Nuri Fırat: Aleviler Horasan’dan Gelen Türkler mi?

Kürt diye bir kavmin veya milletin olmadığını, Kürtlerin Türk olduğunu ileri süren Türkçü yayınlarda ve elbette bugüne de sarkan resmi siyaset ve ideolojide adeta değişmez kılınan bir husus var ki, bu, Kürt toplumu nezdinde muhtemelen en fazla etkili olmuş olan husustur. “Türkiye’nin Kürt Tarihi” yazı ve podcast dizisinde şimdiye kadar Kürtlerin Türk ilan edilmesiyle ilgili pek çok savsatadan söz ettim ve bugünden geriye dönüp bakıldığında, bunların bir kısmının epey etkisiz biçimde hâlâ tekrarlandığını, bazılarının ise tamamen tedavülden kalktığını görmek mümkün oluyor. Ancak dikkat çekmek istediğim hususa gelince, bunun öyle ya da böyle hâlâ tedavülde tutulduğunu ve üstelik hedef seçilen toplumsal kesimler nezdinde de hatırı sayılır düzeyde karşılık bulduğunu kabul etmek gerekir. 

Bu husus, doğrudan Kürt Kızılbaş veya Alevi toplumunu hedef alan Horasan hikâyesi veya hurafesidir. Hurafe diyorum, çünkü en başta belirtmeliyim ki, Kürtlerin Türlüğüne dair ileri sürülen diğer bütün hikâyeler gibi uydurmadan ibarettir. Ancak bu uydurmanın öyle ya da böyle karşılık bulduğu ise bir realitedir. 

Kürtleri Türk ilan eden Türkçü yayınlarda ve bunların esas kaynağı olan resmi görüşte, genellikle Kızılbaş Kürtlerin, ama daha özel olarak da Dersim’deki Kızılbaş Kürtlerin Türklüğü konusunda sıklıkla ayrı bir başlığın açıldığı görülüyor. Ki bu esasında tesadüf değildir. Zira Osmanlı’dan beri bir türlü devlet otoritesinin tesis edilemediği bir bölge olarak Dersim’e bu nedenle “özel bir ilgi” gösterilmiştir. Mesela önceki yazılarda detaylıca söz ettiğim üzere, Kürtlerle nasıl baş edilmesi gerektiğine dair devlet yetkilileri onlarca rapor vesaire hazırlamışlardı ve bunlar içinde özel olarak Dersim’e odaklananlar vardı. Devlet otoritesinin kurulması için gösterilen bu “özel ilginin” nihai neticesi olarak Dersim’de 1937-38’de soykırım yapıldı. Ama buna paralel olarak da bu bölgenin bir daha sorun olmaması için Türkleştirme siyaseti katı biçimde devreye konuldu. Bu noktayı da hatırlattıktan sonra, bazen ayrı ayrı ele alınsalar da genellikle birlikte anılan Zazaların ve Dersimlilerin Kızılbaş inancından hareketle, bunların zaten Kürt olarak adlandırılan Sünnilerle hiçbir ilgilerinin bulunmadığı ileri sürülüyor ve bunun temel bir dayanağı olarak da Horasan hikâyesi gösteriliyor.

Belirttiğim gibi, Horasan hikâyesini yabana atmamak lazım… Horasan hikâyesinin Kızılbaş Kürt toplumu arasında göz ardı edilmemesi gereken bir karşılığının olduğunu söylemek mümkündür. En azından ben bunu neredeyse her gün çevremde tecrübe ettiğimi söyleyebilirim. 

Alevi toplumunun (özellikle de Kürt Kızılbaşlarının) Horasan geçmişi üzerinden kurgulanan tarihi ele alındığında, her şeyden önce devletin işin içindeki rolünü sorgulamak gerekecektir. Zira bu hikâye bambaşka bir şeyi anlatıyor. Örneğin Kürt Kızılbaşlarının zaten Horasan’da var olabilecekleri ya da bir zamanlar Horasan’a göç etmek zorunda kalıp da sonradan eski yurtlarına dönmüş olabilecekleri göz önüne alınmıyor. Aksine Horasan hikâyesi devlet söyleminde Kürt Kızılbaşlarının otomatikman Orta Asya’dan gelmiş Türkler olduğunun delili olarak işlevsel kılınmıştır. 

Horasan hikâyesi üzerinden Kızılbaş Kürtlerin varlığının inkâr edilerek Alevi Türk / Türkmen kimliği üzerinden yeniden kurgulanması, Cumhuriyet dönemiyle sınırlı değildir; evveli vardır. Bunu söylerken, Kızılbaşların Osmanlı zamanında pek çok kere zulüm ve katliamlardan geçirilmelerini kastetmiyorum. Bu hakikaten yaşandı; örneğin Yavuz Sultan Selim zamanında on binlerce Kızılbaş’ın katledilmesi önemli bir tarihsel gerçektir. Ancak Osmanlı yıkılmak üzereyken ve Cumhuriyet’in ilanından birkaç yıl önce iktidar olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Türkçü siyasetini hayata geçirmek üzere siyasi ve toplumsal mühendisliğe soyundu. Malumumuz, Ermeniler soykırımdan geçirildi, tehcir edildi; hakeza Kürtlere yönelik bir tehcir söz konusu oldu ve yüzbinlerce insan bu sırada yaşamını yitirdi vesaire. Ancak bir de asimilasyon ve Türkleştirme siyaseti esaslı biçimde belirlenerek hayata geçirilmeye çalışıldı, üstelik Osmanlı’nın yenildiği ve dağıldığı Birinci Dünya Savaşı sırasında… 

İttihatçıların bütün bu siyasetlerinden daha sonraki yazı ve podcast’lerde detaylı söz edeceğim, özellikle Kürt tehcirini ve Kürtlerin Türkleştirilmesine dair siyasetlerinin önemli başlıklarını anlatacağım. Ancak şimdi yeri gelmişken, yine Kürtleri, ama Kızılbaş olan Kürtleri doğrudan hedef alan Türkleştirme siyasetinin bir başka versiyonundan söz etmek isterim. 

Daha önceki yazı ve yayınlarda yer yer söz ettiğim ve daha sonrakilerde ise detaylı anlatacağım üzere Kürtlerin Turanî soydan geldiklerine dair hurafeyi ilk kez ortaya atan İttihat ve Terakki Cemiyeti idi ve bu yapılırken eş zamanlı olarak Kızılbaş Kürtlerin Alevi Türkler olduğu savsatasının temelleri de atılmıştı. Doktor Friç (2014) imzasıyla yayımlanan Kürtlerin Turanî ilan edildiği sahte ve uydurma kitap, İttihatçıların resmi bir yayınıydı. Ancak elbette İttihatçıların yaptıkları bununla sınırlı değildi. 1913’te İttihatçılar İskan-ı Aşair ve Muhacirîn Müdüriyeti adında bir kurum kurmuşlardı (daha sonra Aşair ve Muhacirin Müdiriyet-i Umumiyeti adını alacaktı) ve bu kurum bünyesinde Anadolu ve Kürdistan’da bulunan Kürt ve Kızılbaş toplumunun detaylı bir incelemesi yapılmak üzere harekete geçilmişti. Ziya Gökalp bizzat bu işin başındaki kişilerden biriydi. İşte sözünü ettiğim bu çalışmalar neticesinde, 1918’e gelindiğinde sahte Doktor Friç’in Kürtler kitabı yayımlanmıştı (Bkz. Dündar 2010; Üngör 2016). Ancak aynı dönemde başka yayınlar da vardı. Bu noktada Baha Said Bey ismi öne çıkar. 

Baha Said, İttihatçıların yan kuruluşu olan ve hatta kirli işlerini yapmakla meşgul Karakol Cemiyeti’nin üç kurucusundan biridir ve aslen Çerkez kökenli olduğu halde Turancı siyaseti fanatik düzeyde benimsemiş ve bunu hayata geçirmek için uğraşmıştır (Temo 2019:38; Ayrıca bkz. Dündar 2010). Doktor Friç ve benzer pek çok sahte mahlası kullanan İttihatçı istihbarat elemanı ve Arnavut kökenli İsmail Naci Pelister, Kürtlerin Turanîliğine dair falsifikasyonlarla meşgulken; Çerkez kökenli Baha Said de, Türkmen aşiretler ve onların Alevi-Bektaşi geleneklerini incelemek ve buradan hareketle Turan ülküsüyle uyumlu bir tarih yazmakla sorumludur. Öyle ki, dünyayı Türkleştirme işine soyunan Baha Said, “yaradılış” hikâyesine bile el atar ve “Adem ve Havva’yı da Türk ilan eder. Ona göre, “Adem sözcüğü, Türkçedeki ‘ata-atayım’dır, Havva ise ‘ava, ana’dan gelir.” (Temo 2019:40) Böylece 1930’lu yılların Türk Tarih Tezinin ilk tohumlarını da atan Baha Said ve arkadaşları için Kızılbaş Kürtler de kaçınılmaz olarak doğrudan bu tarih yazımının konusu olmaya başlamıştır. 

Araştırmacı Faik Bulut, İttihatçı Baha Said ile birlikte “Horasan mitosu”nun başladığını ileri sürer ve Horasan Kürtleri hakkında epey detaylı tarihsel ve sosyolojik bir araştırmayı yayımlayan Selim Temo da referans aldığı Bulut’la hemfikirdir. Temo’nun Bulut’tan aktardığı biçimiyle; “‘Dersim ve çevredeki diğer Alevi Kürt aşiretlerinin Horasan’dan geldikleri; dolayısıyla saf kan Türk oldukları’ yolundaki tez, aslında Baha Said tarafından ortaya atılmış; Cumhuriyet’in Kemalist kadroları veya diğer Türk milliyetçilerince benimsenip geliştirilmiştir.” (Temo 2019:37)

Hakikaten de Faik Bulut’un dediği gibi olmuştur. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, özellikle Dersim’deki soykırımın hazırlıklarının yapıldığı ve soykırımın gerçekleştirildiği 1930’lu yıllarda Kızılbaş Kürtlerin Türklüğüne dair Horasan mitosu çok daha belirgin biçimde tedavüle konmuştur. 

Cumhuriyetin organik aydınlarından Ordinaryüs Profesör Besim Darkot, “üzerinde çok şey” söylenmişse de, “fakat az hakikat” ortaya konulduğunu ileri sürdüğü “Tunceli’nin tarihi”ni kendince açıklamaya girişirken, Horasan hikâyesini işin içine şöyle katmıştı: 

“Dersimliye nereden geldiği sorulsa, ekserisi ‘Horasan’dan’ der. Dersim’de soyunun asaleti ile iftihar eden her fert, kendini Ahmet Yesevi’ye mensup telakki eder. Halbuki, Horasan, Şarktan Garba yayılan Türklerin tarihinde çok mühim bir rol oynamış bir memleket, Ahmet Yesevi ise Batı Türkistan’da doğmuş büyük bir Türk mutasavvıfıdır.” (Beşikçi 1992a:212; Beşikçi 1970:321)

Profesörlükle yetinmemiş, bir de ordinaryüs unvanını almış Besim Darkot, bu bir paragrafa en az beş koca yalanı sığdırmış durumda; tek tek izah etmek yerine sadece birine bakmak bile yeterli olacaktır. Örneğin Ahmet Yesevi meselesini ele alalım… 

Selim Temo’nun belirttiği gibi, bu konuda en çok karşımıza çıkan isim Mehmet Fuad Köprülü’dür. Yesevilik, Horasan ve Türklük bağını kurgulayan, dolayısıyla “Alevî-Kızılbaşlığı Orta Asya’ya bağlayan ve Türk akademisinde yaygın kabul gören [bu] tezin” sahibi olan Fuad Köprülü, en az on üç on dört asırlık kesintisiz tarihsel Türklük kurgusu çerçevesinde, Yeseviliği işlevsel kılıyor. Horasan’ı Türklük kurgusunda merkezi bir konuma yerleştiren Köprülü’ye göre, Yesevilik, “ ‘Diyâr-ı Rûm’a da (Anadolu) halifeler ve Horasan Erenleri aracalığıyla ulaşmıştır. Bu efsane-tarih, gerçekliği tartışmalı anlatılar olan çeşitli Bektaşî velâyetnâmeleriyle de desteklenir.” (Temo 2019:41) 

Öncelikle Selim Temo’nun da verili biçimde ortaya koyduğu üzere, örneğin konuyla ilgili dikkate değer araştırmaları bulunan Ahmet T. Karamustafa, Markus Dressler ve Ayfer Karakaya-Stump gibi isimlerin dikkat çektiği gerçekler epey farklı. Öncelikle, Ahmed Yesevi’nin “Ortodoks İslâmi bir mutasavvıf” olduğuna dair araştırmalar Köprülü ve onun yolunda gidenlerin iddialarını çürüten sonuçlar ortaya koyuyor. İkincisi, Bektaşilik ve Yesevilik arasında var olduğu ileri sürülen bağ, sözü edilen iki akımın öncülerinin aynı tarihsel süreçte yaşadıklarının kurgulanmasıyla ilgilidir. Oysa iki akımın öncüleri arasında tarihsel çakışma söz konusu değildir, dolayısıyla örneğin Bektaşiliği Yeseviliğin Anadolu’daki uzantısı olarak kurgulamak için de bir tarihsel paralellik kurmak zordur. Velev ki iddia edildiği gibi böyle bir tarihsel çakışma varsa bile, bu, ikisi arasında doğrudan bir bağ kurmayı mümkün kılmayacak denli epey kısıtlı bir aralıktan ibarettir. Üçüncüsü, bu iki akımın da öncülerinin ölümünden epey sonra belirgin tasavvuf oluşumları haline geldiği unutulmamalıdır. Dördüncüsü ise, iddia edildiğinin aksine söz konusu dönemde Anadolu’ya akın akın Yesevi Erenlerin gelişi söz konusu değildir; aksine, Markus Dressler’in belirttiği gibi, “Orta Asya’dan az sayıda bile Yesevi dervişinin geldiğini gösterir sağlam kanıtlar bulunmamaktadır.” (Bütün bu hususlar için bkz. Temo 2019:41-42-43). 

Öte yandan pek çok Türkçü kaynakta Kızılbaşlık / Alevilik, Bektaşilik çerçevesinde eski Türk şaman geleneğinin devamı olarak kabul ediliyor. Bu durumda örneğin Sünni Kürtlerin Türklüğünün ispatlanması için harcanan çabalar, Kızılbaş Kürtler için gerekli de görülmeyebiliyor. Bu tür iddiaları ortaya atanlardan bazılarına göre, Zaza Kızılbaşların Tanrı anlamında söyledikleri “Homay, Omay” sözcükleri eski Türkçede vardı ve bu da onların Türklüğünün yeterli kanıtıdır (Örneğin bkz. Sevgen 1982; Seferoğlu 1982). 

Nihayetinde, yalandan kimsenin ölmediğini biliyoruz; bu yazı dizisinin bütün bölümlerinde gösterdiğim gibi resmi tezi hâkim kılmak için nice büyük yalan uyduruldu ve uyduranlara gerçekten de bir şey olmadı! 

Bütün bunlar bir yana, bilimsel bir çalışmanın yapılabilmesi ya da akla yatkın bir görüşün ortaya atılabilmesinin gereği olarak en basitinden şu hususa bile dikkat edilmiyor: Türk Aleviliği ile Kürt Kızılbaşlığı arasındaki örneğin pek çok açıdan farklılaşabilecek tarihsel ve dinsel kaynaklar tamamen göz ardı ediliyor, daha da önemlisi etnik/millî farklılıklar yok sayılıyor ve Horasan kurgusuyla Kürt Kızılbaşlar doğrudan Türklüğe entegre ediliyor. Yine en basitinden örneğin bu iddia sahipleri, Selim Temo’nun yaptığı gibi, zahmet edip Horasan’da bir saha incelemesi yapma gereği de duymuyorlardı. Ki yapsalardı Temo gibi onlar da söz konusu bölgedeki Türklerin çoğunlukla İslam’ın Sünni koluna, yüzyıllardan beri orada bulunan Kürtlerin ise daha ziyade Şii-Kızılbaş inancına mensup olduklarını göreceklerdi. Sonuçta profesör veya general unvanlı zatlar için Kürt yoktu, ama Türkleştirilmesi gereken insanlar vardı, Horasan efsanesi de bu yüzden iş görüyordu. Mesele bundan ibaret… 

Doğrusu bu tür iddiaların sahipleri için bazen neredeyse sadece Kürtlerin doğudan geldiğinin iddia edilmesi bile yeterli kanıttır. Örneğin Basil Nikitin’in Kürtlerin Hazar’ın kuzeyinden İskitler zamanında ortaya çıkıp bugünkü bölgelerine geldiğine dair yorumu bile, Nitikin’in Kürtlerle Türkleri hiçbir şekilde aynı göstermeyen, aksine Kürtlerin İranî özelliklerini vurgulayan görüşlerine rağmen, “Kürtler doğudan gelmişse zaten Türk’türler” iddiası için dayanak yapılabilmiştir. Hatta Nikitin’in yazdıklarını bir itiraf olarak değerlendiren General Kenan Esengin için durum çok nettir: “Horasan’dan gelen bir adam Kürt de olsa Türk soyundan olur.” (1976:21) Ya da daha sonra kendisinden yine söz edeceğim üzere, Kızılbaş Kürtlerle yetinmeyip Hatay’daki Arap Nusayrileri de “Horasan’dan gelme Türkler” ilan eden Hasan Reşit Tankut’un ileri sürdüğü gibi, “Aleviler, ister Hatay’da ister Anadolu’da olsun; hem gövde yapısı hem tarih hem itikat bakımından Türk’türler.” (Temo 2019:38)

Kısacası, “Horasan’dan geldik, Horasan’dan gelen herkes Türk’tür” iddiası, daha ilk ortaya atıldığı andan beri, Selim Temo’nun yerinde tespitiyle, “istihbarî bir tez” idi ve hâlâ da öyledir ve haliyle “tarihsel bir temeli yoktur.” Selim Temo ile konuyu bağlayacak olursam; tamamen siyasi saiklere ve ırkçı ideolojiye dayanan şartlanmayla ileri sürülen “Horasan’dan Anadolu’ya gelme anlatısı, Anadolu’yu boş bir yer olarak tasarlar. Buna göre Türk toplulukları sürekli biçimde Anadolu’ya akar ve bu boş toprakları doldururlar. Geliş yönündeki Ermenistan ve Kürdistan yok sayılır. Tarihte Rum olarak adlandırılan Anadolu, bugünkü Türkiye sınırlarının en Doğu ucunu teşkil eden Kars’tan başlatılır. Gerçekte Maraş-Erzincan hattından başlayan Anadolu, bu şekilde sündürülür ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti kadar genişletilir. Bu ulus-devlette Kürtler var olmadığına göre Horasan’dan gelenler arasında da Kürtler yoktur!” (2019:21-22) 

İşin özü, Kürt Kızılbaşlığının Türk/Türkmen Aleviliği üzerinden yeniden kurgulanmasıyla, Kızılbaş Kürtlerin milli kimliklerinden kopartılması ve haliyle Ali Duran Topuz’un ifadesiyle de-nasyonalizasyonu amaçlanıyordu ve hâlâ da bu amaç bakidir. 

Ve son bir not: Türk milliyetçilerinin sık sık “kılıç artığı” sözünü kullandığına şahit olmuşsunuzdur. Bu sözün genelde Ermeniler, Rumlar ve Asuriler gibi soykırımdan geçirilmiş ve geriye adeta numunelik düzeyde fertleri kalmış milletler için kullanıldığı söylenebilir. Ancak aynı sözün Aleviler ve Kürtler için de dillendirildiği belirtilebilir. Özellikle de Kızılbaş Kürtler için… Bu sözle bir yandan geçmişte yapılan soykırımlar hatırlatılıp sahiplenilirken, öbür yandan geriye kalanlar da tehdit ediliyor elbette. Kızılbaşlar ya da Aleviler söz konusu olunca da, bu yazıda anlattığım üzere, devlet bir yandan işine geldiği sürece Aleviliği öz Türklüğün bir biçimi olarak propaganda ederken, öbür yandan yeri geldiğinde Alevilere kılıcı göstermekten imtina etmiyor. Ne de olsa Dersim’de soykırım yapıldı; Maraş, Çorum, Malatya, Gazi ve Sivas’ta Aleviler katliamlardan geçirildi. Devletten gücünü alan Türk milliyetçileri, Türklüğü reddeden Alevilere böylece kılıcı gösterirken bütün bu kanlı tarihi de hatırlatmış oluyor. 

 

İlgili Podcast Yayını İçin

https://www.youtube.com/watch?v=8FE0lgzglJE

 

Kaynakça 

 

Beşikçi, İsmail (1970). Doğu Anadolu’nun Düzeni / Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: e Yayınları

Beşikçi, İsmail (1992a). Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi. İstanbul: Yurt Kitap-Yayın

Doktor Friç (Muhariri) (2014). Kürdler / Tarihi ve İçtimai Tedkikat. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları

Dündar, Fuat (2010). Modern Türkiye’nin Şifresi / İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları

Esengin, General Kenan (1976). Kürtçülük Sorunu. Ankara: Su Yayınları

Seferoğlu, Şükrü Kaya (1982). Anadolu’nun İlk Türk Sakinleri Kürtler. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü 

Sevgen, Nazmi (1982). Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri – Osmanlı Belgeleri İle Kürt Türkleri Tarihi. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü

Temo, Selim (2019). Horasan Kürtleri. İstanbul: Alfa Yayınları

Üngör, Uğur Ümit (2016). Modern Türkiye’nin İnşası / Doğu Anadolu’da Ulus, Devlet ve Şiddet (1913-1950). İstanbul: İletişim Yayınları

İlginizi çekebilir