Fırat Aydınkaya: Ezilen “Kürt Milliyetçiliği” Kavramına Ne Oldu?

Kürtlerin milliyetçilikle tanışması gibi tartışması da ilgi çekici bir seyir izliyor. Her ne kadar geçen yüzyıl bu zamanlar milliyetçilik, Kürtlerin fikrini değilse bile ufaktan aklını çelmeye başladıysa da kimi Kürt otoriteler buna açıktan karşı çıkma gereği duyuyordu. 

Sözgelimi Bediüzzaman, has talebelerinden olan Hemzeyê Müksî’nin milliyetçiliğe meyyal halini gözeterek kulağını çekmişti örneğin. Müslüman olmayan bir Kürdü, Müslüman bir Türk alimden bile daha çok sevebilme ihtimali, Müksî ile üstadını karşı karşıya getirmeye yetmişti. Yüzyıl sonra hala benzer bir noktada olmamız, aynı şeyleri tartışıyor olmamız ilgi çekici bir durum. Fakat bir farkla. Ümmet hümanizmi yerine şimdilerde sol hümanizm adına kulaklar çekiliyor.

Kürt mücadelesi milliyetçi mi? Kürt milliyetçiliği meşru ve gerekli mi? Kürt milliyetçiliği Kürtlere ne verebilir? Kürt milliyetçiliğini istemek Kürtleri ilkel mi yapar? Kürt milliyetçiliği Kürtlere devlet mi verecek? Bu sorular etrafında birbirimizi itham etmeden kamusal bir tartışma yürütmemiz elzem. Zira esasen son yüz yıldır etrafında dönüp dolaştığımız kadim mevzumuzdur bu. Ve dahi son beş yıldır da harareti can yakan, huşuneti gönül kıran tartışmamız tastamam bu mesele. 

Fakat bunları konuşurken bu tartışmanın neden harlandığını yani maddi temelini de görmemiz gerekiyor. Zira bu tartışmanın son dönemki olgusal temellerini göz önünde bulundurmadan söz söylemek havanda su dövmekten öteye geçmeyecektir belli ki. Tartışmanın maddi temelini bir dizi kritik eşiğin belirlediğine hiç şüphe yok. 

Kobani savunmasının etrafında gelişen romantik eşik. Cizre Bodrumları ve Taybet Ananın bedeni üzerinden gelişen trajik eşik. Bağımsızlık referandumu ekseninde gelişen tarihsel eşik. Ve son olarak da Rojava’nın lebensraum pergeline alınması üzerinden gelişen melankolizm eşiği. Başka halkların yüzyılda bir karşılaşacağı bu tarihi kırılmaları son beş yıl içinde yaşayan bir halk ne yapmalı? Nasıl yapmalı?

Reichstag yangını ve ardından Nürnberg yasalarına kadar Yahudiliğini bir şekilde perdeleyen hümanizmanın içinden konuşan Arendt, bu andan itibaren ve buna karşı koymak için kişinin kendisini Yahudi olarak tanımlamasının görev haline geldiğinin altını çizme gereği duyuyordu. Ona göre “size Yahudi olarak saldırıldığında Yahudi olarak karşılık vermek zorundasınız, ‘af edersiniz ben Yahudi değilim, insanım’ diyemezsiniz, bu aptalcadır” diyordu. 

Yukarıda bahsedilen travmatik eşiklerden sonra aramızdan birilerinin hala “af edersiniz ben Kürt değilim, insanım (sosyalistim/işçiyim/feministim/müslümanım/demokratım)” demelerini nasıl yorumlayacağız?

 Diğer bir ifadeyle Kürtlere sırf Kürt olduğu için (misal Sakarya’da, Afyon’da, misal Cumhuriyet gazetesinde) saldıranlara karşılık Kürtler ne diyecek? İşçiyim? Sosyalistim? Demokratım? Ümmet kardeşiyim? Ne? Ve dahi bu saldırılara söylemsel karşılık vermek babında “ben Kürdüm” diyene milliyetçi gözüyle mi bakacağız?

Gerçek şu ki, Kürtlerin kolonyal şiddete maruz kalmasının yegane sebebi Kürt olmaları. Kürtler Zerdüşti, sosyalist ya da işçi olduğu için değil bizzat Kürt olduğu için, hak talep ettiği için saldırıya uğruyor. Burada sorun tam da şudur: Gökalpçi Kızıl elma düşüncesinin ilham verdiği fetihçi, nizamı alemci bir milliyetçiliğe ideolojik bağlamda nasıl mukabele edileceğidir. 

Sakarya’da kolonyalist şiddete muhatap olan Kürtleri savunmak için kimi parti temsilcilerinin kurduğu amorf sol hümanizm diliyle mi? Bir Cumhuriyet yazarının kolonizatör edasıyla üzerimize boca ettiği ırkçı bir metne karşı koyarken, utangaç bir Kemalizmden türetilen Voltaire desenli liberal pêşgirle mi? Kolonyalist bir ayartma niyetine Kürtlere buyrulan ümmet kardeşliği repliğiyle mi? Pratikte reel sosyalizmin gayrı meşru yayılmacılığı dışında hiçbir şeye merhem olmayan halkların kardeşliği cihazıyla mı? Ne?

Burada durup anti kolonyal tecrübeye kulak kabartmak elzem. Bilhassa kuruluş ve inşa dönemlerinden kurtuluşun şafak vaktine kadar Fanon’un dekolonyalizm süreçleri için ulusalcı tutuma modüler bir rol atfettiği açık. Esasen Leningillerin, ezilen milliyetçiliğin sınıf mücadelesine sinerji katacağı yolundaki yorumları da bu minvalden. Öyleyse gözeteceğimiz iki husus söz konusu. Fanon’un yerlinin mücadele azmi olarak her şeyin üstünde kıymet atfettiği ulusal mücadelede kritik eşik neresi? Yani mücadelenin hangi kırılma anına kadar ulusalcı tutum iş görebilir? Kürtler bu kritik eşiği aştı mı? Ve dahi Kürt mücadelesi “ezilen milliyetçilik” ünitesinin dışına mı çıktı? 

Mamafih bir zamanlar “ezilen milliyetçilik” kavramı diye bir derdimiz vardı. Peki ne oldu bu kavrama? Ezilen bir halk olarak ezen bir milliyetçilik ile aynı seviyeye mi geldik? Biz de başka halkları ezmeye başladığımız için üst lige yani ezen milliyetçilik ligine mi çıktık?  Öyleyse ne oldu bu kavrama, neden unutuldu? Bana öyle geliyor ki bu kavramın literatürümüzden uzaklaşmasının bir sebebi “demokratik ulus” perspektifinin yanlış bir kontekstte dolaşıma sokulması. O halde demokratik ulus ile ezilen milliyetçilik kategorilerini mukayese etmemiz şart görünüyor. 

Baştan şunu belirtelim ki demokratik ulus kavramı, kuramsal manada ezilen milliyetçilik kavramını iptal eden bir tahayyül değil. Fakat teoride onu askıda tutan, pratikte ise onu gereksiz bir vasata mahkum ettiği herhalde açık. Hassaten de ana akım politik tahayyülümüzde demokratik ulus kavramı ezilen milliyetçilik kavramının yerine ikame bir bağlamda kullanılıyor. Ve büyük oranda bu ikame operasyonu sebebiyle, giderek artan bir tonalitede “ezilen milliyetçilik” nazariyesi bir ifsad kavramı niyetine kullanılıyor. 

Ezilen milliyetçilik kavramının tarihsel/ideolojik kökeninin, Marx’ın İrlanda halkının mücadelesinden duyduğu geri dönüşümsel teveccühten ilham aldığı açık. Devamında Rosa-Lenin tartışmaları vesilesiyle ideolojik bağlamda ete kemiğe büründüğü de aynı derecede açık. Fakat bu kavramın ruhunun esas olarak ulusal kurtuluş mücadele tarihi içinden yoğrulduğunu da kimse inkar edemez. 

Demokratik ulus kavramı ise bir taraftan ezilen milliyetçilik kavramının geleneği üzerinden tevarüs ederken öbür yandan Fanonist bir kütüphaneden mülhem. Ne var ki eğer böyleyse bu durumda bu kavramı her iki ilham verici kaynak açısından çek etmemiz kaçınılmaz. Ezilen milliyetçilik ya ezen milliyetçilik tamamen yenildiğinde ya da hiç değilse ezen milliyetçiliğin hegemonik baskısı tamamen geriletildiğinde önemsiz bir vasata tekabül eder. 

Öbür taraftan demokratik ulus üretiminin yaslandığı Fanonist temele de bakmak gerekir elbette. Fanon’a bakılırsa mücadelenin belirli bir aşamasında,  ulusal bilinçten siyasal ve toplumsal bilince doğru hızlı bir adım atılarak yerelin evrenselle bağı kurulmak zorundadır. Demokratik ulus tahayyülü tam da burada kilit önem taşıyor şüphesiz. Ne var ki o zaman sorulacak soru tam da şudur: “ulusal bilinçten toplumsal-evrensel bilince ne zaman geçilecek, Fanon’un bahsettiği bu adımın zamansallığı nasıl olacak? Bizim açımızdan zamanı geldi mi ya da?

Fanoncu kütüphaneyi takip edip söylersek eğer demokratik ulus nazariyesinin zamansal açıdan erken bir tasavvur olabileceği iddia edilebilir. Said’in Fanon’dan ilhamla öne sürdüğü şey eğer doğruysa, yani ulusal partilerin liderleriyle halk kitlesi arasında zaman ve ritim açısından bir fark varsa, öyle görünüyor ki bu fark en çok da demokratik ulus kavramı üzerinden kendini gösteriyor.  Hususen de yukarıda bahsedilen kırılma eşikleri ortadayken ve ortam buz gibi ezilen milliyetçilik kokarken, demokratik ulus üzerinden mukabele teklifinin doğası ve iklimini yeniden düşünmek gerekebilir. 

İlaveten demokratik ulus tasavvuruna haksızlık etmemek de gerek. Zira biz Kürtlerin kavram üretme pedagojimiz son derece zayıf, hatta neredeyse yok gibi. O yüzden üretilen tek tük kavramlara da hemen sırtımızı dönemeyiz. 

İkincisi ise demokratik ulus tahayyülünün ortaya konulduğu siyasal konjonktürü ve kuramsal bağlamı da gözetmemiz gerekir. Demokratik ulus kavramının dikkatli bir okuması bizi, özerklik veya anayasal vatandaşlığın sağlandığı bir normatif zemine götürür. Yani Kürtlerin Bakur’daki mücadelesinin çözüm süreci bağlamı ve burada müzakere edilen özerklik veya anayasal vatandaşlık gibi olguları gözetmeden ve de kavramın bu zemin üzerinden kurgulandığını görmeden bunu bihakkın anlamak kolay değil. 

Bunun doğal sonucu olarak Başur ve nispeten Rojava için “demokratik ulus” zamanı olduğunu düşünmek bir parça mümkün olsa da aynı şeyi Bakur ve Rojhilat için şimdilik düşünmek zor. 

Tüm bu tartışmayı toparlarsak, bana öyle geliyor ki demokratik ulus tasarımı kolonyal ırkçılığa karşı mücadelede soft bir kavram gibi görünüyor. Bilhassa da Memmi’nin özenle altını çizdiği üzere eğer kolonize edilmiş halklar her şeyi anonimleştirmeye meyyal bir haleti ruhiye taşıyorsa; bu kavramın Kürtlere yapılan saldırıları da, Kürtlerin bu saldırıları yorumlama biçimlerini de müphemleştirip anonimleştirebilecekleri bir ortama sebebiyet vermesi olası. 

Bununla birlikte demokratik bir ülkedeki ırkçı mahfillere karşı işlevsel olabileceğini düşünsek bile, apartheid sistemini andıran rejimlere karşı demokratik ulus kavramı arıza gösterebilir. Keza çifte manada ezilen Kürtlerin sınıfsal ezilmişliğine bir parça merhem olsa da aynı işlevi ulusal ezilmişliğe çare olarak sunmak kolay görünmüyor. 

Şu tarz bir kıyaslamaya gidersek belki aradaki fark daha bariz bir görünüm verebilir. Ezilen milliyetçilik kavramı yurda, dile, kimliğe göz kırparken; demokratik ulus bunları red etmese de evrensele, mekan/ulus üstülüğe vurgu yapar. Ezilen milliyetçilik kavramı inşa ve özgürlük dönemini kodlarken; demokratik ulus, kurumsallaşma aparatıdır. Ezilen milliyetçilik cemaatçi bir solidarizmi imlerken; demokratik ulus ezilmişliğin içinden enternasyonalist bir bağlamı gözetir. Ezilen milliyetçilik ayağa kalkmaya çalışan bir halkın trabzanıyken; demokratik ulus ise kendi ayakları üstünde durup yürüyebilen bir halkın zeminidir. 

Ezilen milliyetçilik, yarım bırakılmış Kürdü betimlerken; demokratik ulus söylemi “tamamlanmış, diğer insanlarla eşitlendiği varsayılan Kürdü” imler. Ezilen milliyetçilik “beyazın zencisi” iken; demokratik ulus “zencinin siyaha dönüşümü”dür. Ezilen milliyetçilik kendini bulma arayışıysa; demokratik ulus kendini aşma teşebbüsüdür. Son olarak ezilen milliyetçilik dionysosçu bağlama yaslanırken; demokratik ulus tepeden tırnağa apolloncu rasyonaliteye yaslanır. 

Velhasıl Freudyen bir okumayla ezilen milliyetçilik insanın kişisel gelişiminde animistik ve dinsel evreye tekabül ederken, demokratik ulus nazariyesi olgunlaşma seviyesi olarak bilimsel evreye tekabül eder.

Hülasa bu yazının amacı Kürtleri kör bir milliyetçiliğe çağrı değil, hele sağcı milliyetçiliğe çağrı hiç değil. Tıpkı milliyetçilik gibi evrensel hümanizmin de çıkmazlarının ve girdaplarının olduğunu aklımızda tutmamız gerekiyor. Bu sebeple bu yazının amacı ezilenlerin devasa mücadele geleneklerini yeniden hatırlatmaktır tastamam. 

Gerçek şu ki, Kürt mücadelesi tarihinin en kritik evresine girmiş bulunuyor. Bir taraftan soykırım mekaniği öbür yanda ise özgürlük ikliminin yanı başındayız. Tam da bu en kritik evrede içinde bulunduğumuz gemi ne yazık ki su alıyor. Bir taraftan gemiyi yüzdürüp bir yandan da geminin tamiri ile uğraşmak gibi çifte bir sorumluluk hepimizi bekliyor.

İlginizi çekebilir