Suna Arev: Avrupa’nın temizlik perileri

Avrupa’nın güzel evleri, planlı ve geniş caddeleri, kenarlarına inşa edilmiş, tek katlı, çok katlı, bungalov ya da bahçeli villaları… Hele bir de bu evlerin özel olanları  var ki bahçelerindeki envai çeşit çiçek ve gülleriyle bezenmişler, her yoksulun, her göçmenin içini gıdıklamadan, onları tatlı rüyalara daldırmadan duramazlar…

Ah, bu ev benim olsaydı, ne güzel olurdu değil mi? Şu terasın görkemine bak! Ya şu bahçenin peyzaj düzenine; aman Allah’ım kim bilir içi ne kadar güzeldir, ne paha biçilmezdir, böyle bir evde yaşayan mutsuz olabilir mi? Olur mu ya söylesene..?”

Ne çok duyarız, ne çok hayal kurar, kendi halimizi hatırlayıp ne çok iç çekeriz …

Uzaktan güneşin altın ışıklarını pencerelerine yansıttığı her evin içi elbetteki mutlu değildir…Kapalı kapılar ardında koca evlerin duvarlarına gömülmüş ne çok sırlar, ne derin mutsuzluklar ve elbette ne çaresiz yalnızlıklar yatıyor, bilinmez…

Bunu en çok da temizlik perileri bilir…ellerindeki toz bezleri, yerleri yalayan paspasları, silip temizledikçe içindeki berrak suyun kapkara zifte dönüştüğü kovalarıyla temizlik perileri…

Evet yanlış duymadınız; burada Avrupa’nın bu sessiz, bu yalnız evlerinin hemen hemen çoğunun bir göçmen temizleyicisi illaki vardır.

Dağılırlar yaban ellerinin kapı zillerine, bahtlarına ne çıkarsa…Kimi zaman geçici, kimi zaman sürekli gidecekleri bir işleri olur. Sigortasız ve güvencesiz olsa da, “Alan memnun ,satan memnundur” aslında. Ev sahibi sigortadan, vergiden, sorumluluktan yırtmıştır, evi temizleyen ise günlük aldığı sıcak parayla, iş bitiminden sonra gideceği en yakın alışveriş merkezinde gündelik ihtiyaçlarını karşılayacak bir yan gelirin günlük olarak eline geçmesinden memnundur.

Gülsüm de bu göçmen perilerinden sadece biridir. Anadolu’nun bağrından kopmuş buğday tenli, bir başağı andıran gür saçlarını, yağmur gibi ter akıttığı alnına dayar ve böylece varır hali vakti yerinde olanların evlerini temizlemeye. Yoksulluğun kara sütünü emmiş, ihanetlerin, çelme takılıp düşürülmelerin en okkalısını yemiş, feleğin çemberinden geçmiş mi geçmiş biridir Gülsüm.

Belki de insanlardan kaçması, yalnızlığı seçmesi bundandır. İki küçük çocuğuyla bir apartman dairesinde yalnız yaşar, sabahları çocukları okula gider, Gülsüm de ev işlerine…

Eski bir masaldan seslenir Gülsüm, akşamları yorgun argın eve geldiğinde, “Engüşüm Çengüşüm, aç kapıyı ben geldim, memelerim dolu süt, ağzım dolu ot” diyen sürüden kopmuş keçi gibidir. Zira iş dönüşü onun da, eli kolu hep doludur.

Kimseye gitmez, kimseyi de öyle kolay kolay almaz evine…güzeldir Gülsüm…Kocasından ayrıldığı ilk dönemler en yakın arkadaşı ona demiştir ki  “Neme lazım  gençsin,  eh güzelsin de ,hani böyle evli barklı ailelere gitmemek lazım, vallahi kendi adıma demiyorum da ,elin ağzı torba değil ki büzesin…” Kısacası ; kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misali demiştir ve işte o günden sonra da Gülsüm, ayağını herkesten çekmiş , kendi yağım bana yeter , kavrulur giderim demiştir.

Gülsüm’e yanaşmak, onunla konuşmak ,dost olmak epeyce bir zamana ve sabıra dayalıdır. Bu sabırdan sonrasında, hadi yaslan bakalım, arkandaki dağdır Gülsüm…

Geçenlerde o güzel evlerden birinin içini anlattı da…bu yüzden ev temizliği yapan güvencesiz bütün göçmen emekçiler adına bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim.

Gülsüm’ün hikayesi aslında bütün ev temizliğine gidenlerin hikayesidir de…

” Üç haftadır Elke’nin evini temizliyorum, kadın kalp hastası evine el değmemiş, her taraf kir, pas, yağ içinde…doğru dürüst bir temizlik malzemesi bile yok. İkinci hafta bir liste yapıp tüm temizlik malzemelerini aldım, kolları sıvayıp giriştim temizliğe…perdeler, yolluklar makinada yıkanırken ben ne cam bıraktım ne kapı, elimin değmediği bir zerre yer kalmadı vesselam… evin kırkını çıkarttım.

Elke’ye bir Alman aile; karı koca kahve içmeye gelmiş, evin temizliğine ve mis gibi kokusuna hayran kalmışlar. Bizim içinde temizlik yapar mı diye Elke’den rica etmişler. Ben de olur dedim . Nasılsa Pazartesi tatil, Heiner Fest var . (Heiner Fest: 11 -12  Eylül 1944 tarihleri arasında yakılan Darmstadt’ın yeniden inşası ve yeni yaşama dair bir umut adına her yıl düzenlenen en büyük kent festivali…)

Sabah kalkıp biraz evi topladım…kendime bir ekmek arası hazırlayıp kahvaltı yaptım. Çocuklara biraz para bıraktım, gidip gün boyu festivalde eğlensinler ya da isterlerse yüzmeye gitsinler diye bir de not yazdım. Önce üç saat Elke’nin evini temizledim. Elke’nin elime tutuşturduğu Bergmanlar’ın adresiyle yola düştüm aynı kasabada otobüsle altı durak mesafedeydi.

Kasabanın elit bir semti, burada bir tek özel bungalov evler var. Kapıyı Bay Bergman açtı, ev ev değil bir saray…bizim oralarda olsa bir sülaleyi barındıracak kadar büyük ve geniş. Karısı Mari, bahçede havuzun başında bir şezlongta uzanmış güneşleniyordu. Bergman, bütün temizlik malzemelerini almış ,bana da kolları sıvamak kaldı. Yerde Acem halıları, en ince sanatıyla işlenmiş Çin seramikleri, duvarları süsleyen orijinal yağlıboya tabloları..iki basamakla inince bir şömine, karşısında sinemayı andıran kocaman bir plazma televizyon…Her ev mobilya ve eşyasını almaya iki kişinin on yıllarca yıl çalışarak alamayacağı mobilyalar işte…fakat ev öyle piski hiç el değmemiş,..üç yıl önce ölen köpeklerinin tüyleri bile her yere yapışıp öylece kalmış. Mutfaklarını adam etmem iki saatimi aldı…buzdolaplarına iliştirdikleri ülke magnetleri gezmedikleri ülke bırakmamış gibiydi . Ortadoğu’dan Amerika’ya , uzak Asya’dan Afrika’ya.

Ev Mare’ye annesinden kalmış o yüzden Bergman Mare’ye gebe ne emrederse hemen yapıyor…’Su getir Berman’ , ‘git Bergman’ , ‘gel Bergman…’ Bergman uzun boylu, zayıf, yetmişinde var. Öyle pis bakışları var ki sırtım dönük olduğu zaman bile beni dikizlediğini farkedebiliyorum. Mare, kalan mirasın şımarıklığını doyasıya yaşıyor, elindeki telefonla oyun oynuyor iki de bir de, ‘Ah kahretsin  yine kaybettim’ diye sitem ediyor. Mare hasta, konuşunca kelimeleri, suda yürüyen taşlar gibi boğazına takılıyor…sürekli kemik erimesi yaşıyor. Bir kızları var; Frankfurt’ta diplomat…

Velhasıl üç sigara molası vererek bu evin hertarafını elimden geçirerek, duvardan duvara pencereleri de dahil çoğunu temizledim. Yerlere döşeli seramikleri bir değil iki üç kez sildim. Ev işleri ince iştir, tavandaki örümceklerden, her yere dizilmiş biblolardan en ufak ayrıntıya kadar temizlemek zorundasın… Bir ara kapı zili çaldı, Bergman gidip kapıyı açtı. Bir Yunan lokantasından yemek ısmarlamışlar…Aman Allah’ım nasıl da açım, yemek kokuları odaları aşıp bahçeye ulaştı, masalarına kurulup bir güzel, bir iştahla yiyiyorlar ki anlatamam. Pis burjuvalar dedim kendi kendime , pis burjuvalar, siz ki tuzu ve baharatı Hindistan’dan çalmadan önce , yeme komplekslerinizi çok tıkınarak geçirirdiniz, şimdi bu havanız kime?

Öylece yemeklerini bitirdiler. Hani bunlar çok modern , çok medeni ya , kurban olsunlar benim o okuryazarsız anama…Bizde bir kaşık yemeği yalnız yemek ne kadar ayıpsa , bu burjuvalarda tek başına tıkanma o kadar marifet işte.

Öyle midem bulandı bunlardan, bu günlük bu kadar yeter dedim. Bergman pis bakışlarıyla benim 7 saatlik iş ücretimi elleri titreye titreye ödedi. Mare bahçede, şöyle bir elini salladı ‘hoşça kal’diye …Öyle aç susuz, yerimi, sınıfımı bir daha kavrayarak evime geldim…Kollarım , omuzlarım hala ağrıyor…”

Gülsüm, Mezopotamyalı …İlk uygarlık alanından Fırat nehrinin suladıģı bereketli topraklardan geliyor. Paylaşmayı da dostluğu da en iyi bilenlerden .

Şimdi soruyor kendi kendine; Allah aşkına benim ne işim vardı bu gurbet kapılarında? Yıllardır iki yakamı bir araya getiremedim, bütün zamanım çalışmak ve sevdiklerimi özlemekle geçiyor…

Gülsüm, hikayesi aslında her göçmen kadının hikayesi değil mi?

 

İlginizi çekebilir