Uğur Güney Subaşı: Devlet Gürültüsü

Ben de birçok çocuk gibi küçük yaşlarımda gök gürültüsünden fena halde korktuğum için güzel Çukurova’mızın üzerine yanında getirdiği kara bulutlar vasıtasıyla kabus gibi çöken havanın her gürlemesiyle birlikte yattığım yatağın aşağı yukarı yarısına tekabül eden o çelimsiz, küçük bedenimi emektar yorganımın içerisine korku içerisinde zulalar ve orada kulağımı telaşla kapatarak 1’den 10’a kadar saymaya çalışırdım.

Ki, o 10 sayısına ulaşmayı yorganımın altında tek parça olarak yatarken başarmışsam eğer, gök gürültüsü tehlikesinin ilk aşamasını bir şekilde atlatmış olmanın derin huzurunda elimi kulağımda nöbete bırakarak tepeden tırnağa “sarı kırmızıyla” bezenmiş rüyaların eksik olmadığı o çocuksu uykularıma kaldığım yerden devam ederdim.

Artık çocuk olmadığım için gök gürültülü sağanak yağışlı havalardan korkmak yerine yere düşen yağmur damlalarının çıkardığı o romantik seslerin eşliğinde kötü havalarda da huzur içinde uyuyabiliyor olmamın tadını doyasıya çıkarmam gerekirken; nedense bazı gecelerde tıpkı o eski çocuk dünlerimde olduğu gibi yorganın altına istiflenmiş bir şekilde elim kulağımda 1’den 10’a kadar sessizce sayarken; daha doğrusu kan ter içerisinde “sayıklarken” yakalıyorum kendimi.

Belli ki yine bir şeylerden fena halde ürküyorum, ancak beni ansızın çocukluğuma götürüp bırakan korkularımın sayısı arttığı için eskisi gibi “saymak” beni kesmiyor olacak ki, bu sefer çaresizce “sayıklamayı” tercih ediyorum elimde olmayarak, gecenin sessizliğine “eskimiş bir çocuk” olarak sığınarak.

Zalimlik portföylerindeki tüm imkanlarını hayasızca seferber etmekten zinhar çekinmeyen bir iktidarın ve bu kifayetsiz iktidarın kuyruğuna takılmış asırlık devlet yapılanmasıyla birlikte sözüm ona bazı muhalif kesimlerin, „gerekeni“ değil, „gereğini“ yapmayı yıllardır kendisine “ bir meslek mottosu” olarak seçmiş gerçek bir gazeteciyle, yani Mehmet Baransu’yla ve Baransu’yla evlenerek onunla sadece hayatını değil, mesleğini yapmak uğruna eşinin verdiği bütün o çetin kavgaları da birleştirmiş ve belki de üstlenmiş olmaktan bir gün bile pişman olmayan ve uğradığı tüm haksızlıklara karşı da fedakar, yiğit bir eşe, bir yoldaşa yakışır şekilde mertçe direnen, sertçe karşı çıkan Nesibe Baransu’nun hayatlarının etrafında “kan kokusu” almış köpekbalıkları gibi sinsice dolaşılıyor ve bu kindar iklim sürdüğü müddetçe de dolaşılacak olmasının derin endişesiyle 1’den 10’a kadar çaresizce sayıklıyorum misal.

Ki Sarıyer Küçük Armutlu’da kolayca tatlıya bağlanabilecek bir galoş giyme tartışması sebebiyle şehrin çeperlerine beraberce tutunmaya çalışan kendi halinde insanlardan oluşan bir aileye neler yapabildiklerini, ya da neler yapabileceklerini insanların gözleri önünde onların CANlarını, hayatlarını, yaşama sevinçlerini, uğramış oldukları tüm ayrımcılığa, ırkçılığa, mezhepçiliğe rağmen bu ülkeye, bu kadim topraklara dair kıt kanaat da olsa biriktirdikleri umutlarını ve hayallerini nasıl fütursuzca gasp edebileceklerini zamanında kolayca anlamış, yaşamıştık zaten. Bazen korku dolu sayıklamalarıma anasını, atasını kaybetmiş bir kadın vekilin acı dolu, öfke dolu çığlıkları karışıyor.

Sonra anlıyorum ki o gözyaşları sadece kaybedilen anne için değil, dirilerine toprağın üstünü dar etmekle tatmin olmayan insan görünümlü bazı vahşi sürüngenlerin, o insanların ölmüş analarına bu sefer aynı toprağın altını da dar etmeyi kafalarına koyarak cenaze töreni sırasında mezarlık basmalarını sadece seyretmekle yetinen eskinin güvenlik kuvvetleri, şimdilerin iktidarın “milis güçlerinin” insanı çilden çıkartan o umursamazlığı için de akmış. Bazı gecelerde tıpkı o eski çocuk dünlerimde olduğu gibi yorganın altına istiflenmiş bir şekilde elim kulağımda 1’den 10’a kadar sessizce sayarken; daha doğrusu kan ter içerisinde “sayıklarken” yakalıyorum kendimi. Belli ki korkunun o yorgun ve tükenmiş ruhumdan çekip gitmesi için ona tanıdığım süre sadece 10 saniye ile sınırlıymış.

Oysa gayet iyi biliyorum ki Dılda ve Delal Demirtaş kızlarımızın babalarına dair hissettikleri korkuları ya da endişeleri benim çocukluğumdan alıp bugünlerime taşıdığım ve aşağı yukarı 10 saniye ile sınırlı olan o “korku savuşturma” seanslarımdan çok daha uzun ve çileli sürmüştür. Zira babaya en çok ihtiyaç duydukları zamanlarında canlarını ve mallarını emanet etmekle kalmayarak bir de giderek ulusal bir kahramana dönüşen babalarını emanet etmek zorunda kaldıkları bir devletin, bir iktidarın hukukla, adaletle, vicdanla, en fenası da insafla bağlarını koparıp nasıl kolayca “çeteleşebileceğini” daha o küçük yaşlarından itibaren iliklerine kadar öğrenmiş, yaşamışlardı. Bazen o çelimsiz, küçük bedenimle emektar yorganımın içerisine korku içerisinde zulalanıp 1’den 10’a kadar saydığım dünlerimi çok özlüyorum.

Belli ki bir çocuğun gök gürültüsü korkusuyla yorganın altına girdiği dönemlerden, yaşını başını almış koca bir adamın “devlet gürültüsü” ile sayıkladığı günlere geçmiş durumdayız. Hani bu saatten sonra artık daha kötüsü olabilir mi, alçalmakta, iğrençleşmekte sınır tanımayan bu ırkçı yağmacılar bize çok daha kötülerini yaşatabilirler mi, inanın bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var ki, o da kıymetli Başak Demirtaş gibi benim de “artık dayanamadığım”; 1’den 10’a, ya da 10’dan 1’e, nereden, ne şekilde sayarsam sayayım bu yalnız ve çileli ülkeye dair korkularımın üstesinden hiçbir şekilde gelemediğim gerçeğidir, belki de utancıdır bilemiyorum!

Başta Selahattin başkan olmak üzere tüm siyasi tutsakları serbest bırakın.

İlginizi çekebilir