Canan Sinanyan: Anzele

Surların kara taşları güneşin sıcağını içine çekmiş etrafında ne varsa kasıp kavururdu. Büyükler evin eşik arasında ya da ayvanlarda dinlenir, orada uyurlardı. Biz çocuklar sıcak soğuk dinlemeden mahallenin gölge düşmüş duvarlarının altında oyuna devam ederdik. Bize durmak yoktu, oyun üzerine oyun oynardık. Sıcaktan bunaldığımızda ve serinlemek istediğimizde ise Ayn-ı Zelal (Anzele) bizi beklerdi. Anzele mahallemize açılan serinlik kapısıydı. Ayağımızda rengarenk plastik terlikler vardı. Yürürken terliklerimi topuklarıma çarpar çıkardığı sese bayılırdım.

Hava öyle sıcaktı ki hemen serinlemek istiyorduk. O güzel rengarenk terliklerimi çıkarıp önce ayak parmaklarımı suya sokar dayanamaz hemen çıkarırdım. Çünkü buz gibi bir suyu vardı. Karacadağ’ın karlarının eriyince doldurduğu yer altı sularının yeryüzüne çıktığı gözelerden biriydi Anzele. 

Önce bir ayak, daha sonra diğerini, böylece alıştıra alıştıra suya girerdik. Taşlar çok kaygandı. Kaymamak için el ele tutuşurduk. İçimizden biri bu doğal havuzun içindeki bazalt sütunu tutardı. Sütunlar Ayn-i Zelal’in askerleriydi. Biri sağda, diğeri solda durur, kemerle açılmış olan gözenin ana kaynağını korurlardı.

Havuzun içinde kutsal yeşil balıklar vardı. Her biri kocaman olmuştu ama tutmak günahtı. Balıkların dokunulmazlıkları vardı. Bu balıklardan hiç korkmazdık onların da Ayn-ı Zelal’in melekleri olduğuna inanırdık.

O serin buz gibi suda küçük küçük adımlarla kemerli olan kapıya doğru yürür, eğilip surlara kadar devam eden suyun kaynağına bakardık. Pek bir şey göremezdik. Ayn-i Zelal karanlık odasında bir yerlerde saklanmıştı ama bizi duyduğundan emindik. Usulca ayaklarımıza sokulur soğuk, yumuşacık o nazik bedeniyle sarılır, bizi kucaklardı. Onu hisseder ürperir ama ondan korkmazdık. Eğilir kalbine seslenir; ‘’hey!’’ diye bağırırdık O da bize, bizim sesimizle cevap verirdi. Çığlık atardık, o da atardı…

Çığlıkları vardı, anlatacakları vardı, anlatamadıkları… Anzele karanlıkların kraliçesiydi. Yeryüzüne gözyaşları çıkıyordu. Belli ki dur durak bilmeyen gözyaşları acısının sesiydi. O Diyarbakır’ı dört dönerdi. Yer altından olup bitenleri duyar, acıların yarattığı gözyaşlarını Diyarbakır’a can suyu olarak dökerdi. Durmadan akan gözyaşlarını,hayatın anlamına katan bir ana, bir kadındı. Suyunun tadına ve bereketine akıl sır ermezdi. 

Çimdiğimiz açık olan doğal havuzun suyu dolar dolar taşar, oradan salahaneye akardı ve oradaki kasapların atıklarını toplar, kirlenir, Haramsu olurdu. Kem gözlerin değdiği nice insanlar o suyun üzerinden birkaç kez atlar, uğursuzluklardan, kem gözlerin yarattığı kötü etkilerden kurtulduklarına inanır, kendilerini mutlu hissederdi.

Yer altında saklanır, Mardinkapı’da gözünü açardı Anzele. Taş su kanallarından süzüle süzüle, sallana sallana değirmenlere varır çarklara güç katardı. Durmadan yoluna devam ederdi. Hevsel’in o güzel bahçelerine can suyu olur, sevgilisine kavuşurdu. Bir ana yüreğiyle bütün şehre kol kanat gerer hayvanları, bitkileri suya doyururdu. Ayn-ı Zelal aştı, işti, kurda kuşa candı.

Anzele’nin dolandığı, can bulduğu yerlerde kimsesiz Fate yaşardı. O yeraltının anasıydı, yer üstünde ise kanatsız melek kızı Fate yaşardı. Meleklerin yaşadığı yerde elbette bir de şeytanlar vardı. Ayn-ı Zelal anamız Fate’ye uzanmak, onu korumak ister fakat kolu kanadı ona ulaşamazdı. Duyardı çığlıklarını karanlık bedenin dehlizlerinden, Fate’nin gözyaşları onun suyuna karışırdı. 

İşte bu yüzden su buz gibiydi. Görmemişti kimseden bir sıcaklık, bir merhamet. Çığlık çığlığaydı ruhu, bedeniyse Diyarbakır bedenlerinde. Aklı ne kendine yeter ne kimseye yeterdi. Bir garip çaresiz bir kadındı beden diplerinde. Laldı, sağırdı, kördü neleri gördü neleri bağrına gömdü Diyarbakır bedenleri. Deli Fate de onlardan biriydi. 

Üzerinde basma uzun bir fistan, altında lastikli bir tuman, ayağında yırtık eski püskü naylon bir terlik, ayakları güneşten kavrulmuş kapkara, tırnakları kir pas içinde şehri dolanır, bir şeyler anlatır, beddualar dökülürdü o dişsiz ağzından.

Güneşten ağarmış çit altında tarumar saçları, kara gözleri bir garip bir yoksun bakardı. Fistanın kopuk düğmelerinden kara bağrı görünür, imam tahtasını döver döver dururdu. Anzele’nin dört bir yanından Fate’nin yanık sesi duyulurdu. 

O anamın dua kapısıydı. Kimsesizdi, korumasızdı. Güvenilir çaldığı kapılardan biriydi bizim kapımız. Kurulan sofrada karnını doyurur, anama anlatabildiği kadarıyla derdini anlatır, ağlardı. Aklansın paklansın diye anam su ısıtırdı Fate’ye. Tas tas su döker, ‘’Allah! Allah!’’ diye bağırırdı. 

Ayn-i Zelal’in suyu onu paklar basardı bağrına. Korumak, sarmak, saklamak isterdi. Bir damla suyunda boğmak isterdi Fate’ye kıyanları. Babasız çocuklar doğurmuştu Fate. Kullanılmıştı bedeni, o acımasız karanlık ruhlarda. Bu koca evren ve beden suskun kalmıştı. Fate gibi daha nice bedenler erimişti bu sağır, lal, kör bedende ve koca evrende. Fate bir var oldu, bir yok oldu. Dillerde gönüllerde surların kara taşlarında yitik bir kadın olarak kaldı         

Ayn-ı Zelal hala dünkü gibi akmaya devam ediyor, yine o serin yumuşacık koynunda, sayısız çocuk serinleyip eğlenip duruyor. Balıkları yeniden gün yüzünü bulmuş üremeye, yaşamaya devam ediyor. Sessizce salına salına Haramsu’dan geçip Hevsel’ine varıyor. Değirmenler kalmasa da Hevsel’in bereketli bahçelerinde, Hevsel’e can oluyor, oradan Dicle’nin koynuna dökülüyor.

 Ayn-ı Zelal’in bereketinde, duruluğunda, serinliğinde kalmanız dileğiyle…

İlginizi çekebilir