Sami Certel: Ötenazi

Üç büyük doruğundan ikisini gördüm Alp dağlarının. Yapayalnız hissettim. Kolumdan tutmuşlar da, zamanın evveline bırakmışlardı sanki.

İçimden ağlamak geliyordu. Dökülmüştürdür de bir şeyler, bilmiyorum; bir manastırda, yattığım yerden gözlerimi tavana dikip, uzun uzun sustuğumu hatırlıyorum.

Onüçlerinde bir keşiş, ellerime dokunmak istedi. Sebebini sordum, tanrıyı hissetmek istiyordu… Öyle güzel inanıyordu ki, istediğini hissedebilsin diye, Aztek tanrılarına varıncaya kadar, kendi tanrı belleğimi sıfırlayıp, ellerimi ona uzattım.. Göğsümün kesiklerinde, acıyla berabermiş tanrı… 

Bana sorarsanız, annemin içine  ölüm korkusu düştüğünden beri, gittiğim her kentin bir tanrısı vardı, ama göçebeyimdim ben.

Keşiş, Tarkovsky’nin İsa’sını görsündü ne çok isterdim… Ne kadar sakin, ne kadar da onlardandı o kışta… Avucundaki kardan yiyordu. Sırası geldiğinde, etekleri ıslak cübbeyi omuzlarından atıp, çarmıha yürümüştü..  Kahramanca değildi, kimseyi de borçlandırmıyordu; öyle gerektiği için öyle yapıyordu…

Sevmiştim keşişi…

Her tarafta toz kardan vardı. Çıplak ayaklarımı koydum üzerine; koyar koymaz da ısırdı…. 

-Ötenazi istiyorum ben !

-Elbette, ancak sabaha….

-De ki, kurtuldum şu ejderha nefesinden, neye, hangi yaşamaya çözeceğim yükümü?

-Peki madem…

Kan tükürdüğümü farkettiğimde, sabahın dördüydü, hastanedeydim. Bana tüberküloz olabileceğimi söylediler. Değilmişim; kalp ciğere kanamış, ciğer de aldığı kanı dışarı atmış…

Akşam olmadan da uyuttular beni.

Sonrası yok…

Turgutlu yol ayrımını,  tadı acı gelen bir sigarayı söndürür gibi söndürdüm; neden gidecektim ki artık İzmir’e. 

Akasya dediğin, yazın ilk ayında bir iki beyit güzel kokar, sonrası dikenli ve karadır; söndürdüm onu da…

Önce bir diken gölgesini öldüm. Sonra bir kuş yuvasını, sonra koca bir geven kümesini için için yandım. Böğürtlenlerin, çiğneyebildiğim kadarını ayaklarımla çiğnedim. 

Çerkem diye odunsu bir bitki biliyorum Qertalix dağından, güzel kokardı, kıyamadım, parmak uçlarıma basa basa geçtim yanından. Karlıova uyuyordu, uyandırmadım; öpüp, geçtim.

Tamamı bir boyda adamlar, birbirinin tıpkısı, siyah kıyafetler içindeydi.. İyi iliklenmemiş düğme aralıklarından apaçık görüyordum, tenleri ateştendi. Elbruz dağlarında, bir adamın, dünyanın kalbini avucunda tutarken, yüzünü yalnızca iki kere göstermiş olmasının doğruluğu yükseliyordu. Sonra, topraktan yaratılmışların kibri, basitliğiyle helak olmuşlar.

Herkesin orada, Eminönü’ne, kendinden kağıt mendil yapıp sattığı, şöyle bir karış boyda, insan gördü mü yapışıp kalan bir kıyısı vardı:

Abla ! Abla beni alır mısın, para vermesen de olur, gönlünden ne koparsa ? Abla ! Benden üç tane, 25 kuruşa, abla ! Para vermesen de olur ! 

Kör toprak, topal yağmurdan ne itibar umardı da, milyon yalana boyayıp, kendini ona satardı… güldüm geçtim sana. Ucuzdun, Tahtakale’den alınmış herhangi bir şey kadar ucuz…

Eski Galata’da cadde değildi senin yüzün; çok insana değdin, çok iz bıraktılar, çürümüş balık, sebze falan koktun. Teninde her numaradan erkek ayakkabısı izi, daha da hiçbir yatağın yüzüne gerilmez, yıpranmış, kötü kokular sinmiş çarşafa benziyordun. Cenevizlilerden bile geriye bir şeyler kokuyordun…

Yüzünü, uçurum kenarı rüzgar gibi tutabilirdin oysa..

Bir de; ilk yakalığın iğne oyaydı, bir çocuğun kalbindeki özene benzerdi, aklında tutabilirdin…

-Ötenazi istiyorum, yoruldum…

-Ötenazi, öyle mi ?

Seni bencil, orospuçocuğu ! Şurada, sana bir avuç can vermek için didinen onca insan…  şart olsun, en güzel kazağın üzerindeyken kalbini parçalayacağım, bir makinenin ucunda, sonsuz şiir açıp sonsuz şiir dökerken ağaçlar, sen hep aynı sesi -üstelik duyamadan yaşayacaksın… 

Bu ateş dinecekse, yeterince adil.. Gri ranza gölgelerinin tene düşürdüğü rengi biliyorum, beni ne korkutabilir?

Boyum, annemi öpmeme yetecek uzunlukta oldu hep, şikayetim yok, eksik bıraktığım bir şey de yok, ölmek istiyorum.

Bu yanmak durmalı. İnsan hiçbir şey için bu kadar yanmamalı, insan hiçbir suyu bu kadar özlememeli…

İlginizi çekebilir