Müslüm Yücel: Dünyanın nabzı durdu şimdi

Tıpkı insan gibi dünyanın da bir nabzı var. Dünyanın içinde aşağı yukarı yedi milyar insan barınıyor ve bu nüfus, 2050’li yıllarda dokuz, on milyara rahatlıkla ulaşabilir.

Biz artıyoruz ve arttıkça belki dünya seviniyordur ama biz artıp dünyanın içinde bir şeyleri yok ettikçe, dünya elimizde can çekişiyor. 

Farkında değiliz belki ama dünya hızla bir iklim değişikliğine uğradı; yirmi yıldır, sıcaklar arttı… Diğer yandan keyiflerimiz dünyanın biçimini bozdu, özünü boşalttı. Örneğin avcılık. Yurdumuzun dört bir yanı avcılık ve atıcılık kulüpleriyle doludur. Avladığımız her hayvan, dünyanın nabzını yükseltiyor. 

Şimdi bazen, bulmacalarda kimi hayvanların adları soruluyor ve elimizde internet gibi geniş bir ağ varken bunların adlarını dahi bilmiyoruz. Türkiye’de nesli tüketilen hayvanların sayısı beli değildir. Aynı şey bitkiler için de geçerlidir. Sadece Urfa ve çevresinde 350 çeşit endemik bitki yok oldu.

Bunun nedeni zirai ilaçlar ve GAP’la yürütülen köklü asimilasyondu; asimile etme yalnızca dil ve kültürün posasını çıkartmak değildir; coğrafyanın da altını üstünü dağıtıp posasını çıkartmaktır. Şimdi çıplak kayada çimlenen bir edebiyatımızın olması az biraz da olsa bundandır. İmgelemi dağıtılmış, tasviri yok edilmiş bir dimağ ne yapabilir ki? İlhan Berk, şiirin temelinde doğa var diyordu. Yaşar Kemal, kendi başına bir doğa kitabıydı zaten.     

Bizim Kürtçe anlatılan hikâyelerde bir sürü hayvan geçerdi. Örneğin vaşak adını duyardık ama artık onu görme şansımız bile yok; postu çok değerli olduğu için, bulunan vuruluyor ve gizli post mafyası tarafından hemen alıcı da buluyor. Hakkâri, bu hayvanın adeta krallığını ilan ettiği bir yerdi. 

Yine leopar denildiği zaman sanki bizde yokmuş, bir masalmış gibi bir havaya kapılıyoruz; vardı. Kürtlerin destan ve masallarında aslan geçerdi ama aslında bu aslan diye bildiğimiz kaplandı, Türk zoolojisi ona Hazar Kaplanı adını verdi; tür, Hakkârili yiğitler tarafından yok edildi! Sonra çitalar vardı, küçük bir masal kitabında rastladım, yok olmuş o da. Hakkari’de arada bir çitanın görüldüğünü duyarım ama şimdi ne adı, ne nesli var. Sonra bir kızıl geyiğimiz vardı.

Siyabend u Xece hikâyesinin gizli kahramanı, güzeli ortaya çıkartan güzel, yürekliyi ortaya çıkartan yürekli. Şimdi “ondan bir tane gördüm” diyeni, annesi hocaya götürüyor, “üfle” diyor. Hoca, bu “ermiş” diyor. Bir de tabii masallarımızın pis bir hayvanı da vardı, pisliği leşle beslenmesinden geliyordu, kümeslere dadanırdı, anneler kızardı, insanlar sürekli onu gördükleri yerde vururdu; canım sırtlan, oda yok. Annelerimiz de artık, kümesteki hayvanları sevmiyor zaten, ne o kir. Hepimiz şehirli olduk. Benim büyük aşkım, bir tanem Leyla’m elektrikli sobayla ısınıyor.

Oysa babam bu kadına tezek yaparken vurulmuş. Sonra geceleri ortaya çıkan ve kijjj diye bir ses çıkarttığını duyduğumuz karakulak, bu garibana şair Osman Sebri dışında kimse sahip çıkmamış. İşte bu yırtıcı ve geceleyin dışarı çıkan kedimiz yok oldu. Sonra efsanelere ve amblemlere konu olmuş yılan kartalımız; derler, yılanı yerden tutar, kaldırır, sonra bırakır, belini kırardı… Su yok olunca; baraj kelepçeledikçe suları, yılan kartalımızda yok oldu. Doğamız yok oldu, ruhumuzda. Fare ve yılan bahsine girmeme gerek yok zaten, çünkü onlar toprağın altında tarlalarımızın işçileriydiler… Birbirini yer bize zarar vermezdiler…  

Yalnızca biz böyle değildik. Çin, nesli tükenmekte olan pandalar üzerinde yoğun çalışmalar yürüttü ama garipler bir sonuç alamadı; doğal olan kayboldu. Ama Çin kolları sıvadı, boncuk gözleri başlarında eridi, bu sefer dişi yetiştirme programları dâhilinde yapay döllenme işine giriştiler, Mao’nun ruhu da bu arada gökte bir bulut gibi geziyordu. İşte bu arada Çinli bilim insanları 16 dişi panda yetiştirdiler. Asıl yoksa sahtenin nesi vardı. Takvimini hayvan mitleri üzerine kuran devlete bu yakışır mıydı? 

Bir de köpekler var! “Ya eskiden bir köpeğimiz” vardı diye başlayan cümleleri sevmem ama sahiden eskiden köpekler vardır ve bunlar bizim kardeşimizdiler. Bizimle tarlaya giderlerdi, kadınlarla suya giderlerdi, yabancı birini görünce kızarlardı, sonra damın üstüne çıkarlardı, bizimle beraber uyarlardı. Birden bu köpekler yok oldu. 

Şimdi çevremizde bir sürü köpek var. Köpeklerin biçimleri değişti. Bir tek özellikleri var, sevimliler. Çünkü artık köpekler sevimli olmalarını köpekliklerini kaybetmelerine borçlular. Onlar, bizim bildik, normal hayatımızdaki köpekler değiller artık; ailemizin, köyümüzün, mahallemizin bir ferdi değiller, bir mülkiyet biçimiler; dolar gibi onların da piyasaları var, tırnak ve derilerine göre değer kazanıp değer kaybediyorlar.  

ABD, elbette ki Çin’den geri kalmazdı. 90’lı yıllarda duyduk ama kimse sesimizi duymadı. Onlarda ulusal bir parkta, kurt popülasyonunu canlandırmaya çalıştılar; yok ediliyor ve sonra yapay olana başvuruluyor. Büyük insanlık!

Hepimizin bildiği tavuklar vardı sonra; bunar birden ucuzladılar, yok edildiler, şimdi adı tavuk olan bir şeyler dolaşıyor hayatımızda. İbrahim Hakkı Efendi’nin sözünü ettiği, meni artıran tavuklar yok. Sonra da erkekler o hap benim bu hap senin dolaşıyorlar. Bu kadar da yumuşak et olmaz ki? Yumuşakçalardan olduk hepimiz. Hele o pis pis kanatlar, kanatlarımızı düşürdü. 

Birkaç gün önce dini bütünlüğüyle dikkat çeken İran, binlerce civcivi kamyon kasalarına doldurdu ve sonra derin bir çukur kazdı ve bu yavruları toprağa gömdü, diri diri. Ya Kerbela koca bir yalandı ya bu adamlar cani ve sahtekârdı. İran faşizminin gerekçesi şuydu: Tavuk fiyatları düşüyor. 

Doksanlı yılların sonunda Afrika artık dur dedi. Her haliyle, 15’inci yüzyıldan beri yağma edilen koca adada eşi görülmemiş bir sürü hayvan vardı ve bu hayvanlar, orman içinde mutlu ve huzurluydular; orman onların eviydi ama Avrupalı yontulmamış, içi boş kereste tüccarları yüzünden birçok hayvanın nesli tükendi, çoğalamadılar. Kereste tüccarları, hayvanların evi olan ormandan ağaçlar kesti durmadan.

Kuru dalları da değil, yeşil olanları da kesti. Almanya biçim veren, Fransa sanat üreten, İngiliz sanayi ve İtalya hünerdi ya! Kimse düşünmedi, gizli doğa kitabında şu ayet vardı, bir gün bu soysuz insan nesli, bu kesilen dallarla dövülecektir.  

Urfa’da tam ağaçların dallarına yuva yapıp yavrularını beklerken, baraj geldi ve kekliklerin kimi gagalarını yumurtalarına vurdular, hepsi boğuldu… Gördüm. 

Fırat ve Dicle üzerinden oynamadık kumar kalmadı. Barajlar yetmezmiş gibi birde sızma sulardan elde edilen kuyularla su hırsızlığına başlandı. Karadeniz ise büyük doğa tahribinin merkezi oldu; Karadeniz şeridindeki bütün kentlerin lağımları denize dökülür. Balıklar, kim bilir nerde yüzüyor…

Yok ettiğimiz her canlı, dünyanın biraz daha dengesini bozdu. Hayvanlar üzerinden belki yüzlerce örnek verebiliriz. Avcılık ve erkeklik, daha neler neler… 

Benzer bir durum su için de geçerli. Suyu en kötü kullanan ve suya en büyük kötülükleri yapan iki ülke vardır: Çin ve İran. Tahran, su tüketimine sınırlama getirdi ve su rezervlerini tükettiğinden pek çok köy kuraklaştı; köylüler, köylerini terk etti. Çin, nehirlerini santrallere boğdu ve daha ileri gitti, bütün pis atıklarını nehirlere döktü…

Buzullar küçüldü. Peru’da ki nehirler yükseldi ve yükselme, küresel ısınmaya neden oldu. 

Kurşun sıksan geçmez denilen gecelerin yıldızları da kentlerden epey çıkınca göründü. 

Su ve hayvan kadar, insanlar havayı da mahvetti; havayı boğdular; fabrikalar, silah sanayi ve ulaşım yüzünden hava boğuldu. Kalkan her uçak, her otomobil havayı zehirliyor; temiz hava, karbona beleniyor. Karbon yiyip içtiklerimizi yok ediyor ve daha sonra, yiyip içtiklerimize bulaşıyor, bize ulaşıyor. 

Organik pazarlara koşuyoruz. Kentlerde iş yapsın diye “köy kahvaltısı” adı verilen yerlere doluşuyoruz. Bizler, sizler! 

Fabrikaları birkaç kentte yığıp, serveti bir kaç kişinin eline verip medeniyetler ürettiniz. Köylülerin ürettikleri zeytinyağını fabrikalara çektiniz, yarısı su, yarısı bilmem ne yağlar ürettiniz. Sabunlarını beğenmediniz.

Ören bayan ipliklerinizle, naylonlarınızı bize boca ettiniz. Dik durun şimdi, dünyanın nabzı durdu; hasetleriniz, kıskançlıklarınız, o her şey bize demeleriniz; merak etmeyin, o çevirdiğiniz filmlerde dalga geçtiklerinizin, o sizin merhaba verirken yüzünüzü çevirdiklerinizin, sırf görünesiniz diye sırtına bastıklarınızın, sırf adınız geçsin diye adlarını unutturduklarınızın size verecek buğdayları var; kıtlıktan da korkmayın bunca bilgiden sonra o engin ovalarımızdan bir tanesi bile bu ülkeye üç yıl yeter, bir tek şey istiyorum sizden, bana yok edilmiş hayvanlarımızın ve bitkilerimizin adını verin, bari geriye kalacak olan nesiller, birkaç hayvan ve bitki adı bilsinler…

İlginizi çekebilir