Suna Arev : Yanık kokardı ablam

Bu büyük köyde, buğdaydan sonra, en çok şeker pancarı ekilirdi.

Şeker pancarı köylüler için iyi bir gelir kaynağıydı o zamanlar. Hem şeker, hem para, bir de hayvanları için küspe denilen bir yem alırlardı karşılığında köylüler.

Güzün pancarlar çıkarıldığında herkes kazanlarla pancar kaynatıp tatlı niyetine yer, hatta kış için toprağa gömer, kışın kaynatıp tüketirlerdi. Ama bizim evde şeker pancarı kaynamazdı hiç.

Bizde pancar lanetliydi, can yakıcıydı, yürek ezdirendi…

Dersim’den gelip bu köye yerleştiklerinde annem ilk defa şeker pancarını görmüş. Bir komşusu pişirip, iki tane de anneme vermiş. Kokusu, tadı bir başka gelmiş anneme. Soymuş dilim dilim, kesip kardeşlerime de yedirmiş.

O kadar çok sevmişler ki ertesi güz annem ırgatlıktan getirdiği pancarları bir güzel yıkamış, ayıklamış, bir kazana yerleştirmiş. Bir ocağımız varmış bizim, kim vermişse, işte onun üzerine kazanı yerleştirmiş. Pancarları koymuş, suyu doldurmuş üzerine ve kaynatmaya başlamış.

Ablam o zaman 6 yaşındaymış, abim de yeni sürünüyormuş daha. Annem ikisini bir köşeye oturtturmuş, çeşmeye su almaya gitmiş. Ateş sönmek üzereymiş. Ablam kalkmış ocağın altına çırpı yerleştirmeye başlamış.

Abim de sürünerek ablamın yanına gelmiş. İşte ne olmuşsa, o zaman olmuş. Daha çok çırpı yerleştireyim derken, kazan devrilmiş. Ablam abimi korumak için, kazanın önüne geçip, siper olmuş ona. O ara belden aşağı bütün vücudu yanmış ablamın.

Evde öyle bir çığlık kopmuş ki, annem çeşmeden duymuş, koşarak geri gelmiş. Annem üstünü çıkarmış ablamın, su dökmüş, üflemiş ne yapmışsa ablamı susturamamış. Ablam bütün gün yanıklarından ağlamış, ağlamaktan bitap düşmüş uyumuş.

Akşam olmuş, babam ırgatlıktan geri gelmiş ve olanları duyunca annemi öyle bir dövmüş, öyle bir dövmüş ki annemin kaburgaları kırılmış, başı gözü yarılmış. Komşular annemi babamın elinden zor kurtarmışlar. Annem kendi ağrılarını ablamın inlemelerine karıştırmış ne etmiş ne eylemişse ablam bir daha eskisi gibi olamamış.

Ablam en büyük acısıydı evimizin…

Hepimizi büyüten, koruyup kollayan, höllük eleyip, bizi kundaklayan, öğlenleri bizi sırtlayıp ırgatlığa giden anneme emzirten, ekmeğimizi pişiren, bizi yıkayıp paklayan, şeker torbalarından yapılmış bezlerimizi yıkayan, saçımızı tarayıp ören, koynunda uyuduğumuz evimizdi ablam.

Babam en çok ablamı severdi. Ablam çok güzeldi benim. Simsiyah kıvır kıvır saçları, iri siyah gözleri, yüz yuvarlak bir yüzü, düzgün bir burnu, hafif kalın, küçücük bir ağzı ve yapılı dişleri vardı.

Hani gülse biraz gamzeleri bile vardı ablamın.

Ablam entarisini çıkarmadığı zamanlarda çok güzeldi. Ablam hep çeyiz işlerdi. Önceleri gaz lambası ışığında, sonraları bir ampulün sarı ışığında hep nakış işler, çeyiz dizerdi.

Bembeyaz patiskalara, kuşlar, güller, el ele tutuşmuş sevgililer, evimize benzemeyen güzel evler, o güzel evlerin önünde oynayan çocuklar islerdi patiskalara…

Ne çok düğünler olurdu bu koca köyde. Davul sesleri gelirdi, ablam çeyiz işlerdi. Ablam hep çeyiz işlerdi.

Gel zaman git zaman, o güzelim nakışlar, yer değiştirdi…

Nakışlarda çiçekler solgun boynu büküktü, yalnız yere yapışmış evler, o evlerin önünde yalnız bir kız vardı artık nakışlarında. Ablam dikişi o kadar çok severdi ki, babam ona bir gün, Dirkop marka bir dikiş makinesini borç ile aldı.

Ablam bütün umutlarını, o dikiş makinesine taşıdı. Bütün köye şalvarlar, elbiseler, etekler dikti. Artan parçalarla da bize renkli dünyalar giydirdi.

Zamanla ablamın çeyiz sandığı da boşaldı, yeni evlenenlere hediye verdi, kalanları eve dizdi.

Davul sesini sevmem ben. Nerede bir davul sesi duysam, o tokmak davula değil de gelir şu göğsüme vuracak sanırım.

Ablam gelir aklıma. Bir defa da ben yanarım…

İlginizi çekebilir