Ali Engin Yurtsever: 15 Şubat Komplosu

          15 Şubat 1999 tarihi yurtsever her Kurdîstanlı için unutulmayacak bir zaman dilimidir. Kaderi Kurdîstan halkının kaderiyle birleşen bir isyan önderinin, A. Öcalan’ın şahsında bir halka, sömürgeci devletler tarafından verilmiş bir mesajdır. Çünkü her ulusal/sınıfsal çatışmalarda karşılıklı verilen mesajlar belirli tarihsel öğeleri de içinde taşırlar.

          Bu tür tarihsel durumlarda diyalektik bağı koparmadan incelemek sebep-sonuç ilişkisine götürür ve duygusallıktan uzak mantıksal bir sonuca ulaştırır. Genel anlamıyla toplumsal olaylara duygusal yaklaşmak bir karakterimiz haline geldi, sadece bizim değil, Ortadoğu halklarının nerdeyse bütününü de içine alan bir bakış açısı oldu. Oysa politika akılla yapılır, duyguya yer yoktur, ünlü deyişle “politikada öfke kötü bir danışmandır” Lenin.

        Bizler, 15 şubat komplosunu değerlendirirken “geniş bir örgütlü ağın oluşturduğu bir komplo” olarak bakıyor ve bir mücadelenin önderinin tutsak edilmesini yarattığı duygusal bağdan öteye gitmekte çoğu zaman zorlanıyoruz. Oysa doğru cevapları bulmak için doğru sorulardan ve duygusallıktan kurtularak yola çıkmamız gerekiyor. Tutsak ediliş ve idam cezasının verilmesinin Şêx Seîd ile tarihsel çakışmasını da unutmadan elbette. 

      Literatüre “en örgütlü, zamana yayılmış ve bastırılamamış Kürt isyanı” olarak geçen, PKK önderliğinde başlayan bu isyanın: tarihsel isyanlardan farklı olarak Kurdîstan ve Kürtlerin yaşadığı her yerde ve yüreklerde bir ates yakıp, beyinde de “ben Kürdüm” diye cümle kurdurarak, Kürt bireylerin bir şekilde kendini içinde bulduğu ve milyonlarca i̇nsanın kaderini değiştirdiği tartışılmaz bir gerçektir. Başka ülkelerin ulusal kurtuluş mücadelelerinden farklı olarak tek bir sömürgeci devlete/ulusa karşı verilmediği, doğallığında geniş bir coğrafyanın sınırlarını değiştirmek adına da yola çıkıldığı için tartışılmaz olarak da bağrında zorlukları da taşıdığı bilinen bir gerçekliktir. Ancak “özgür bir Kurdîstan” hülyası kısa sürede yürekleri sarmış ve kitlesellik kazanmıştır. Çünkü kitleler artık hayatlarını sahte kimlikler üzerinden değil, kendi tarihsel gerçeklikleri üzerinden yaşamak adına yola çıkanların ayak izlerini takip etmeye başlamışlardır.

     Zaman sabit değildir, içinde yaşanan her şey bir hareket içerir, bu nedenle “bağımsız birleşik Kurdîstan” şiarıyla başlayan isyan uzun yıllar sonra önderinin değişen koşullar ışığında yeni strateji geliştirmesiyle sadece Kurdîstan halklarının değil, coğrafyasında yaşayan komşu halkların da özgürlüğüyle buluşmak için ulus devlet anlayışı yerine devletsizliğin öne çıkarılarak ve  “halklar tarafından karşılıklı “toplumsal sözleşme” yapılarak ortak yaşam çağrısının olduğu bir paradigmaya dönüşmüştür. Paradigma tanımı kavramsal olarak ideolojiyle çakışan bir anlam taşıması bakımından da ele alınabilir. Özünde sosyalist ideolojiyi taşıyan ama sosyalist yönetim hatalarına karşı da eleştirel bakış açısını elden bırakmayan bu yeni paradigma, çıkışına ideolojik kaynak oluşturan Murray Bookchin’den alınmış ve Ortadoğu’ya göre şekillendirilerek yeniden düzenlenmiştir. Ideolojik görüşlerin durağanlığına bakarak, kendini sürekli yenileyen Kurdîstan Özgürlük Hareketi’nin böylelikle zamanın ruhuna uygun adım attığını gözlemleyebiliriz.

      Uluslararası emperyalist güçler veya deyim yerindeyse kapitalist modernite güçleri, Ortadoğu coğrafyasında yükselen sosyalist çizgideki bir halk kurtuluş hareketini boğmak zorunluluğundan kaynaklı 1990 yılından itibaren görünür bir şekilde çalışmaya başlamışlardır. Borazancıbaşı görevini gören F. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabında ortaya attığı, liberalizmin Marxizm karşısında zafer kazandığı ve artık tarihin akışının kapitalizmin zaferiyle devam edeceğini ve tarihin Hegel’ci bakış açısıyla sona erdiğini iddia ettiği düşüncesine karşı bir set oluşturan bu isyan bastırılmalıydı, bastırılmalıydı ki toplum mühendisliğine yani bir avuç asalağın dünyanın geri kalanını sınırsızca sömürmesine devam etsinlerdi.

Ancak hayat kısa sürede bu pembe anlatının bir masal olduğunu gösterdi, Fukuyama “yanıldığını“ itiraf etti (bu ayrı bir yazının konusu olarak şimdilik akılda kalsın). Yeniden düzenlenmek istenen dünya ve öznelinde Ortadoğu coğrafyasının tam ortasında devam eden Kürt isyanını bastırmak için geçmiş tecrübelerine de bakarak, isyanın önderini esir alınca bitirebileceklerini düşünmenin hesabıyla once Berzani ve Talabani ABD’ye çağrılıp, kendilerine dar bir alanda hüküm sürecekleri bir yönetim vaad edildi. Buna kendi varlığı açısından karşı çıkan sömürgeci Türk devletinin çıkışının aslında “dostlar alışverişte görsün” mantığından öteye olmadığı görüldü, çünkü, temel sorun: mücadeleye hayatını veren ve milyonların yüreğine yerleşen Kurdîstan Özgürlük Hareketi’nin üzerinde planlanan hesapların kendi çıkarıyla örtüştüğünü görmesiydi. Kapitalist modernite güçleri dünyaya örnek olacak bir özgürlük hareketinin mücadelesini ya boğacak ya da kendi rotalarına sokacaklardı. Fakat nesnel gerçeklik bunun dışındaydı. Ne boğabiliyor ne de kendi rotalarına sokabiliyorlardı.

Cezalar, işkenceler, katliamlar uygulanmasına rağmen, mücadele coşkun akan bir nehir gibi önüne çıkan her bendi yıkıp geçiyordu. Önderi esir alarak mücadeleyi bitirmek hedefi böylelikle ortaya çıktı. Ancak aradan geçen 23 yıla bakarak diyebiliriz ki, bu hedeflerinde de başarılı olamadılar, olamayacaklar. Üç tarihsel nokta bu amacın önünde yıkılmayacak bir şekilde duruyor çünkü; Birincisi: Önderiyle kaderini birleştirmiş ve önderini hücre karanlığına bırakmayan halk, ikincisi: sömürgeciliğin zincirlerini kırmaya kararlı mücadele anlayışı ve üçüncüsü: paradigmanın sadece Kürt halkını değil, bölge halklarını da kapsayacak şekilde değişmesi…  İşte bu yüzden gözümüze sokarcasına her gün ama her gün “insan hakları ve demokrasi bayraktarlığı” yaptığı söylenen Almanya başta olmak üzere bir çok devlet “demokrasi” makyajının dökülmesine aldırmadan “bayraklara, resimlere” yasak koymaya başladı.

Ellerinden gelse kendi coğrafyalarında yaşayan bütün Kürtler tutuklayacaklar ama şimdilik göze alamıyorlar. Kurdîstan’ın savaş uçaklarınca kimyasal silahlarla bombalanması, Türk devleti tarafından işgal edilmesi, tutsakların hücre hücre erimesi, siyasal mücadele yürütenlerin tutuklanması ve daha onlarca haksızlığı görmezden geliyorlar. Oysa demokrasi ve insan hakları anlayışı olsaydı, Türk devleti çoktan uluslararası mahkemede yargılanıyor olurdu. Bu yargılanmayı gerektirecek belgeleri yeri geldiğinde ortaya çıkaracaklarını biliyoruz. Şimdilik çıkarlarına ters düşülmediği için görmezden geliyorlar. 

      Elbette, bu böyle gidecek değil, gitmeyecek de. Kesintisiz süren bir mücadele var, Rojava’da başlayan yeni bir umut var, milyonların sahiplenmesi var, hepsinden önemlisi haklı bir mücadelenin tarihselliği, halkların gücüyle birleşerek geri adım atmadan geleceğe yürüyor olması da var.

     Mücadelede gerçeklerden yana tavır alınıyorsa, ısrar ve devamlılık zafere giden yolun ışıklarıdır. Bugün mücadele edenlerin sayısı az görünüyor olabilir ama tarihte hep böyledir. Kitleler kendi kaderlerini değiştirmek için genelde bir anda tarihin sahnesine çıkarlar. Bugün karşımızda olanların bir çoğunun yarın, “aslında sizi destekliyorduk” diyeceklerini biliyoruz ve unutmuyoruz. Bunlardan ayrı olarak safımızda yer alan veya dost olarak görünen mücadeleyi çeşitli gerekçelerle engelleyenlerin olduğunu da görüyoruz. Bunlar çoğu zaman masum görünerek,”eleştiri”de bulunduklarını, özünde yüreklerinin mücadeleyle birlikte olduğunu söylüyorlar. Bunları da unutmuyoruz. Bu durumun sürekliliğini sağlayan devletlerin de yarın bu mücadeleyi ayakta alkışlayacağını da biliyoruz. Bunları da unutmuyoruz.

Hepsine birden söyleyecek sözümüzü zaferden sonra söyleyeceğiz ama ne söyleneceğini merak etmesinler, onlara geçmişten ve içeriğini kaybetmeyen bir söz söyleyeceğiz: “Şimdi iktidardayız ve bütün alçaklar bizden yana”… Lenin

İlginizi çekebilir