Suna Arev: Yeniden Sedat Pınar…

(Bir Yalnızlık Yazısı)

Geçen yıl  Sedat Pınar, ile ilgili bir yalnızlık yazısı yazmıştım. İsmin E hallerinden biri; bir kadın, yaşlı ve kimsesiz, sömürülmüş bu gurbetçiye para ile baktığını söylemişti. Ayrıca bu yaşlı adam hakkında trajik bir hikaye de anlatmış, beni binbir hüzünle evime yollamıştı. Keşke Sedat Pınar, o ilk yazımdaki gibi kalsaydı, oturma odasında yatağa dönüştürülmüş adi bir koltukta boylu boyunca uzansaydı, keşke tek kayıbı malı mülkü, parası olsaydı… keşke en azından onurunu kurtarmayı başarsaydı ve fakat olamadı, olmadı… şimdi keşkelerin öldüğü zamanlardayız.

İsmin E hali bu ablamız, ne mağdur, ne acınasıydı. Ne etsek, nasıl yardım etsek diye çaresizce dövünürken günlerden bir gün Günay Aslan, bana bir mesaj atarak Sedat Pınar ile ilgili bu  yazıdan dolayı Sedat Pınar’ın bir akrabasının benimle görüşmek istediğini söyledi.

” Neden olmasındı? E posta üzerinden bana yazabilir, hem bir kıyıda bu kimsesizin bir yakınının olması ne iyi olurdu” diye sevinirken e- mailime düşen bir yazı insanoğlunun ne kadar acımasız olduğunu, çıkarları mevzubahis olunca nasıl, ağzı salyalı bir sırtlana (dünyanın en kötü hayvanıdır bu arada ) dönüşecebileğini, felaketin halkaları gibi sergileyecekti.

Benimle bu yazıdan dolayı iletişime geçen kişi Sedat Pınar’ın yeğeni Yaşar’dı.

Yazı şöyle başlıyordu: ” Hanımefendi siz ne hakla Sedat Pınar, hakkında böyle bir yazı yazarsınız, kendisi dayım olur, ailemizden hiç kimse onun mal varlığına, emeğine alın terine dokunmadı, size bu yalan hikayeyi anlatan o kadın, onun bakıcısı değil bilakis karısıdır…”

– Nasıl olur, onun Alman bir hayat arkadaşı var, o küçücük evde hep birlikte yaşıyorlar …Nasıl olur, Nasıl…?

Sonra telefonlar, akrabalar bir dokun bir ahh işitmeler, şimdi ben bu Sedat’a acımalı mıydım,  yoksa ondan tiksinmeli miydim? İnsanoğlunun sosyal ve ekonomik koşulları ne olursa olsun; bir insan yerlere eski bir halı gibi serilmemeliydi. Şimdi Sedat,  ismin o E hali için çamurlu ayakkabılarıyla üzerine bastığı, kirlettiği yıkansa bile kirinden arınamayacağı 92 yıllık bir halıdan başka bir şey değildi.

“Özür dilerim, bilmiyordum, anlatılana inandım, hem de safça inandım, hepinizden özür dilerim”. diyebiliyorum sadece “Özür.”

Bu yazı biraz da özür niteliğindedir Pınar, ailesinden acı ve dehşet içinde özür diliyorum.

Şimdi bir felaketin kapıları açılıyor, her kapının ardından onlarca dram çıkıyor. Kim demiş dünyayı güzellik kurtaracak diye kim? Dünyayı kurtaracak bir güç varsa oda mülksüzlük olacaktır bu  gerçeği bir daha yeniden bağıra çağıra dünyanın bütün mezarlıklarından gelerek evreni çınlatmıyor mu?

1932 yılında Pülümür’ün küçücük bir mezrasında doğan okuryazarsız,  kentle bağlantısı olmayan bu yoksul  yerde doğan bu adama Sedat, ismi de nereden, kim tarafından verildi?diye soruyorum Yaşar’ a ve o bir dramla cevap veriyor.

”Asıl adı Gülabi’dir. Askerde o kadar aşağılanıp dışlanmışki, Gul ,Gulo adını Sedat,diye değiştirmiş. Hem bunlar Ankara’ya terteleyle sürgüne gönderilmiş bir aile ve ancak 1947 yılında tekrar yurduna; Dersim’e geri dönüyorlar. Travma buradan başlıyor desek hiç de abartı olmayacak. Başka bir acı da şöyle; asker kaçağı babasıyla beraber askere gitmek ve aynı kışlada birde türkçe bilmemek. ‘Yat, kalk, sürün ama hep hazır ol’. Sonra baba oğul el ele dört yıllık acıyla terhis oluyorlar, orada o kışlada ne acılar, ne aşağılanmalar, ne dayaklar yediler, neler neler yaşadılar kim bilir? Gülabi mi daha çok babasına üzüldü, babası mı Gülabi’ye; kışlanın dili olsa da konuşsa…

Gülabi, ailenin en büyük oğlu, aileye göre ocağın başı, koruyucusu, soyunun devamı belkide babasının o zamanlar dert ortağı, kederinin tanığı, bilinmez, babası bir yükü sırtından atar gibi belki de, ‘bundan sonra ailenin sorumlusu sensin, 6 kardeşe kol kanat olacak da’ diyor ve dört yıllık askerlik terhisinden sonra bütün ata mallarının tapusunu Gülabi’ye veriyor. Diğer kardeşlerinin mağduriyeti de işte tam da burada başlıyor…

Gülabi, mülküne dair  iktidarında artık tek söz sahibidir. Gücü babasından bir parmak damgasıyla devralınmıştır. Güç Sedat’tadır fakat bu çorak arazinin, yolu bile kente düşmeyen toprakların ne getirisi, ne garantisi olacak ki? Gülabi’de bir hırs vardır ki gücünü parayla kanıtlamak istiyor. Bu yüzden 1960’lı yıllarda Almanya’ya yönelen Anadolu’daki en büyük  işçi göçü kervanına Gülabi de katılır. Diğerleri gibi onun da eti, kemiği ve hatta ruhu Alman otomotiv sanayisinin dişlileri arasında un gibi ezilir. O artık bir köleden başka bir şey değildir. En büyük derdi patronunun gözüne girmek, süslü sertifikalar almaktır… Alır da, fabrika babasının malı gibidir..İlk yazıdaki gibi; ‘para, çok daha para, mal çok daha mal, mülk  çok daha mülk’ Ve sonuç ; büyük yalnızlık…”

Yaşar’la telefonlaşıyoruz; annesi Sedat’ın kızkardeşi, onlar mağduriyetin dili gibiler…yaşamlar yaşamlara benzer, acılar acılara. Sedat’ın yolculuğunda ne çok sendeleyip sarsılıyorum, doğduğu evin, yaşadığı o küçücük mezranın fotoğraflarını yolluyorlar. Sırtını dağa yaslamış şirin bir ev,  bütün yoksulluğuna rağmen mutlu bir ev.. O evden ayrılmanı ve gurbette daha korkunç acıların yaşanacağından habersiz, tertemiz…

Sonra Almanya’da yıllarca oturduğu eski bir yapının önünde onun acı geçmişin izini sürüyorum.

Güzel Dağ Sokağı 12 Numara…

 İleride uzun soluklu yazacağım; bu evin küçücük pencerelerinden adeta acı bağırıyor. Bu ev nasıl eski, sanki birazdan yıkılacakmış gibi… Bu ev aslında ne kadar da Sedat’a benziyor. Ortaçağ’dan kalma ve ölüme direniyor. Bu evin  önünde Goriot Baba’ya acımayı bıraktım, Sedat’ın on yıllarca giydiği paltosu anlatılırken Gogol’un paltosunu öpüp başımın üstüne koydum. Knut’un açlığı da neymiş; Sedat’ın o bomboş midesinin yanında…

Bir tavuk butundan kaç yemek yapılır, bir tavuk butundan kaç tike et çıkar? Bir tas tavuk  suyu kaç öğün yemeğe yetişir?  Ya kemiği? Kaç kez dövülür kaynatılır? Bir ekmek kaç milim, bir meyve kaç dilime bölünür? Karanlıkta yaşamayı, kışın en çok üşümeyi, açlığın var ama yiyemezliğin o en korkunç hallerini bu evin önünde Sedat’ın o uzun,  o zorlu yaşamından öğrendim…

Bu korkunç sefaletin bir  ederi bir tutarı Sedat’a göre olur elbette;  yeşil marklardır onlar, tomar tomar, deste deste yeşil marklar…

İşte İstanbul Avcılar’da bugün trilyonluk değerinde iki büyük arsa, Erzincan’da evler, otel, bankadaki hesabında biriken paraları da hep o açlığın eseridir. Sedat’ın serveti vardır, isterse çok rahat bir yaşamı da olacaktır fakat parasına kendi adına asla dokunmaz, bir kuruşuna el uzatıp kursağını doyurmaz. Almanya’nın o soğuk günlerinde bedeni sıcacık bir paltoya hasrettir ama almaz. Sedat, artık ömrünün sonuna kadar malının en uysal kölesi, adeta mal varlığının kürek mahkumudur.

Yıllar yılları kovalarken bu aç, bu sersefil yaşam da Sedat’ın vücudunun bir uzvu haline gelmiştir. ‘Var ama yiyememektir’ bunun adı.

Zaman dediğimiz şey nedir ki , akıp giden bir su? Ömürden giden, bedeni eskiten, yaşanan dünü artık geri vermeyen…

Sedat’ın yaşı olmuş 63, kanun çıkarsa Sedat son nefesine kadar canını dişine takıp, ha babam, de babam çalışacak fakat, çaresiz emekliliği kapıda…

Sedat’ın  bir yuvası yok, öpüp koklayacağı, sarılıp uyuyacağı, sevip de sevileceği bir kimsesi  yok. Öyle cimri, öyle var yemez ki,kardeşleriyle de ilişkisi doğru düzgün yok. Ambarındaki paralardan kimse faydalanmasın diye herkesle küs. Sedat’ın canını alsınlar da bir kuruş parasına aman ha dokunmasınlar…Öyle biri…

Sedat, biriktirdiği paraların ve mal varlığının en en sadık bekçisi olmuş, yoksul ailesine bile bir zırnık koklatmıyor. Emekli olmuş Almanya’da, ömrü yitip gitmiş onca malı kime kalacak derken…

İşte bir yaz izin dönemi Erzincan’da bir akraba ziyaretinde kendisinden 33 yaş küçük yoksul mu yoksul bir kız kendisine önerilir! ”Ana- babası ölmüş, gelinlerin elinin altında bir besleme, al bu kızı; al Gülabi, senin de ocağın tütsün” önerisine hayır demez.

Kara kuru zayıf, dünyayı görmemiş Almanya’nın adıyla şaşalı hayaller kuran bizim şu ismin E hali de bu izdivaca evet der…

Abileri bir pazarlık masası kurar ve bizim Gülabi hayatında belki de ilk defa kesesinin ağzını kendi mutluluğu için açar. Evleneceği kadının kollarına bilezikler takar, masaya Alman marklarını bırakır, birazdan bu çocuğu yaşındaki kara kuru bir deri, bir kemik kalmış kızla gerdeğe girecek. Sedat evlenecek, zürriyeti çoğalacak, onca malının da bir sahibi doğacak. Hayali bundan ibaret. Mutludur artık , yaşlansa bile bu genç kadın ona bakar hem bakacak da.. Ona ‘para saymış’, bilezikler almış ya, bir de Almanya’ya götürecek fena mı; hayatını kurtaracak! Peki hayalin gerçekle çatışması böyle mi olacak?  Ne çare,  ismin  E hali, Sedat’ı  sevmiyorki sevmeyecektir de… her şey hatta o ilk gece bile Almanya’nın yüzü gözü hürmetinedir. Soğuk , uzak, ulaşılmaz bir ilişkinin ürün vermez tohumları atılmıştır. Almanya’daki aile birleşimi işlemleri fazla sürmez.

Bir  yıl sonrada bizim ismin E hali, Güzel Dağ sokağındaki bu küçük, bu sefil eve taze bir gelin olarak gelir.

Sisyphos, nasıl koca bir kayayı her gün bir dağın zirvesine taşımak istiyorsa ve her gün zirveye bir parmak kala kayayla birlikte kan ter içinde yere yuvarlanıyorsa, bunların evlilikleri de işte böyledir. Hır gürle geçen on koca yıl, açlıktan,s oğuktan, karanlıktan da beter 10 koca yıl…

Sedat’ın bir isteği vardır, bir çocuk..!.Onca variyetini bırakacağı bir varis. Fakat ne çare; Sedat’ın o açlıkla susturulmuş bedeni döl de tutmaz. Yapılan tedavilere vücut cevap vermez. Sedat baba olamayacaktır. Ona sarılacak biri de yok. İsmin E hali onu yatağına bile almıyor…Sedat artık nasıl yalnız ama nasıl  da kimsesiz….

İsmin E hali ise bir iş bulmuş, çalışıyor. İte yüz veriyor da Sedat’a yüz vermiyor. Sedat o cimri Sedat, bu kadını seviyor, sevmek de ne demek adeta  tapıyor. Sedat, aşağılanıp küfürleri yuttukça sahibine daha çok bağlanıyor. Azarlanınca kuyruğunu daha hızlı , daha sevecen sallıyor. İsmin E hali, ne kadar göklere çıkarılıyorsa,  Sedat, oradan yerlere itilip paramparça oluyor ama yılmıyor, sürünerek başının okşanmasını bekliyor.

Her şeyin bir ilki bir de sonu var, böyle bir ilişki nereye kadar sürebilir…

İşte bir akşam  E hali, herzamanki iş çıkışı saatinde eve gelmiyor, sonraki günler, aylar da ismin E hali kayıp…

Ey dil bilmez, yol yordam bilmez memleketten geldiğinden daha da diplere düşmüş Gülabi,  günlerce, haftalarca, aylarca yırtık papuçlarıyla ismin E halini arıyor…Zavallı; bir de korkuyor: ”Başına bir şey gelmesin” diye.

Sedat, ortalığa düşmüş ismin E halini arıyor. Bir işe çıkar gibi, çölde bir damla su arar gibi arıyor…fakat yok, sanki yer yarılmış da içine girmiş gibi; hiçbir yerde yok…

Yer dedi ben görmedim, gök dedi ben görmedim.

Sedat( Gülabi) nereye gitse kimden sorsa, dil yok, yol bilmez; 40, yıl boyunca iş ile evin yolundan başka ne bilir ki ?

Günlerce haftalarca bekledi; bütün sokakları karış karış aradı, önüne çıkan Türkiyelilere tarif ede ede ismin E halini sordu.

Kimden bir akıl aldı bilinmez bir gün konsolosluğa gitti.

Ardından imin E haline bir tebligat gitti ve Sedat’la aylar sonra görüştüler. İsmin E hali bir Alman’la kalıyordu ve hamileydi. O görüşmeden sonra işlemleri başlattı ve Almanya’da Sedat’tan boşandı.

Bu ayrılığı öyle acımasızca yaptı ki Sedat, sahibinin arkasında koşan çoban itine benziyordu. Sedat; ismin E halinin yerden topladığı taşları başına fırlattığı, kafasını gözünü yardığı, yerlerde sürünen, tökezleyen, düşen ve taşlandıkça taşlayanın arkasından koşan; sahibine sadık bir ite benziyordu.

Sedat, tesellisi tükenmiş, boynu darağacında asılı, birazdan açılacakmış gibi İsmin E halinin arkasından bakıyordu.

Her şey bitmişti…

Fakat Türkiye’deki evlilikleri hala devam ediyordu.

İşte asıl felaket de bundan sonra Sedat’ın başına bir çamur gibi yağacaktı. Başına ne gelirse parası yüzünden gelecekti.

Sedat; keşke sen benim ilk yazımdaki gibi kalsaydın; tek kayıbın malın olsaydı keşke sen…

Güzel Dağ Sokağı’nda lime lime paltonla, yırtık ayakkabılarınla, o bomboş, o hiç doyurmadığın zavallı midenle konuşuyor olsaydın: Bir gün kendine, ‘‘Eyy Sedat, sana ben gözümün gördüğü en güzel yemekleri sunacağım, eyy eskiyen bedenim sana ben gözümün gördüğü en güzel elbiseleri giydireceğim; sana ben daha da neler neler” diyebilseydin ya…

Keşke Sedat (Gülabi) sen ölseydin.

” Devam edecek” 

İlginizi çekebilir