Suna Arev: Ğezel

Adını sonbaharda dökülen yapraklardan mı almıştı yoksa o dönemler herkesin doğan kız çocuklarına taktığı bir isim miydi.? Bilinmez…bilinen o ki adı Ğezel’ di…

Herkes onu ‘Ğeze’ diye çağırırdı fakat devletin ona kimlikte bahşettiği (!) isim ise tamamen farklıydı. Adı dört harfe indirilmiş kayıtlara ‘Gazi’ diye geçmişti. Tıpkı ablası ve küçük kız kardeşi gib onun da ismi değiştirilmişti. Onlara ‘Türk’ olduklarını çağrıştıran ve  Türk Dil Kurumu’nun kurallarına uygun olan isimler verilmişti. 

Ne de olsa bu toprakların ötekileriydiler ve kurum onların adına rahatlıkla karar veriyor, anne babalarının verdiği geleneksel isimlerini siliyor, yok sayıyor, onlara kendi uygun bulduğu isimleri veriyordu.

Soyadı kanunuyla gelen isim ve soy isim düzenlemesi nedeniyle hayatlarında bir tek Türkçe kelime bilmeyen bu insanlara verdikleri isimlerle adeta onların canlarını okuyor ve cezalandırıyordu.

Ne var ki Ğezel, komşusuna göre daha şanslıydı. Komşusunun devletin kayıtlarına geçen adı Ördek’ti…Ki garibimin bu ismi hep alay konusuydu.

 Ördek bu yana, Ördek şu yana… Ördek, yağmur yağacak…Ördek,çukurlar su dolacak…Ördek, hadi yüzsene, Ördek! Ördek ha Ördek …

Ördek’in ise elinde her zaman bir taş, asıl suçlunun devlet olduğunu ne bilsin ? Savurur taşını öfkeyle, kimin başını gözünü yaracaksa artık.

Ğezel ,ailenin en güzeliydi. İnce , uzun,  narin,  esmer bacılarının aksine , kumraldı beline dökülen upuzun her zaman iki örgülü gür saçları, keman kaşlarının altında bir çift özlem ve hırsla bakan mavi gözleri, yuvarlak bir yüze çizilmiş düzgün bir burun , altında onu süsleyecek, çok az gülen bir ağız, ağzının kenarında sonradan çıkıp büyüyen bir et beninden başka da bir kusuru yoktu…

Doğrusu güzel kadındı Ğezel, adının anlamı gibi ömrü (dökülen yapraklar) olmasaydı eğer…

Sarıp sarmalayacağı, koruyup kollayacağı arkasında dağ gibi bir babası yoksa kızların,  her biri ğezel yaprağıdır artık, oradan oraya  savrulan hep kışa dönen, çürüyen ve sistem kurbanları ğezeller olurlar… Zira babaları erken ölmüştür…

Sırtını köyün dışına yaslamış üç gözlü toprak bir evde otururdu. İki tahta divan, teneke bir soba, penceresinde bir hanımeli çiçeği vardı. Evin en gözalıcı eşyası ise bir duvar halısıydı. Halının üzerinde İsa’nın bir resmi, başında taç şeklinde bir güneş,  eli kalbinin  tam üzerinde dururdu. İsa sanki bu yoksul eve acıyarak bakardı.

Köyde sürekli giydiği bir şalvarı vardı ki bir telini çeksen kırk yama dökülürdü. Ğeze, bizden biriydi kadındı, anaydı, emekçiydi ve yalnızdı hem de yapayalnızdı…

Ğeze’den daha çalışkan biri var mıydı? Vallahi yoktu.

Kocaman damarlı elleri, yürümekten aşınmış pençeli ayakları, yeri titreyerek yürümesi ve omuzunda hep bir sulama küreği taşımasıyla kadından çok bir erkeği andırıyordu. Aslında Ğeze bir nevi erkekleşmişti.

Üç kızı bir de oğlu vardı. Oğlu yedi aylıkken kocası tarla, sınır meselesinden, yediği bala zehir katılarak öldürülmüş, kimse de bu davanın peşine düşmemişti.  “Kimi kime şikayet edeceksin ķi”nin ötekiler meselesiydi.

12 yıllık evliliği böylece biten, 29, yaşında dul kalan ve bir daha hiç evlenmeyen bu kadın tek başına mücadele etmenin bedelini çoğu zaman canına kast ederek günlerini  aç yatarak,  gözünü herşeyde bırakarak geçirirdi. Göğsündeki kemikler açık yakasından dışarıya fırlayacakmış gibi dururdu.

Zamanında Ğezel güzel, Ğezel çok genç, çok da alımlı. İki eltisi var kıskanıyorlar. Çok zulüm ediyorlar, “git diyorlar git, çocukları bırak git evlen…” Dövüyor, dişlerini kırıyorlar saçını yoluyorlar .” Kocalarımızı elimizden alırsın ” diyerek ne hakaretler ediyorlar. Nereye gider ki Ğeze .Dışarı atılıyor, aylarca bir samanlıkta çocuklarını koynuna alıp uyuyor ,sonra nasıl oluyorsa köyün muhtarı araya giriyor da mal bölüşülüyor o da kerpiçten üç göz ev yapıp başını altına koyuyor.

Bir hırs vardı Ğeze de, bir hırs ki hiç görülmemişti.

Ondan daha cimri biri daha var mıydı? Vallahi orada yoktu.

İmkanı var mıydı bahçesine girip dalından bir elma koparmanın veya bostanından taze bir sebzeye el atmanın…Yoktu, kıyametler kopardı.

Satardı yazın yetiştirdiklerini,  olmadı güneşte kurutup kışın satardı. Çuvalı sırtına verip pazar pazar dolaşır, bir kuruş fazla verene el emeğini seve seve verirdi. Kendi canından başka kimseye de zararı yoktu. Kimseden bir şey almaz, kimseye de bir şey vermezdi.

Herkes onu yadırgarsa da koşulları öyleydi.Ne bir maaşı vardı, ne bir geliri, bütün varlığı elinin emeği anlının teriydi ve bir başınaydı.

Ğeze, kısacık evliliğinde gün yüzü görmeyenlerdendi. Bütün duygularını bir bıçak gibi kesen, hiçbir erkeğe kirpiğini dahi kaldırıp bakmayan, ona birilerini tavsiye edenlerden bile yıllarca küsen, ömrünü özellikle tek oğluna adayan Ğezel, fedakar, vefakar bir kadındı.Toplum, bir nevi dul kalan bir kadına ikinci bir sevilme, evlenme şansını da aslında örtülü biçimde şart koşuyordu” “Nasılsın Ğeze? Oğlum iyiyse ben de iyiyim .” Bütün yaşamı bu cümle çemberinden ibaretti..

Herkes yuvadan uçup yalnız kaldığında hatta parkinson hastalığına yakalanıp elleri tir tir titremeye başladığında bile onu iş yaparken görmek kimseyi şaşırtmıyordu.

Ablası da küçük kız kardeşi de ölmüştü, neredeyse bir asırlıktı.

Yalnızdı hem de yapayalnız.

Onu en çok” açık ekmek, kara üzüm ” isterken hatırlarım.

Sonra annemle birbirlerine sarılıp ağlamalarını, geçmişi acıyla yad etmelerini.

Bir şubat sabahı 90 yaşında ölüm haberini aldık.Cenazesine katılamadık zira, biz de gurbet ellerde çil yavrusuyduk.

Ölmeden bir hafta önce hep küçük kız kardeşini yani , annemi anıyor onu çağırıyormuş. Ğeze anne yarısı, teyzemdi.

Savrulan yapraklardan sadece biriydi.

İlginizi çekebilir