İnan Kızılkaya: Tu her du çavê min î; Selahattin (Demirtaş) Arkadaşa mektup

Özgür Gündem kapatılmadan kısa bir süre önce gazeteyi ziyaret ettiğinde yaptığın espriyle başlamak istiyorum. Editörya masasında, “Ağır şeyler söyleme, vallahi benim başım yanar” demiştim. Karşılığında, “Üzülme, nasıl olsa hepimiz içeri gireceğiz. Sırrı da bizimle geleceğinden içerde bol bol volta atar güleriz” cevabını vermiştin. 

Hangi Sırrı’yı kastettiğini de soramamıştım. Çünkü hem Sırrı Sakık hem de Sırrı S. Önder, öncesinden zindan deneyimleri olmuştu. Sırrı’lardan Önder tekrar kısa süreli bir kodes misafirliği yaşadı. Diğeri de Ağrı’da kayyum atanan belediyeden sonra memleketi Muş’ta da yarışı kazandı. Resmiyette ise kazandırılan devletin adayı oldu. 

Sadede gelirsem; haklı çıktın ve dediğin gibi hepimiz kodesi boyladık, ayrı vakitler ve ayrı yerlerde. Bizimki birkaç mevsimden mahrum kalmak oldu. Ama senin tutsaklığının devamı için bütün bir devlet ahalisi fırıldak çeviriyor. 

Yargısı, politikacısı, basını, kurumları velhasıl iktidarın tüm saç ayakları senin özgürlüğünden mahrum kalman üzerine adeta ant içmişler.              

 Biz Kürtler dostluğumuzu da düşmanlığımızı da gizlemeyiz. Dağlı halklar uygarlığın suyunu az içtiğinden olsa gerek, dolayım yapmayı pek bilmeyiz. Olaya direk gireriz. Kendi yaşamımıza müdahale edilmesini istemediğimiz kadar bir başkasının yaşamına da karışmayız. 

Kendimizi pazarlamayı bilmediğimiz gibi niyetimizi de daha baştan açık ederiz. Bu tavrı karşımızdakinden de bekleriz. Fakat şeytanların ve tanrıların cirit attığı Ortadoğu gibi bir coğrafyada her şeyiyle kendini ortaya koymak başkaları için bir zayıflık emaresi sayılır. Hele devlet kurmayla övünen ve iktidar denen olgunun yaşamındaki yegane değer olduğuna inandırılan halkların çıkmazında bu durum önemli bir öğedir. 

Farklı halklar ile yaşayan Kürtlerin kendini koruyabilecek kurumsal araçları olmadığından ihtilafları çözmede karşılaştığı zorluklar başlı başına bir sorundur. Her halk için zor dönemeçlerde varlık yokluk şartlarında kendini geleceği taşıyabilen siyasal / toplumsal mekanizmalar ekmek ve su gibi temel ihtiyaçtır.     

 Ortadoğu’da başsız kalacağına en kötü yönetimle dahi güdülmeyi sineye çekebilen bir toplumsal gerçekliği es geçemeyiz. Ne de olsa her koşul altında varlığını teminat altına alabilecek koruyucu bir aygıt, her ne kadar kendini ezse de vazgeçilmezdir. 

Elbette tarih bunun zıddını da söyler. En beklenmedik anda geri tepmesiz bir haykırışla ortalığı tuz buz eden ve kendini köleleştiren ‘baş’a haddini bildiren bir başkaldırıyı da heybesinde bulundurur. 

Milyonlarca canın zamanı delen sabrı egemenlerin en büyük düşmanıdır. Halkın sahaya indiği zaman dilimleri tufanın koptuğu tarihi kesitlerdir. 

Suskunluğunu aptallığa yoranları şaşırtmaya ayarlı saatleri bekleyen bir vakurluktur. O nedenle insanlığın düşürüldüğü bu kadim topraklar silkelendiğinde, altında hayatı zehir edenlerin kalacağını bir tunç yasa olarak belleğimizde tutalım.    

“Almanya, sen yok musun sen-

Hanenden yükselen konuşmaları duyunca, gülesi geliyor insanın. Ama yüzünü gören, hemen bıçağına sarılıyor.” Bertolt Brecht

 Brecht sanki zaman ötesi bir dışavurumla bizden biri gibi söyleniyor. Hitler’in sürüklendiği zemine ışık tuttuğu gibi, bir toplumun aklını kiraya verdiğinde başına felaketin geldiğini de biliyoruz. Zira kan emiciler anı iyi koklar, insan kümelerinin zaaflarını kendi politikalarına alet etmede beceriklidirler. İnsanlığın başına gelen en büyük soykırımlardan birinin müsebbibi olan Hitler’in etrafını da vaktiyle yalakalar sarmıştı. 

Ülkemizde de iktidarın giyotini ile dolaşan zerzevat takımı, yeteneksizliğinin farkında olarak sürekli tehdit dili ile konuşuyor. Bir ara senin de kullandığın ‘lağım medyası’ tabiri ne çok yakışıyor.

 Meslektaşlarım demeye dilimin varmadığı bu güruh neredeyse katilin kurbanını sevdiğini söyleyecek. Ve bizim de bu ‘sevgiye’ alkış tutmamızı istiyor. Heyhat, zulmün bekçileri ne kadar da pervasız! Gezegenimizin dönüşünü engelleyebileceklerini sanan bu zerzevat takımı ekranlarda her derde deva meselelerle ilgili ahkam kesmekten de geri durmuyor. 

Resmi titri ‘gazeteci’ olan bu güruhtan Cem Küçük, “Erdoğan karşıtı herhangi biri seçilirse insanlar ‘abartıyor’ diyor ama bir kere biz dahi herkes yargılanır. Seri bir tutuklama yaparlar” diyor. Ekranların vazgeçilmezlerinden Mehmet Metiner ise “Yahu korkutma bizi” diyor. 

Küçük, akabinde “İngilizce biliyorum Londra’ya gitsem iade ederler” diyerek, günü gelmeden şimdiden kaçacak delik hazırlığında olduğunu ifşa ediyor. Başka bir programda devletin gözüne kestirdiği kişiler için beyaz ekrandan işkence yöntemleri önermekten geri durmuyor. 

Öyle ki canını acıttıklarının acı çekmesinden aldığı hazzı da saklamıyor. Bir zamanlar birlikte iş çevirdikleri parçaların kendilerinden kopmasıyla etekleri tutuşan ‘baş’ın etrafındaki bu güruh devran döndüğünde yargılanabilecekleri korkusuyla daha da saldırganlaşıyor. 

Çıkar ve kariyer uğruna içlerindeki irini akıtan ve ‘baş’ın tezgahına çomak sokabilecek her gelişme, olay ve veriyi önceden tespit edip ya görünmez kılma ya da ya da bertaraf etmekle görevliler. Milyonların iradesi olarak tutsaklığın sonucunda ağırlaşan sağlık sorunlarından gündeme gelmemesi içinde ismini dillendirmemeyi tercih ediyorlar.   

    Kopan parçalar ve tehditler

 ‘Baş’ın’ hışmına uğramasını içine sindiremeyen yakın geleceğimizi karartan olayların müsebbiplerinden Davutoğlu, manidar bir şekilde partisinin adını da Gelecek koydu. Vaktiyle ölmüş bir imparatorluğu yeniden diriltme politikalarına Hegel ile rüyasında tartıştığını söyleyerek entellektüel imajına tav olmamızı isteyen Davutoğlu kapı önüne konulmasının intikamına toplumun açık çek vermesini bekliyor. 

Selahattin Arkadaş, geçtiğimiz Ağustos ayında senin tutsaklığına ilişkin Davutoğlu, “Benim sorumluluğum değil. Bu yasal bir süreç, yapabileceğim bir şey yok” demişti. Açık hava hapishanesine çevrilen ülkede politik sınırını yine devlete göz kırparak çizdi. 

AKP’nin 2 numaralı aktörünün 7 Haziran sonrası müzakerenin bitirilmesiyle ‘devletin korunaklı çocuklarının’ işlediği suçun sonucunu iktidar hanesine tahvil etmekten utanmadığını da biliyoruz. Gar katliamından sonrası mahşerde bile yakasını bırakmayacak sarfettiği, “Şimdi Ankara’da terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz oylarımızda bir yükseliş trendi var” sözü hala kulaklarımızı tırmalıyor.                

 Her zaman karnında konuşan ve asla kartlarını açık oynamayan Abdullah Gül takımı ise Babacan ile yeni bir çıkış peşinde. 

Uluslararası sermayenin Erdoğan dışında sistem içi bir alternatif olmaya koşulladığı ve ulusal sermaye ve bürokratik farklı kliklerinde bekle gör politikasıyla izlediği girişim partinin kuruluşuyla test edilmeye başlanacak. 

Hayatında bir kere bile cesaret göstermemiş Gül, hep rakibinin en zayıf anını kollayan sağcılığın alameti farikasına binaen en uygun ortamı yakaladığını düşünüyor. Kendilerinden memleketi esir alan meselenin şiddet sarmalından nasıl çıkarılacağına dair bir söz daha işitmedik. Değil  adını anmayı, seni rüyasında görse, panik butonunun yerini soracağına kalıbımı basarım. 

Babacan ise lütufkar bir şekilde “Şahsen tutuksuz yargılamadan yanayım” dedi.  Anlaşılan 24 Haziran 2018 öncesi İbrahim Kalın ve Hulusi Akar’ın cumhurbaşkanı olmamasını ‘rica ettikleri’ Gül’ün ekibinin de kılıcını çekmesiyle ortalık yılbaşından itibaren epey şenlenecek gibi.       

 1990’ların kabus ortamında ıskartaya çıktığını düşündüğümüz karanlık dehlizlerin başrol oyuncusu Mehmet Ağar adeta rajon kesiyor. Yeni partilere ilişkin yaptığı konuşmada “Yeni kurulacak partileri mutlaka vazgeçirmek lazım. Aksi takdirde sonuçları çok ağır olur” dedi. 

Toplumu hep edilgen gören sağcılığın en köhnemiş aklıyla seslenen Ağar, başına gelebilecek kötü şeylerden ancak otoriteye boyun eğilirse sakınılabileceğini söylüyor. 

Ağar, ‘daha kötüsü de olabilir’ gizli önermesiyle tavrını belli ediyor. Bir zamanlar aslında yok edemediği Kürt hareketine ilişkin, “Bırakınız ovada siyaset yapsınlar”dan en iyi bildiği şeye geri döndü. Korkuyu yayan dehlizden sufle veriyor. Yani anlayacağın Selahattin Arkadaş, sağımız solumuz toplumu her an terbiye etmekle mükellef adamlardan geçilmiyor. 

Onlar açısından yıllarca televizyonda en çok izlenen dizilerden Kurtlar Vadisi’nin repliklerine alkış tutan bir ahaliye seslenmenin albenisine kapılmamak da elde değil. Perinçekgillerin ‘politikayı biz belirliyoruz uygulayıcısı Erdoğan’dır’ düsturuna uygun şekilde oluşturulan devlet koalisyonunun bozulmamasına azami gayret gösteriliyor. 

Okyanus ötesi bölme planlarının boşa çıkarılmasının ancak AKP’nin dağılmamasıyla sağlanabileceğini söyleyen Perinçekgiller, bu uğurda ayrılanları ‘darbeci’ olarak yaftalıyor. Bu şahsı muhteremler için ortak nokta, senin zindanda tutulman ‘en temel vatani görev’ olarak kodlanmış durumda.                           

 İYİ Parti’yi koltuğuna alarak yerel seçimlerde tutturduğu yoldan gitmeyi beceremeyen CHP, ‘Saraya kim çıktı?’ oyunuyla meşgul ediliyor. Bazen sazın teline vurur gibi yapıp çıkan sesten kendisi ürken Kılıçdaroğlu hemen geri adım atıp ‘aslında karşı olsam da’ nakaratıyla kendisine buyurulan yere oturuyor. Öyle ki Afrin için, “Güzel hizmetler götürülüyor” diyen Kılıçdaroğlu’na sormak gerekiyor: Resmiyette kimin toprağı ve kim yaşıyor orada ve kim rıza gösteriyor? Devlet ile arasına mesafe koyduğu gün parti olacak CHP herhalde yerel seçimlerde, “bağrınıza taş basın, faşizme hayır” mesajını iç etmeyi sorun etmiyor. 

Tutsaklığın için ise “Demirtaş niye hapiste? İnsan düşüncesinden dolayı hapse mi atılır Allah aşkına? Bu doğru değildir” dediğinde buyur buradan yak dışında edilecek laf kalmıyor. 

Meral Hanım ise konjönktürel bir partiden öteye gidemediğinden iktidarın eteğine tutunarak, yedek partner olmanın nimetlerinden yararlanmayı bekliyor. Devlet ne tarafa dümeni kırarsa o yöne bakışlarını sabitliyor. Zinhar senin adını anmamaya yeminli duruşunu bozmayan Bahçeli’nin tek bildiği ise ‘Kürt anasını görmesinin’ yanına ikinci bir cümle eklemeyi kelime israfı olarak görüyor. Zindanda tutulmana rağmen rahat uyuyamadığını tahmin edersin.

     Erdoğan’ın emeli

 Yerel seçimlerin şokunu atlattıktan sonra muhalefetin aymazlığından yararlanan Erdoğan, devletin kaderiyle kendi kaderinin birlikteliğinden dem vuruyor. Ve bu birlikteliğin sürdürülmesi için de tezgaha çomak sokacak her ihtimali dikkate alıyor.  

Toplumun zayıf karnı olan anti-kürtlük politikasıyla kayyumlar ve tutuklamaların çetelesini tutma bile zorlaşıyor. Erdoğan devletin bütün olanaklarıyla yüklenmesine rağmen coğrafik alanını daralttığı Rojava devrimini tasfiye edemediğinden tarihsel bir kahraman olma şansını Akdeniz sahillerinde arıyor. Suriye’den devşirebileceği İslamcı çetelere yeni sefer görev kağıdı çıkararak Libya’da da çatışma ekseninde pozisyon kovalıyor. İçte de beri yandan Kanal İstanbul projesiyle sermayeye peşkeş çektiği bölgenin talanına ilişkin rapor hazırlayan mesleki kurumların uyarılarını, halkın seçtiği belediye başkanının itirazlarını dinlemiyor. 

Ustalık döneminin rüyasını topluma gürültü patırtı arasında kabullendirmeye çalışıyor. Toplumu tekrar biz ve onlar diye karşıtlaştırarak iktidarının ömrünü uzatma telaşında. Ayakta kalabilme adına hiçbir kural tanımayan tarzıyla ‘vazgeçilmezim’ diyen Erdoğan, senin aldığın nefesten bile haberdardır. Rehine politikasıyla iradeni teslim alamadığından sağlığının kötüleşmesi üzerine hesap yapıyor. “Karşı hamlemizi yapar işi bitiririz” talimatının gereğini yapan emir erleri de hallerinden memnun.          

     Halkın Avukatı

 Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle tarihin tekerinin ezilenlerin aleyhine işlediği 1990’lar kapitalist dünyanın kendini teminat altına aldığına dair bir söylemin etrafında tüm dünya neredeyse hemfikirdi. Tam da bu dönemde tarih sahnesine geç gelmenin handikapı ve eşitsiz koşulların açmazıyla Kürtler varlıklarını duyurabildiler. 

Hele bir de Saddam’ın kimyasal silahlar ile ‘cezalandırdığı’ Halepçe’nin dumanı yüreğimizi dağlarken. Bu dönemde şekillenen bizim kuşağın bir yandan devlete yanaşmadan hayatını idame ettirmeye çalışması beri yandan siyasal mücadeleden uzak kalmama uğraşı beraberinde hepimizde bir yarılmaya yol açtı. 1990’ların Kürt gençliği, savunmasız bir halkın öz savunma gücü olmaya çalıştı. En zor tercihlerde bulunup hayatını ortaya koyanların cesaretini anmadan geçemeyiz. İkirciksiz, ardına bakmadan bir halkın özgürlük kavgasına koşan bir kuşak, ne 68’liler gibi evrensel bir hikayeler oldu ne de Türkiye’de 78 kuşağı gibi lokal bir kuşağın anılarına sahip. 

Bu zaman diliminde en büyük parçada yani kuzeyde ortaya çıkan Kürt mücadelesinin kurucu lideri Öcalan dışında benimseyebileceği bir siyasal figür boşluğunu yıllarca hissettik.

 Dk. Heinz Gstrein’in “Avukatsız Halk Kürtler” kitabını okurken kısa bir 20.yy tarihinin halkımız açısından trajediye açılan kapısının üzerinde düşünmeden edemedim.  Geçmişini bilmeden geleceğini kuramaz düsturuyla güneyde gerçekleşen mücadelenin birikimi önemsizleştirilemezdi. 

Kitabın adının bende çağrıştırdığı düşünce ise derdini anlatamazsan savunmasız kalır ve saldırıya açık olursundu. Haklılığını anlatamazsan öz savunmasız kalınacağından girişilecek hamlelerin kaçınılmaz olarak yenilgiyle sonuçlanacağıydı. Dolayısıyla halkımızın eldeki kıt imkanlarla çocuklarını okuturken avukat olmasını istemesinin tek nedeni, hayatını kurtarsın değildi. 

Egemeninin diliyle kendini savunabilecek bir kurumsallığa duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Kendi ailemden biliyorum. Çünkü avukat olmak dünyaya kafa tutmaktı. Bir halkı ayakta tutan kurumları yoksa tutunabileceği dal arar. 

Bu dal kendi varlığını hiçleştiren muktedire karşı ayak bastığı bir duraktır. Bu dalı hakkıyla taşıyan Medet Serhat, Şevket Epözdemir, Tahir Elçi başta olmak üzere devletin katlettiği avukatlar halkın kalbinde hep en baş köşededir. Orhan Doğan da yıllarca cezaevinde kalarak halk savunucu olmanın bedelini ödedikten sonra genç yaşında aramızdan kalp krizi geçirerek ayrıldı. Kamusal alanda görünmeye başlayan ve taleplerini en üst perdeden dile getiren halkımızın en gözü pekleri olarak sömürgeciliğin gadrine uğradılar.

 Selahattin Arkadaş, senin de abinin tutuklanması sonrası avukat olmaya karar vermen hayatının geri dönülmez bir noktasına tekabül eder. Savunulması gereken sadece bir aile ferdi değildi artık. Bugün karşı safta da olsa şairin (İsmet Özel) dediği gibi “halkın doğurgan dünyasına dalmak” onu kalbinde, vicdanında ve aklında yeniden yaratmaktır. 

Bu vesileyle uygarlığa geç bulaşan toprağın çocukları olarak kendimizi borçlu addettiğimiz bu hayat ne kadarı şahsımıza ne kadarı topluma ait sorusu ortada duruyor. Aşklarımız, arkadaşlıklarımız, ailemiz, geri ve sığ yanlarımıza çarpıp duran gençlik heyecanımıza eşlik eden sağ bildiklerimizden daha fazlası toprağın altında. 

Bu yılların muhasebesi elbet bu mektubun konusu değil. Kuşağımızın geçtiği cendereyi pek dillendiren olmadı. Kanın adeta pusuya yattığı yılları anımsarken kendinden söz etmek dağlı halklarca ayıp karşılanır. Hem sözün kıymetli olması -boşa harcanması istenmediğinden- hem de yarasını göstermek biraz da güçsüzlük belirtisidir.

 Bu vesileyle hastalığının kamuoyunda tartışılması yanlış anlamalara yol vermeme adına yaptığın açıklamayı bu bakışla okudum. İçerdeki yüzlerce hasta tutuklunun incinmesini istemediğinden kendi yaşamsal sorununu saklamanı yine en iyi halkımız anlıyor. Unutmadan belirteyim, milyonlarca insanın evinden yükselen dualar seninle. Bu öyle metafizik bir yakarış değil. Modern kurumlardan yoksun ve statüsüz halkların yazılı olmayan direnme biçimidir. Hani diyor ya şair ( Murathan Mungan), “Gelenek kimi zaman başkaldırı.”

    Asimetrik savaş ve siyasetsizlik    

 4 Haziran’da 2015 mitinginde Erzurum’da yaptığın konuşmayı anımsıyorum. Mitinge alanına ulaşana kadar faşizmin kurduğu barikatları halkımız kıra kıra aşmıştı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin öncesi ve sonrası ile iki büyük kırılmanın -Ermeni soykırımının merkezlerinden ve Azadi Hareketi öncülüğünde başlayan Şeyh Said Ayaklanması- gerçekleştiği serhat şehrinde yapılan miting  bizim toyluk rüyamızdı. 

Sağın kalesi bilinen şehirde, “Kendini sultan zanneden senden de benden de büyük Allah var demek lazım” sözün halk tarafından canşırahca alkışlanmıştı. Alanda seksenine merdiven dayamış dedenin seni işaret ederek, sulanan gözlerine eşlik eden Kürtçe, “Tu her du çavê min î” (iki gözümsün) deyişi adeta bir haykırıştı.

 O günlerden geriye dönüp bakıldığında dört yılı aşkın zaman dilimindeki gelişmeler belki on yıllarda olabilecek olayları içinde barındırdı. Kürt hareketinin karar mekanizması da nereye evrileceğini kestirmeden Erdoğan’ın istediği zeminde müzakere sürecinin çatışma zeminine kaymasına karşı koyamamasının sonuçlarıyla öyle ya da böyle yüzleşmek zorunda. 

An itibariyle de koca bir toplum bu hengameden çıkış yolu arıyor. Topluma alan açmakla mükellef olan siyasal güçlerin süreç bozulursa “darbe mekaniği devreye girer” diyen kendi liderinin uyarısını da dikkate almadığını belirtelim. Darbeler ve halka karşı açıktan suç işlemiş koca bir devletin halı altına süpürdüğü kirinin devreye girmesiyle meydan bu güçlerin koalisyonuna kaldı. 

Devlet artık sınırları belirsiz yani asimetrik bir savaş yöntemini devreye soktu. Mekânsal yıkımdan tutun, sakinlerine sokağı yasaklayan ve devlet eliyle çıplak şiddeti şehirlerin içinde kalıcı hale getirilmesine giden süreç yaşandı.    

 Ülke içinde ve dışında bu gelişmeler yaşanırken HDP’nin sadece sürüklenen bir pozisyonda olduğu da bir gerçek. Bugüne kadar kuzeydeki Kürt siyasal hareketinin yasal çizgisinin kendi belirlediği bir politikasının olmadığı malumumuz. 

Selahattin Arkadaş, insan hem yaptığı ve söyledikleri hem de söyleyemedikleri ve yapamadıkları içinde tarih önünde sorumludur. Şiddet aygıtını elinde bulunduran güçler karşı karşıya geldiğinde politik manevra yapmak hiçte kolay değildir. Bunun bilinciyle yüksek sesle söylenmesi gerekenlerin ve politik tutumun zayıf kaldığı tespiti haksızlık olmaz. Kuzey-Doğu Suriye’de gelişen toplumsal/siyasal atılımın şekillendiği konjöktürün kendine has olduğunu akıldan çıkarmadan farklı tarihsel ve sosyal dinamiklerin varlığını hesaplamadan girişilen hamlenin farklı sonuçlanacağı aşikardı. 

Kuzeye taşırılmaya çalışılan politikanın tutmayacağı belliydi. Zira kanımca asıl ıskalanan şeyin bir barış ihtimalinden ziyade uluslararası arenada kapanan ara dönemin fark edilememesiydi. Çünkü ne Erdoğan’ın ne de devletin yaslandığı kurumsal zeminin Kürtlerin taleplerini kabul etmesi mümkün değildi. En basit tanımıyla yapılması gereken devletin kendisini reforma tabi tutmasıydı. Bu da hem Erdoğan’ın koltuğundan olması hem de tarihsel olarak aparat durumundaki güçlerin tasfiyesiydi. Ve de demokrasinin yerleşmesiyle birlikte devletin etnik kimlikler karşısında körleşmesi de ancak yapısal kurumsal dönüşümle mümkündü.                  

    Kapanan Ara Dönem

 1989’da sosyalizmin aldığı yenilgi sonrası güç dengesi değişince ABD öncülüğünde tek kutuplu dünya oluştu. Çok kültürlülük, ulus devletin alanının daraltılması, etno-politik hareketlere meşruluk, cinsiyetçilik, kimliklerin yeniden tanımı, hukuk, insan hakları ve bireyin özgürlüğü gibi ana temalar etrafında dönen bir ara dönem başladı. Sovyetlerden art kalan yerlere Neo-liberalizm yeterince sirayet edemediğinden pazar alanlarına ulaşma gayesine eşlik eden bu söylemsel vurgu İslamcı siyasetlerin dünyasında da karşılık buldu. 

Arap baharı başlayana dek dillere pelesenk olan bu siyasal söylemin güç verdiği İslamcı siyasette pratikte güç zehirlenmesi yaşadı. Komünizmi kuşatmaya dayalı Yeşil Kuşak stratejisiyle yıllarca sırtı sıvazlandıktan sonra vardığı noktada artık kullanışlı döneminin de batı dünyası için kapandığını göstermese de İslamcılığa bakış değişti. 

Sınanan İslamcılığın hakların gözünde itibarının yerle bir olması ve diktatöryel Arap rejimlerinin yıkılmasıyla beraber batı için çıkarlarını koruyacak bir arayış başladı. Hem İŞİD’in hem de Suriye’deki İslamcı muhalefetin uygulamaları uzun vadede bu güçlere ne kadar yatırım yapılabileceğini de tartışmaya açtı. 

Rusya’nın da Suriye’de belirmesiyle güçler dengesi bozuldu. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’in batının pazarlarına yönelik hamlesi ve Hindistan’ın üretim kapasitesinin artmasıyla dünyanın ekonomik ağırlık merkezi değişti. Doğu-batı yerine kuzey güney dengesi oluştu. İngiltere’nin ayrılığıyla refahın paylaşılmasını tartışan ve mülteci karşıtı politikası nedeniyle AB’de kendi iç sorunlarıyla meşgul oldu.

 1989’da soğuk savaş sonrası oluşan ara dönemin politikası Suriye iç savaşının başlangıcıyla terkedildi. Kaynayan kazan Ortadoğu ve farklı bölgelerde halklar kapanan bu ara döneme yeni bir cevap olma yolunda sokağı boş bırakmasa da dünya çapında emperyalist güçlerin hakimiyet mücadelesi yeniden hız kazandı. Dünyadaki kısa süreli bir siyasal liberalizmin yerini sert kapışmalar aldı. 

Siyasal liberalizmi söylemi terkedildi ve egemen olanın borusunu öttürürken ‘batı dünyasının’ demokratik tacizine bile uğramadığı bir döneme geçildi. Hukuka ve özgürlüklere açılan kapı söküldü. Her ülkenin iktidarı da iç toplumsal yangınını söndürmeye çalışıyor. Türkiye devleti de uluslararası dönemin zeminin uygunluğunu fırsat bilerek bir ara göz kırptığı çözüm durağından hemen ayrıldı. 

Öyle ki Türkiye’de yaşanan 1990’larda savaş ortamında bile ‘demokrasi ve özgürlükler’ vurgusu yapan ABD ve AB, bugün yaşananlar karşısında sadece endişeliyiz diyor. Bu okumanın ışığında ‘baş’ın’ sürüklediği devlet koalisyonu da dünyadaki güvenlik eksenli yeni politikanın farkında olarak faşizan baskısını içte arttırıyor. Sınır ötesinde de elverişli koşullar olduğundan Suriye ve Irak’ta Kürtlerin kazanımlarını bertaraf etmeye dönük sömürgeci hamlelerde bulunuyor.   

  Ulusal Birlik mümkün mü?

 Rojava’ya yönelik sınır ötesi son askeri operasyon, güney parçasının da kendisinin hedef tahtasında olduğunu anlamasına yol açtı. Kerkük referandumu sonrası Türkiye ve İran’ın çift taraflı baskısıyla karşılaşan güney parçası da, uluslararası geçiş döneminin sonlandığını okuyamadı. Bölge sömürgecilerinin emperyalizme ilişkisinin sanıldığı gibi kendi lehine bozulacağını sanması basiretsizlik örneğiydi. 

Kendisine destek veren emperyalist güçlerin uyarılarını da dikkate almadan çıtayı yükselterek gerçekleştirdiği bağımsızlık iradesinin arkasında da duramadı. Kerkük de kaybedilince eldeki kazanımları korumaya meyletti. Bölgesel fotoğrafta netleşmeye başlayınca her Kürt siyaseti ulusal birlikten dem vurmaya başladı. Kuzey ve Güney aktörlerinden daha esnek ve sürdürülebilir politika yürüten Rojava’daki öncüler ayakta kalmanın uzun vadede kazandıracaklarının farkında. 

Tüm dünyanın teveccüh gösterdiği SDG komutanı Mazlum Kobani’nin KDP lideri Mesut Barzani’ye yönelik sıcak mesajlarından öte açık temas sağlanması birincil görev olarak siyasal güçlerin önünde duruyor.                                  

 Bu günlerde ulusal birlik romantizmiyle farklı parçalardaki siyasal güçlerin arayışının ne kadar gerçekçi bir zemine yaslandığı sorusu yakıcılığını koruyor. En üst perdeden dile getirilen ortak bir çatının kurulması başlı başına özgün bir yaratım olacağından, başarılması durumunda Kürtler belki de tarihte ilk defa ‘avukat’ sorununu çözmüş olacak. Ama bunun yerine kanımca acil sorunlar karşısında işbirliğinden ötesini ummak hayal kırıklığı da yaratabilir.

 Selahattin Arkadaş, kendimce memleketin hal-i pür melalini anlatmayı denedim. Halkımızın ‘savunmasını’ üstlenen bir ‘avukat’ olarak, varlığın da sağlığında öncelikle bizim sorumluluğumuzdadır. Tutsaklığının sonlanması da en başta kürt siyasal güçlerin yani kurumsal iradelerin ve kamuoyunun politik zeminin boyutlarını idrak etmesiyle mümkün olabilir.  Hasretle kucaklarım. Yeni yılın kutlu olsun.

İlginizi çekebilir