Müslüm Yücel: Ses ve Öfke; Şenyaşar ve Buldan 

Pervin Buldan ve Emine Şenyaşar’ın birlikte oldukları birkaç kare fotoğraf vardır ve bu fotoğraflar, genellikle ziyaret babında ve politik olarak ele alınmışlardır. Gazete ve sitelerde de yayımlanan bu fotoğraflar, haberi destekleyen birer figür ya da foto-haber özelliği de taşır gibi görülürler. Fotoğraflar kalabalıktır ve bu kalabalık bize şunu söyler; özneler birer fondur, fakat fotoğrafların çevrelerini makasla aldığımızda gördüğümüz yalnızca bir fotoğraf değildir; hatta çoğu kimse poz verirken- ki buna acıya göz takılması da diyebiliriz ve bu göz takılmayla günah çıkartmak bile eklenebilir- Emine Hanım ve Pervin susarlar. Onlara eşlik eden acılara bir ad vermek mümkün değildir; ne hissettiklerini asla bilemeyiz; kullandıkları sözcükler, ses tellerindeki titreşimler, çehreleri, bakışlarıyla harmanlanan gözyaşları zor bir alfabe gibi durur karşımızda; okusak, bütün dertlerimiz bitecektir. Ama biz, olmamış meyvelerin düşüş sesiyle irkilen kimseleriz, susmalarını, konuşmalarını bilmeyiz.  

Fotoğraflara isim vermeden bir anlam aradığımızda ve ikisini bir tuvale kaydettiğimizdeyse çevrede olup biten hareketlilik; kişiler, adalet sarayı, beton korkuluklar ve kaldırım taşları boşluğu ifade etmekten öteye geçmezler, çünkü sahici olma karşısında, hiç bir gücün gücü yoktur.   

Bundan sonrasına “susmanın estetiği” üzerinden devam edebiliriz belki; ikisinde de susma, bir bakma, bakıp bir şeyler söyleme biçimidir ve bir o kadar hareketlidir ki bu bakışlar, bir film şeridi gibi akarlar, gazeteden ya da herhangi bir siteden bu fotoğraflara bakan- gözü takılan bile, burada durmak zorundadır, çünkü burada, bir başka bakış, artık yalnızca taşabilir; susmanın gücü de buradadır; birkaç gün önce paylaştığım, kestiğim, acı bir tebessüm dolu Sırrı Süreyya Önder ve Aysel Tuğluk fotoğrafında yine bu vardı, buradan insan taşar, buradan taşılması gereklidir de…  

Hem Emine Hanım’ın hem Pervin’in konuşmalarında öfke de önemli bir yer tutar, bir hak arayışıdır; burada bir adalet arayışı yoktur yalnızca; kötülerin kıyılara kadar indiğini, buradan denizleri, tatlı suları zehirleyeceğinin de bilgisi vardır. Üstelik bu bilgi okullarda elde edilmiş bir bilgi de değildir. Bu, acıyı irfan asaletiyle yükseltmenin tarihidir. Susuyorlar ve susmaları ayrı bir söz oluyor, bizi oluşturuyorlar. Adaleti dile getiriyorlar. Adaletin yerine gelmesi için kıyameti koparıyorlar; silahlı adalete, silahlı güçlere biat etmiyorlar. Adaleti istedikleri için de korkunç cesaretliler. Adaletin vicdan, vicdanın Allah olduğunu biliyorlar… Adalet arayışları büyük bir eşitliğe dayanıyor; eşitlik istiyorlar… 

Sonra soruyorlar: Dil mi yürektir, yoksa yürek mi dildir ve ikisini örten beyaz sabır örtüleri, açılıp kapanıyor geleceğin sessizliği içinde. Bu sessizlik korkutuyor birilerini. Bu sessizlik içinde bizim geleceğimiz yatıyor.  

Onlar sustuğunda, binlerce yıllık acılar dile geliyor, Homeros’un şu dizeleri, yanlarında çıplak kalıyor: “Aenaeas’ın soyu bütün kıyılara hükmedecek, çocuklarının çocuklarıyla onların torunları…” 

İkisi de torunlarının torunlarının acılarını düşünüyorlar.  

Eskilerde soylular, devletin yönünü belirleyen kimselerdi ve krallar onlara güç vererek, halkı yoksullaştırırlardı, böylece kendilerini de güvence altına alırlardı… Yunan ve Roma böyleydi.  

Kürt kadınları ve Cumartesi anneleriyle soyluluk, nerdeyse acıyla eşitlendi, nedeni adalettir ve adaleti kadınlar dile getiriyor. Bize şunu söylüyorlar: Biz kaybettiklerimizden başka bir şey değiliz. Hayatımızda, artık kimler yoksa, biz onlarız. Ölmüşlerimizle ilgili anılarımız boldur. Onlarla ilgili söyleyeceklerimiz her bir şeyi söyleyebiliriz. Bizi belgeleyen, ortak bir tanıdık, bir an, bir fotoğraf, bir mezar taşı imdadımıza yetişir her zaman. Onlar bizim parçamız, artık her fırsatta yaşamayı, anılarıyla birlikte sürdürdüklerimizdir.  

Kim adilse, soylu odur. Herkes onlara söz verdi. Tayip Erdoğan, Berfo anaya söz verdi, Kemal Kılıçdaroğlu Emine Şenyaşar’a. Şimdi, Emine Hanım’ın oğlu da bir takipçi olarak karşımızdadır… Emine Hanım’ın gözleri, oğlunun üstündedir.  

Hem Emine Hanım hem de Pervin, içinde koca bizleri taşıyan yalnızlardır. Pervin yıllardır, zor bir siyaset yürütüyor. Bugüne kadar bir dostuna, bir akrabasına torpil yaptığı, birini bir yerden bir yere sürüklediği görülmemiştir. Bir dava insanıdır; ne bir şehrin, ne de bir ailenin temsilcisi olmuştur; kendini temsil ettiği için de bizi temsil etmiştir, bundan dolayı içimiz rahattır: O bizim gözümüzün nizamı, altın oranımızdır.  

Pervin senelerden beri takip ettiğimiz biridir; yüzeyselliğe karşı, içimizdeki sestir. Dikkat edilirse halk konuşmaları çok içtendir ama bir kâğıttan, bir şey okuyunca parti başkanı olur. Birkaç gün önce, Yoğurtçu Parkı’nda sıkı bir konuşma yaptı ve binlerce insanın duygularına tercüman oldu. Elbette sözünü ettikleri bin yıllardan beri bildiğimiz tapınak soyguncularıydı ve bunlar, çalıp çırptıktan sonra kurnaz tanrılarının sunağına gider yardım dilenirlerdi. Kim inanır ki…  Sanıyorlar ki Kürtler cahil, sosyalistlerde yeşil parkadan ibaretler; değil, hiç değil, dillerin tükendiği yerdeki, tutsak dile olan merhamettendir bizim de sessizliğimiz…   

Yine depremde gördük Pervin’i: Susmanın yeriydi ve suskunun az bir ilerisinde bir yerde/ halde göründü; asarım, keserim, biçerim demedi, çorba dağıttı; onun dağıttığı çorba elbette mağdurlara yetmeyecekti ama safını belirledi… Siyaset burada yoktu, var olan tek şey, tarihe, zamana katılmakta değildi, hayata katılmaktı. 

Şimdi, epeyce birileri Pervin’i yükselen reyini düşürmek istiyorlar. Her taraftan bir kuşatma var. Siyasetten anladıklarıysa sadece yönetmektir. Pervinlerin yaptığıysa, tam tersi, hayatı besliyorlar… Bu seçimi kadınlar götürecek, farkında değiller. Servetleri bizden çaldıkları, güçleri bizden aldıkları, özgürlükleri, bizden tutsak ettikleriyle oluşanlara karşı Pervinlerin yanında olmak gerek… 

İlginizi çekebilir