Müslüm Yücel: Ölüm Hastalığı

Kaç zamandır ayak sesleri duyuyorum ve kimse gelmiyor. Derin uyumak için iki tane sıkı uyku hapı alıyorum… Uyurken rüyalar görüyorum, gördüğüm rüyaları anlatamıyorum; bir kent var hep, fareler basıyor, sonra farelerden biri oldukça geniş bir sofra ortasından geçiyor, ona tutunuyorum… Buna benzer pek çok rüya. 

Bir yerde biri üşüyor, üstünü örtüyorum. Sonra soluk alış verişleri duruyor. Ölüyor. Örtüyü kaldırıyorum, ölen benim. 

Bir ölü gibi yaşıyorum. Ellerim ayaklarım nasıl çekilirse geceleyin, her şeyden ve herkesten aynı şekilde çekiliyorum. Gün içinde gördüğüm insanlar, hayali öteki tarafta karşıma çıkmış gibiler; sesleri şimdinin sesleri değil, duyduğum her ses ileri bir zamandan geliyor; özellikle gülmeler, şakalaşmalar sanki dünyadan ayrılma biçimi, değilse bile nerden geliyor bu şenlik. Akşam yatmadan önce de tuhaf oluyorum. Eskiden de yatmadan önce duş alır, çamaşırlarımı değiştirirdim; ne olur ne olmaz derdim, uykuda ölürsem, yaşayanlar beni temiz görsünler. 

Ama şimdi, böyle değilim. Yine duş alıyorum, yine çamaşırlarımı değiştiriyorum ama bir şey fark ediyor, o da şu: Birileri, çürümüş cesedimin kokusuna geliyorlar. Belediye ekipleri kapı önünde… Biri ölmüş, bir kiri temizliyorlar. Kurtlar gövdemden, yediğim bütün etlerin, sebzelerin hesabını soruyorlar. İğrencim! Kimsenin bana yaklaşmasını istemiyorum, çünkü mide mezarlığım hiç kimseyi kabul etmiyor. Kime baksam kendimi görüyorum, kime baksam ölü bir yüz. Sanırım ölüler de diriler gibi birbirlerini sevmiyor. Sanırım, diri olanların bildiği tek şey, sadece yaşadıklarını zannetmek. 

Yazmak ve yaşamak istediğim bir şeydi sanki. İki gün önce Goethe Yi taklit ederek, etkiyi de önemle ifade ederek yaklaşık bir yıldır yazdığım Doğu Batı Divanı diye yazdığım şiirleri bilgisayardan sildim, defterleri yırtıp aceleyle çöpe attım. Pi sayısını ezberleme gibi bir şey, çöpe atınca bir rahatlık yayıldı içime, anlatamam. Yok etmek, yok olmak kadar lezzetliydi. 

Gerekçem de basitti, yaşamaya değer hiçbir şeyim yoktu; tutunduğumu zannettiğim şiir ise hiçti. Şiir bana fırsat olarak verildi. Ama öğrendiğim şey fırsat diye bilinen her şeyin hırsızlık olduğuydu.  Hatta fırsat, fesatla da birdi. Ekonomide bunun karşılığı hırsızlıktı. Birine bir şans verirsin, o buna fırsat der ve sonra bu bir değer kazanır. Fırsat, hırsızlıktır; mülkiyet gibi kirli bir şey, çünkü hak denileni yok ediyor. Kimse bana bir şans, bir fırsat tanıdı mı? Yok, hayır. İçim rahat. 

Acı karşısında insanlık ağzını kapatmış, susuyor; herkes ve her şey susuyor ve Allah, bana acımı söyleyecek bir dil bile vermemiş. Burada kırılıyor, Doğu; Batı’da ise Goethe Allah’ın ona bir dil verdiğini söylüyor; bu dille acısını söylüyor, ne büyük şans.  

Bunları düşünüyorum. Kendi hayatımı düşünüyorum. Tek bir hikâyem yok ama bu çok hayat beni yoruyor. Bu yorgunluğu bir tek ölüm dindirebilir. Ölsem rahat edeceğim gibi bir duygum var; bir defa acılarım dinecek ve benden dolayı varsa acı çekenler rahat bir nefes alacak, kurtulacak. Hangi acılardı bunlar? Anlatamadıklarım, yazamadıklarım… 

Durmadan her gün, hatta her saniye, işte bu anlatamadığım, yazamadığım anılarımı ziyaret ediyorum, onlarla konuşmak bana inanılmaz bir haz veriyor… Bir yerde pişmanlık yaşamışım ve bu yaşadığım pişmanlığı bir tek ben biliyorum, bunu sıkça ziyaret ediyorum. Bir kez, hatta çoğu kez en sevdiklerim beni arkadan vurmuşlar, kanamışım, hatta kalbimin kanını dindirmek için o kadar çok sigara içmişim ki bundan kimsenin haberi yok… Hatta beni arkadan vuran, ihanet edenleri hala o kadar çok seviyorum ki, onların benden haberi yok… Bazen bu anları bazı kitaplarda görüyorum, birden bire ağlamam tutuyor. Sevinçten. Çünkü, diyorum benden başkaları da aynı dertten muzdaripler… 

İnsan ruhu garip bir şeydir. Ruh diye bir şey de vardır. Ben bunun biçimini keşfettim. İnsan ruhu su biçimindedir. İnsan da yel gibidir, o su içinde eser ve kalbim, o buhardan yıldırım, durmadan çarpar, böylece beynimizde bir ateş yanar, buna yaşamak derim, ama soru da şudur: Bu ateş neden külünü kaldırmıyor daha…

Bunu kendime bağlıyorum, hatta içimde bir hafiflik olsun istiyorum. Biri olmasa yemek yemek bile aklıma gelmiyor. Yemek yemeyi unutuyorum. Geçen bir dizi film izlerken, şöyle kalabalık bir sofra gördüm, o sırada acıktım, gece yarısı kalkıp pilav yaptım.  Eskiden olduğu gibi, şöyle kulağımı pirincin sesine verdim, dibi tutmasın diye küçük bir çaba ama! Pilav pişti, bu sefer başka bir şeyle uğraştım, bir kitaba baktım, maillerimi açtım, kimse yoktu, zaten ben yazmasam kimsenin bana iki satır yazacağı yoktu, bir de baktım, yemeği unutmuşum.  

Bir şey ya keyif vermiyor ya hemen etkisini kaybediyor bende. Sanırım acı da çekmiyorum; bir, acıkmıyorum; iki, yesem bile yediğimden bir tat almıyorum. 

Başta yazdım, tekrar edeyim; yatağa girince uyuyamıyorum, iki yıldır uyku hapı alıyorum ama bazen yürürken bile uykudaymışım gibi yaşıyorum, ekmek alıp eve gelirken, yolumu şaşırıyorum. Bazen kendime mektup yazmak geçiyor içimden. Eve gelince kapıları sıkıca kilitliyorum; sanki ölüm dışarıdan gelecek, oysa dışarıdan sadece hırsız gelir… Sonra bitmek tükenmez söylevlerim var evde; kiminle konuşuyorum, bilmiyorum, bildiğim ölmüş kimseler, adlarını buraya yazsam, okuyan kimileri gülmekten kırılır, ne film artistleri kaldı, ne siyaset adamları; hepsiyle konuşuyorum ve bu konuşmalar sırasında kendimle konuşmanın sınırı nerde başlıyor nerde bitiyor bilmiyorum hiç.

Sonra okuduğum kitaplardaki kimi adamlarla uzun uzun konuşmalarım var. Herkes Madam Bovary’i sever ve sayarken, son yıllarda ben Charles Bovary sevmeye başladım, hatta geçen gün sırtını Madam Bovary’nın mezar taşına dayamışken Charles’la uzunca bir sohbet ettik. Charles eczacı olduğu için Covid 19’a ne iyi gelir diye konuştuk, bulduğumuz ilacı Pecos Bill çetesi elimizden almasıydı bütün insanlığa dağıtacaktık. 

Birini ajite ediyorum ama bu ajite ettiğim benden başkası değil; bunun da farkındayım, zeki bir ölüyüm ben; hiçbir anlama gelmeyen amaçsız hal ve hareketlerime rağmen dünyadan uzaklaştığımı da fark ediyorum.  Bu iyi. Ama bir şey beni garip bir şekilde koruyor… Vücut sıcaklığımın artması ve azalması, kan basıncımın düşmesi, düzensiz nabızlarıma rağmen bu koruma… Kim bu? Bilmiyorum. Üstelik aynaya bakamıyorum, her baktığımda derim renk değiştiriyor; soluk ve kirli mavi bir renk gövdemi kaplıyor, tırnak altlarım yine bu kirli mavi. Mavinin bu kadar kirli olduğu başka bir yer yoktur… Renk beni boğuyor, boğulacak gibi oluyorum…

O zaman dışarı atıyorum kendimi,  sigara alma bahanesiyle, biriyle ayaküstü dahi olsa iki kelime etmek, bir enerji dalgası yaratıyor.  Ama her zaman böyle şanslı değilim, her kimle karşılaşsam, bir mesafe; işte bu mesafe karşısında, ellerim, ayaklarım mora dönüyor ve lekeli bir hal alıyor; mor ve mavinin, saniyeler içinde, beni bu kadar derinden sarmasına gönlüm razı değil ama, sıkı bir korkuyla kendime geliyorum; gözlerim açık; gözlerim kuş sanki, birazdan uçacaklar, birden bakışım değişiyor, sanki öleceğim birazdan; dalıyorum, bir nehir, beyaz ve kırmızı balıkları olan bir nehir bu, biri yanıma geliyor; kendisinden önce kokusu geliyor, sonra sesi, sonra bakışı, sonra oturuyor; nane topluyor bir kayalıktan ama yüzü görülmüyor.

Çok aydınlıkta niçin böyle görülmez insanın yüzü. Ama bir yaşama belirtisi bu; biri uzakta, biri var duygusu iyi geliyor. Bir nane kokusu… İşte bu koku, yaşadığımı söylüyor. 

İlginizi çekebilir