Hasan Hayri Ateş: Siz hiç çocuğunuzu öldürmek zorunda kaldınız mı?

Biliyorum, başlık çok ağır oldu. Lakin, dostum Hasan Sağlam’ın imzalayıp verdiği kitapları okumak, beni başlığı böyle kurmaya mecbur etti. Klavyenin tuşları başka türlü çalışmadı.

Küçüklüğüm, Dersim Tertelesi’ne dair hikâyelerin gölgesinde şekillendi. Ayrıca bu konuda mağdurdan yana hayata bir pencere açan çalışmaları büyük oranda inceledim, okudum.

Yasak Mıntıkanın Çocukları’nı okuyunca, Seyitmençe nasıl ayakta kalabildi, diye soruyorum kendime. Asla sağaltılamayacak bir travmayla, dermanı olmayan bir derdi sırtlanırken, hangi güç onu ayakta tuttu.

Cemal Süreya da, Yasak Mıntıkanın Çocukları’nın sayfalarında bir gölge gibi dolaştığı için, kısaca onun dizeleriyle devam edeyim. Zaten olayların bir kısmı Süreya’nın sürüldüğü Bilecik çevresinde geçiyor.

Evet, Cemal Süreya çocuk yaşta soykırıma tanıklık etmiş ve sürgünlüğü yaşamış, Dersimli bir şair. Yaşadıklarını çok etkili bir şekilde şiire dökmüş:

“Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”

Yaşadığı zamandan taşıp tüm zamanların zirvesine ulaşmış bir şair, Süreya. Şairliğiyle ebediyete taht kurmuş olmanın sırrını, küçük yaşta yaşadıkları konusunda gelişen duyarlılığa bağlıyor.

Yine bir şiirinde, şöyle diyor:

“Sizin hiç babanız öldü mü?

Benim bir kere öldü, kör oldum.”

Baba, çocuğun sırtını yasladığı dağdır, dünyaya açılan penceresidir. Babanın yokluğunda dünya kör karanlıktır; hayat ise altından kalkılamayacak bir enkazdır. Cemal Süreya, erken yaşta ve de sürgünlükte babasını kaybetmiş biri olarak, soruyor.

Aslında acının en katmerlisi olan soykırımı ve arkasından gelen sürgünlüğü deneyimlemiş biri olarak, empatiye çağırıyor aynı zamanda.

Sizin hiç babanız öldü mü? Ölmediyse ahkâm kesmeyin, bu acıyı yaşamış olanlara kulak verin.

Peki, siz hiç çocuğunuzu öldürmek zorunda kaldınız mı? Böyle bir acıyı yaşayanları dinlediniz mi?

Evet, Tanrı’nın Dersim dağlarında öldüğü, Azrail’in sırra kadem bastığı, cümle Dersim evleiyalarının yüz geri ettiği, ölümün ecelsiz olduğu zamanlardır. Dört koldan ordular girmiş, gökten ateşler yağmaktadır. İnsanlar çaresizce kendilerini dağlara vurmuştur.

İşte böyle bir zamanda, kafile hepten kırıma uğramasın diye Seyitmençe, mecalsiz düşen oğlu Ali Haydar’ın eceline Azrail olmak zorunda kalır.

“… Kartal yavruları yuvada iken en büyüğü diğerlerini öldürürmüş, yaşamak için. Doğanın kuralı bu muydu? Seyitmençe beyninin çalkantısını durduramıyordu.

Babasının yüzüne çırpınışlarla bakan Ali Haydar, bir süre sonra serçe gibi titreyerek yere düştü nihayet.

Seyitmençe eğilip oğlunun saçını yana yatırıp, yıldızından öptü. Ellerini göğsünde berleştirip, suyun üzerine bıraktı. (…) Kaç asır geçmişti, kendine gelmiş miydi Seyitmençe.”

Bir babanın ölüp ölüp dirildiği andır bu. Bir daha kendine gelebilecek miydi Seyitmençe? Belki de

hayata hep ölü kalacaktı…

Seyitmençe her iki romanda da yer alıyor. Bu romanı ben yazsaydım, Seyitmençe’yi ne yapardım? Bunu çok düşündüm? Böyle bir acıyı kim taşıyabilir? Mesela Kör Kuyuda Tufan/Dersim ‘38’in Romanı’ın da Aze diye küçük bir kız çocuğu da öldürülür. Elbette topluluk hepten kırıma uğramasın diye. Ama kıznın Azrail’i olmaya mecbur bırakılan Asme anne dayanamaz, kendini de öldürür.

Fakat Hasan Sağlam iyi ki de yaşatmış Seyitmençe’yi. Böylece toplumsal travmayı daha iyi anlayabiliyoruz. Bir de sağır ve dilsiz Sultan var ki, ayrı bir hikâye. Kendisi gibi acıları da dilsiz…

Hemen belirteyim ki, bu bir kritik yazısı değil. Dersim soykırımında mağdurun hakikatine farklı bir pencere açan iki romanın tanıtımıdır.

Dersim Soykrımı’nın neden olduğu toplumsal travmalar sağaltılabilmiş değil. Yahudi Sokırım’ı sonrasında toplumsal psikoloji konusunda, özellikle travma dalında çok yoğun çalışmaların yapıldığı biliniyor. Bu alanda farklı bir ekol geliştiren Viktor Emil Frankl’in kendisi kamplarda kalmış, o süreci deneyimlemiştir.

Dersim’de travma çalışmaları halen de söz konusu değildir. Soykrımın neden olduğu ağır travmatik durum, kuşaklar arası aktarım yoluyla günümüze kadar taşınmıştır.

Travma, bireyin fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü derinden tehdit eden olay ya da durum olarak nitelendiriliyor. Kavramak ve baş etmenin oldukça zor olduğu, kimi zaman ömür boyu, hatta kuşaktan kuşağa aktarılarak çok daha uzun sürdüğü bir süreçtir bu.

Dersim meselesini ve Dersim toplumunu daha iyi anlamak için, çok daha özenli bir yaklaşım ve epmati şartttır. Yasak Mıntıkanın Çocukları ve Toparağına Tututunanlar. Bu her iki romanın da, bu empatiyi kurmada ciddi katkı sağlayağını düşünüyorum. Zaten Seyitmençe’nin hikâyesi her iki romanda da devam ediyor. Sultan ve başkalarının hikayeleri…

Evet, Dersim toplumunda özellikle taravmayı anlamk açısından yeni bir pencere açan, Yasak Mıntıkanın Çocukları ve Toparağına Tututunanlar romanlarını okumak gerekir.

İlginizi çekebilir