardı.. Ama yüzlercesi, ama binlercesi.. Bir garip, güzel oldu içim.

Dallarını suya salmış söğütleri izlemek, ben kendimi bildim bileli  çok keyif verir bana. Ama ateş böceklerine öyle kapılmıştım ki, dönüp söğütlere bakmak aklıma bile gelmemişti.

Bir defasında uyuyan bir bebeği göğsümde taşımıştım. O zaman da böyle olmuştum. Göğsü o kadar hafif inip kalkıyordu ki, nefes alıp veriyor muydu, yoksa bana mı öyle geliyordu, içinden çıkamamıştım. Mucizeye tanık olmak gibi değildi; içindeydim mucizenin, orada yürüyordum. “Melekler, bebeklerin soluklarından yapılmış olmalılar” diye geçirmiştim içimden..

Hani bir şey, küçük bir şey yüzünüzün yanından geçerken havayı dalgalandırır ve  yüzünüze değen dalga, içinizde tatlı, küçük bir şeyi ürpertir ya, işte öyle bir şeydi..

Leyla alışıktı besbelli; yalnızca bana, yaşadığım şaşkınlığa bakıyordu.

Onu evine bıraktığımda geceyarısı olmak üzereydi. Mutluydu.

Kalan günlerde sürekli bir araya geldik. Edebiyattan konuştuk, biraz  da tarihten. Sinemadan daha çok konuştuk. Çok okumuştu, ama bir yerden alıp, diğer bir yere aktarmak gibi değildi onunkisi; sonuçlara varabiliyordu. Zekasına hayran kalmıştım.

Onu en son gördüğüm gün, ne zaman gideceğimi sordu, “Bilmiyorum” dedim. Bunu gerçekten bilmiyordum.

Sonraki günün akşamında Bihaç’tan ayrıldım. Ayrılırken vedalaşmadım onunla. Annemin beni öpüp yatılı okula uğurladığı günden bu yana, vedalaşmaya inanmam ben; faydası olmuyor. Veda anında sarıldıkları yerleriniz, daha sonra karda yanmış el, ayak gibi sızlayıp duruyor. 

Çoğunlukla sabah, herkes uykudayken çıkıp giderim. Bu sefer akşam gitmiştim, hepsi bu.

Ertesi gün arayıp Zagreb’te olduğumu öğrendiğinde, sesi soğudu. Sonraki gün aramadı. Sonraki gün de…

 

 

İlginizi çekebilir