Suna Arev: Yeşil Sabun, Şemse Ve Biraz Ses -2

Şemse, bakir toprakların çocuğu, onun çocukluğunda o topraklarda bir tek hapishane bile yokmuş, suçluya bir tek ceza verilirmiş ki bu en ağır cezaymış: ”Düşkün” ilan etmek.

Toplumun ahlaki kurallarına uymayanı dışlamaktır bunun adı. Bakir topraklarda, ellerine kan bulaşmamış, dağların koynunda yaşayan masum bir halkın mensuplarıydı onlar.

Tanrıları geceyi aydınlatan ateş, gündüzleri dünyanın kirini yıkayan su’ydu.

Ne Osmanlın kılıcı değmişti yurtlarına, ne de idam sehpaları kurulmuştu meydanlarına.

Osmanlı’nın giremediği bu yalçın dağları, zaptedemediği kızıl toprakları, onun devamı Cumhuriyet de kana bulamaz ise bu onların defterlerine ayıp yazılacaktı; hep kan ile beslenenler töhmet altında kalacaktı ya;  İşte, sonunda geldiler…

Gülün üşümeyeceği zamanlardı, taa Yavuz’dan kalma, taa Topal Osman’dan ve diğerlerinden kalma zehirli kinleriyle ve engin, uçsuz bucaksız düşmanlıklarıyla çıkageldiler.Üzerlerinde diz kapaklarına kadar uzanan yeşil pardüsüleri, ayaklarında beyaz bağcıklı botlarıyla geldiler. Burunlarının tam ucunda bir kara tabutu andıran -ki o zamanlar modaydı- Hitler bıyıklarıyla geldiler.

Kara bir yılan gibi sürüne sürüne geldiler. “Bu eşkıya yurduna medeniyet getireceğiz çünkü biz Cumhuriyet’iz” diyerek geldiler. Sonra halkın tek dayanağı olan silahlarını birer birer  toplayıp generallerin kucaklarına yığdılar. Yardımcıları ağacın içindeki kurt misali yerel milisleriydi.

Nasıl da tatlı dilleri vardı, göğüslerinde kanla parlatılmış madalyalarıyla, mazlumlara ihanetin ilk kılıcını, çıplak kalan bellere sapladılar.

Bu sefer, eşkıyanın, kafirin, kitap inmemiş Kızılbaş’ın kökünü kazımaya, Yavuz’un, Kuyucu’nun yarım bıraktığını, “Allahu-Ekber” nidalarıyla kökünden kazımaya, bitirmeye geldiler.

Çığlık, kan, bir de duman… bir de ölüm… bir de yığınla ölüm…

Askerler ne çok insan öldürdüler, onlar desin 19 bin, Şemseler 40 bin desin ki biz Şemse’ye inanalım.

Askerler öldürmekten yoruldular. Askerler öldürmekten susadılar, sonra çölde vahaya koşar gibi bir dereye koştular, kana kana su içmeye koştular şöyle; tabur tabur.

” Derede su içemedik çünkü derede su yerine cesetler akıyordu” diyecekti yıllar yıllar sonra askerlerden biri.

“Mermi harcamamak için insanları topluca hırçın akan nehire atıyorduk.” diyecekti başka biri ve tanıklar, tanıklıklar, anlatımlar uzayıp gidecekti…

Neden diye soracaktı bunca katliama bir anlam veremeyen biri?  Ona da “kafirin katli helaldir.” cevabını verecekti ölüm emri yağdırmaktan yorulmuş genaralin biri.

Gel otur ki söyleyem; offf off, her taraf ceset doluydu,o zamanlar bir tek köpekler aç değildi, insan eti yiyiyorlardı. Kırılanlar kırıldı, kalanlar göç  etti, sağ kalan sabiler subaylara besleme, kapama oldular. Aileler dağıldı paramparça oldu… Sonra sürgünler başladı hiç bilinmeyen bir dile, hiç bilinmeyen bir dine kurban edildiler .Bir daha da hiç toparlanamadılar. Sürgünden dönenler, kaç kuşağı saracak travmalarıyla döndüler, çıplak kalan ellerin günahını, yeni doğan çocukların boyunlarına doladılar. O elleri hiç bir yeşil sabun da  yıkayamadı . Yıllar geçti de, ne yaralarımız kabuk bağladı ne de kulaklarımîzda ağır makinalı tüfeklerin sesleri kesildi.”

Zulüm, gelmiş buraya evini kurmuş,olmuş ayrık otu, ne arsızdır ayrık otu, onu kökünden çıkar bir kayanın üzerinde kurut yedi sene sonra ek, vallahi yeşerir. Zulüm de bu topraklarda akan kanla beslenmeyi,öğrenmiş hem de kanı çok sevmiş olacak ki, ayrık otu misali ha bire dirilerek, kollarımızı hep yeniden, hep aynı yerden kestiler ve bir daha hiç gitmediler.

Sonra acıyla büyüttüğümüz çocuklarımızı öldürmeye, boyunlarına yeşil fularlara asılı gamalı haçın sivri bıçaklarıyla geldiler. ‘Beyaz Toros’larla öyle  karnımızı yara yara geldiler ki her evin en az bir gencini toprağa gömdüler.

Öldürülenler öldü,  kalanlar göçtü, bu sefer hiç kimse geri de dönemedi. Bu sefer sessiz ölümler zamanıydı, ciğerimizin zarı çürüyordu ki adı: Hasret!

Şemse yalnız, Şemse’nin çocukları atom parçaları olmuş, Avrupa’ya dağılmış. Evlatlarına doymamış binlerce yılın özlemi, açlığı var. Çocuklar dönse gamalılar öldürecek, hatta ölülerini bile göremeyecek. Çocuklarını göremezse Şemse ölecek…

Bir duvar, bir ocak, bir yeşil sabun ahh bir de hasret, ah bir de evlat hasreti…Şemse, dünya gözüyle bir görse, her birine bir sarılsa, her birini şöyle bir ciğerlerine bastırsa, ondan sonra da “yeter ki ölse…” 

Vize gönderildi Şemse’nin de muradı oldu. Şemse kırmızı karanfillerle karşılandı. Şemse’nin içinin gülleri açtı…Çocuklarını, torunlarını ciğerlerine bastı…Nasılsa geri evine gidecekti, ölse de gözü açık gitmeyecekti.

Sonra ama hep yeniden, hiç usanmadan devam etti zulüm…

Köyler boşaltıldı, köyler yakıldı, kimsesizlikten evler yıkıldı. Şemse’nin toprağı da, damı da ıssız kaldı. Şemse, dönse oralarda bir başına nasıl kalsındı. İlticaya başvurur burada kalırdı, bir tarih olur çocuklarının başında, torunlarının beşiğine el olurdu. Şemse’nin başka da çaresi var mıydı?

Şemse, ruhunu toprağına gömüp, bedenini burada bırakmak zorunda kaldı ya.Bu da Gamalı Haçlılar ordusunun, boyunlarında yeşil kılıçlıların, o beyaz tabutluların defterine ‘Zafer’ diye yazılsın. Mazlumun ahı zalimin defterine ‘Zafer’ diye yazılsın da Pir Sultan’ın dediği gibi, ‘kalsın benim davam divana kalsın…’

Şemse ve onun gibilerinin kaybedilmiş davaları da bizim tarihimize kazılsın. Böylece çeyrek yüzyılın kahredici ölüm hikayeleri böyle başladı. Dile kolay, yazıya kolay, belki de okuyana kolay.

Yalnızlığı, garipliği, gitmek isteyip de gidememeyi bir tek ama bir tek Şemseler bilir.

Şimdi oralarda çiğdemler açmıştır, şimdi oralarda kengerler toprağı yarıp başını toprak anaya yaslamıştır…Şimdi oralarda küçük bir mezar kazılmıştır. Şemse’nin ölüsünü bekleyen küçük bir mezar, karşı tepede, hem de Şemse’nin yıkık evine bakan bir mezar. Bir Nisan sabahı Şemse, ölmüştür de ondan.

Cenaze töreni, yağmurlu bir nisan sabahında oldu herkes yarım ay şeklinde, tabutun yanına dizildi, herkesin eli solda kabin tam da üzerinde… “Bizim kıblemiz insandır diyor “görevli, ” Cemal Cemale…”

Şemse, sonunda gidecek, Şemse, yeşil sabun kokuyor, Şemse, tertemiz.

“Toprağa karışacak Şemse, anamızdan razı mısınız?”

Niye razı olmasınlar Şemse, kimin tavuğuna kış demişti ki…

Şemse; hasretin dili…Şemse; beklemenin adı. Şemse; yeşil sabun kokusu…Şemse ;biraz ses. Şemse; çok acı…Şemse; kaybedilmiş davaların tanığı…

Şemse; kanlı tarihimizin kurbanı…

İlginizi çekebilir