Günay Aslan: Dil yarası

Her insan bir dilin, bir kimliğin ve bir kültürün içine doğuyor…

Kimsenin bunları önceden seçme şansı olmuyor. 

Kişi hayata merhaba dediği an kendisini dili, kimliği ve kültürü önceden belirlenmiş bir dünyanın içinde buluyor. 

Zamanla ( 0-8 yaş arası) kendisini karşılayan bu dünyayı keşfe çıkıyor ve bu sayede hem kendini ifade etme araçları ediniyor hem de kişilik özellikleri inşa ediyor.

Temel bir ifade aracı olan dilin hayati önemi bu dönemde ortaya çıkıyor. 

Zira kişinin duygu ve düşünceleri bu çağlarda öğrendiği dil ile hayat buluyor. Kişi ancak bu sayede var olabiliyor. 

Dolayısıyla bir insanın içine doğduğu dilinden koparılması ve kendisine yabancı bir dili özümsemeye zorlanması kendisine ait dünyanın yıkılması, kendine ait hayat yolculuğunun başlar başlamaz sonlandırılması anlamına geliyor. 

Böyle bir zorlamayla karşı karşıya kalan biri hayatın başlangıç aşamasında gerçek dünyasını yitiriyor ve yabancısı olduğu başka bir dünyayı yaşamak zorunda kalıyor. 

Bu da onda kalıcı ve derin bir travmaya yol açıyor.  

Böyle bir kişi ne yaparsa yapsın bu travmanın etkilerinden  kurtulamıyor. 

Anadilinden koparılan kişi ömrünün geri kalanını bunun  yarattığı sorunlarla boğuşarak geçirmek zorunda kalıyor.

Hep bir eksiklik hep bir eziklik duygusu yaşıyor. 

İnsana hayatın her aşamasında neredeyse hiçlik duygusu veren bu travma yaşamın bütün alanlarında damgasını vuruyor.

Bu eksiklik ve eziklik duygusu insanın  işinden ailesine, özlem ve beklentilerinden çevresiyle ilişkisine kadar hayatın her aşamasında karşısına çıkıyor.

Dil (anadil) yasağı üzerine yapılan bilimsel araştırmalar hayatının başlangıç aşamasında  beklemediği  böylesi bir facia yaşamış olan her insanın ömür boyu bir sürü sorun yaşadığını ve yaşattığını gösteriyor.

Zira dil olmadan kişi her şeyden önce sağlıklı bir benlik bilinci inşa edemiyor.  

Edemediği için de hayatın aktif bir öznesi haline gelemiyor. 

20.yüzyılın önemli filozoflarından Wittgenstein, ‘dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır’ derken, dilin duygu ve düşünce dünyasıyla olan yaşamsal ilişkisine dikkat çekiyor. 

 Wittgenstein, insanın dili olmadan dünyasının söz konusu olamayacağının altını kalın harflerle çiziyor.  

Dünyaca ünlü dilbilimci Humboldt ise,’insan ancak dili ile insandır’ diyor ve dil olmadan insanın var olmayacağını ileri sürüyor.

Öte yandan dilin sadece bir insanı değil, bir milleti de var eden temel dinamik olduğu biliniyor. 

Çünkü dil, bir milletin geçmişten günümüze taşıdığı duygu ve düşüncelerin; kültürel birikim ve zenginliklerin tümü anlamına geliyor.

Bunlar olmadan millet olunmuyor. 

Milleti dil yaşatıyor. Dil geliştirip geleceğe taşıyor. Dolayısıyla dilin yok edilmesi  bütün bu birikim ve zenginliklerin, yani bir milletin yok edilmesi anlamına geliyor.

Bu yüzden bir milleti tarih sahnesinden silmek isteyen bir devlet ilk elden onun dilini ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Bunun da en trajik örneklerinden birini Kürtçe oluşturuyor.

100 yıllardır asimile edilmek istenen Kürtçenin başına gelenler Kürtleri tarih sahnesinden silmek isteyen egemen devletlerin amacını yansıtıyor. 

Kürtçe’nin Kürtlerin varlığının devamı açısından oynadığı hayati rol biliniyor ve bu yüzden ağırlık asimilasyona veriliyor.

Dolayısıyla ayakta kalmak, tarih sahnesinde yer almak için Kürtçe’ye sahip çıkmak, anadilde eğitim talebinde ısrarcı olmak, bunun araçlarını yaratmak gerekiyor.

Kürt dilinde devrim yaparak Kürtçe‘ye kalite ve özgünlük kazandıran saygın Kürt aydınlarından Celadet Bedirxan, ‘dil, esir bir milletin egemen millete karşı varlığını koruyan en önemli silahtır‘ diyor.

Bedirxan, Kürt diline Kürt halkının varlığının devamı açısından yaşamsal önem atfediyor.

Dil yarasını iyileştirmek için onun izinden gitmek gerekiyor…

21 Şubat Dünya Anadil Günü kutlu olsun…

 

/Arşivden…/

İlginizi çekebilir