Suna Arev: Krematoryumda bir gün

Yoksul coğrafyalarda, o toprak damlı evlerde ne çok korkulurdu taze bir ölüden…O ölü gece mezarından hortlayacak, bembeyaz kefeniyle sağ kalanların ödünü koparacaktı! İşte o zaman anamızın yer yatağı koca bir meydan olur hepimizi bağrına basardı.  Sonra da tane tane sabırla derdi ki; “Ölüm Allah ‘ın emridir kimse de ondan kaçamaz ,bir tek ölümde herkes eşittir. Azrail, zenginin de yoksulun da kapısını çalar istediğinin  canını da alı. Allah, ölümü önce taşa vermiş, taş  acıdan gürlemiş çatır çatır çatlamış, koca dağlar erimiş düz ovaya dönüşmüş. Bakmış ve yok demiş Allah, yok taşa ölüm ağır gelir hiç kaldıramaz. Sonra ölümü toprağa vermiş,  toprak da acıya dayanamamış un ufak ,toz duman olmuş ,erim erim erimiş, cansız bereketsiz çöl olmuş. Yok demiş Allah; ölüm toprağa da ağır gelir, o da ölüm acısını taşıyamaz sonra ölümü insana vermiş ve bir bakmış ki kimi ağlıyor, kimi gülüyor, kimi paranın pulun hesabını yapıyor, kimi kardeşinin bile canını alıyor, kimi bir başkasını kuyusunu kazıyor, kimi yanar, kimi döner, kimi tok , kimi aç…Haaa işte o zaman Allah, demiş ki,  ‘Aha ben ölüm acısının yerini de yatağını da buldum ölüm acısını bir tek insanoğlu  kaldırır, bir tek o acıya dayanır, tutmuş ölüm acısını insanoğluna vermiş…” 

Nazım,  ölüm acısını bir yıl diye işler sevgilisine, bilinir mi ? ‘’En fazla bir yıl sürer/ Yirminci asırda / Ölüm acısı…/’’ diyor bir şiirinde ünlü ozanımız.

 Evladını kaybetmiş bir annenin yas süresi de bir yıl mıdır…?

Bir zamanlar ölülerden korkardık, hortlaklardan, masallardan, efsanelerden korkardık.  Öyle ya; yaşayanların daha tehlikeli olduğunu nereden bilecektik ki.?

Orman mezarlığındayız; tam 33 hektarlık bir alan…1914 yılında kurulmuş bu mezarlıkta en çok 1‘inci ve 2‘inci dünya savaşında ölenlerin toplu mezarları göze çarpıyor…geniş arazide binlerce mezar uzanıyor.

Ağaçlar bütün yapraklarını silkeleyip  ayaklarının altına dökmüş, eski olan, artık ihtiyaç kalmamış ne varsa yerlerde, o yapraklar bir zaman rüzgarların yeline kapılacak ,analarının eteklerine yapışmış ayrılmak istemeyen çocuklar gibi, ağacın ayakları altında toplanacaklar…sonra çok daha sert rüzgarlar  esecek yapraklar acı bir hışırtıyla savrulacak , sonra yağmur yağacak, sonrası ölüm, yapraklar çaresiz çürüyecek. İnsan yaşamına benzer gibi …

Ağaç mağrur, ağaç doğurgan yeniden yeniden, hep yeniden yeşile duracak.

Buralara kış geldi, buralar zaten hep kıştır… baharı bile yağmurlu bir kış mevsimi işte.

Darmstadt orman mezarlığını daha önce yazmıştım fakat Krematoryuma girebilmek için özel izin gerekiyor. Bu izni de bir şekilde bölüm şefinden aldım neyse ki…

Kentin bu yeni ve kirlilik derecesi en aza indirilmiş ikinci  krematoryumu Federal Emisyon Kontrol Yasasına göre 2001’de faaliyete başlamış ve yılda 4 bin 500 ölünün yakılmasına olanak sağlıyor. Burada 63 soğuk oda deposu var. Aynı zamanda bütün inançların ortak kullandığı Orman Barışı adını verdikleri geniş bir ibadet ya da anma salonu da var. Bir de son yıllarda kurulmuş bir Müslüman mezarlığı var ki yönü kıbleye bakıyor…

Salonun koridoru yakılmayı bekleyen, sanki şimdi marangozdan çıkmış yepyeni tabutlarla sıra sıra dizili, tabutların üzerinde ölünün kimliği ve ölüm nedeni yazıyor. Çoğunun ölüm nedeni covid 19… Yaşlılar kadar genç tabutlar da var. Salonda ağır bir is ve yanık kokusu genzimizi yakıyor. Beyaz fayanslar gri bir yağ örtüsü içinde.

Bir zamanlar Hitler faşizminin yakılan ölülerden sabun yaptığı söylenirdi ki yerdeki yağ tabakası bunu kanıtlar nitelikte.

Tabutlar sırayla iç bölümdeki fırınlara sürülüyor, burada yaklaşık bir saatlik yakma işleminden sonra cesetten geriye kalan kemikler özel bir öğütücüyle öğütülüp, ölü sahibinin isteğine göre pişmiş topraktan bir kap ya da metal bir vazo içinde teslim ediliyor. Bütün bu işlemi monitörde izlemek de mümkün. Bir zamanlar taze bir ölüden korkup, başımıza yün yorganları geçirip korkudan tir tir titrediğimiz o günler Kaf dağının ardında kaldı…Kaldı çünkü, yaşayanlar ölülerden çok daha tehlikeli. Bunu fark ettik…

Oranın temizliğini yapan iki Afrikalı kadın var. Biri Nijeryalı, diğeri Ganalı. Nijeryalı,  Boko Haram’ın zulmünden kaçmış. Boko Haram ki bodur çalılıklı bir orman alanında Avrupa’nın gözüne baka baka, en ilkel, en vahşi uygulamaları yapıyor, gerici kurallar koyuyor, kız çocukları ve kadınları kaçırıyor, zulüm ediyor.  İki kadın da koyu Hıristiyan,  atalarının eline verilmiş İncilin sadık koruyucuları olmuşlar. İkisinin de kömür karası tenleri var, ikisinin de takma örgülü saçları, ikisinin de büyük ve geniş kalçaları, ikisinin de iri memeleri, kalın dudakları, bembeyaz dişleri, bir de pespembe dilleri var.

Sarah Baartman’ın hikayesi beyaz adamın elinden bitti mi sandınız? Afrikalı kadının geniş kalçaları hala onların elinde birer oyuncak, belki yavru gergedanlarla bir kafeste artık sergilenmiyorlar ama beyaz burjuva adamların hala toplu seks kurbanlarıdır onlar. Avrupa’da Afrikalı kadınlar…Bu ikisi biraz daha şanslı, ölü isini temizleyerek çocuklarına ekmek götürüyorlar ya diğer geniş kalçalılar..? Gece hayatlarının kanlı yataklarında, beyaz burjuva adamın seks kurbanları Afrikalı kadınlar…

Beli kırık bir Afrikalı tanıdım 30 yaşlarında Kuzey Almanya’dan güneye gelmiş belki de kaçmıştı.Toplu beyaz burjuva adamların saldırısında beli kırılmış bir Afrikalı, kalçası geniş ,memeleri iri, fazlada çalışmadı zaten iş sözleşmesinin ilk ayını bile doldurmadan gitti. Ne oldu o kadına, nereye gitti, hala yaşıyor mu? Kim bilir?

Bir zamanlar ölülerden korkardık, onların hortlayacaklarından öylemiymiş? Yaşayanlar ölülerden çok daha tehlikeli, çok daha acımasız, çok daha ödü kökünden koparan değil midir?

Nerede büyük bir alışveriş merkezi varsa ,orada tuvaletleri bekleyen bir Afrikalı kadın var. Biz burada bir yabancıyken onlar iki kere yabancı, onlar potansiyel kriminal suçlu, ,en kötü , en ağır işlerin kölesi, çok demokrat beyaz adamın ülkesindeyiz, en çok silahların satıldığı, en çok kadınların satıldığı, en çok gençlerin uyuşturucudan delirdiği hattan öldüğü en çok ölülerin yakıldığı, en çok sömürünün ve yavaş yavaş en çok ırkçılığın  geliştirildiği Avrupa’dayız..Sınıflar, ezenler, ezilenler… İsli ekmek kokan sofralarda birer göçmeniz. Ne yana baksak karşımıza dikilen acılar, sonra en alttakiler. 

Krematoryumdan çıkarken ağzıma tuttuğum maskeye bakıyorum da gri bir renge bürünmüş. İçeride yakılmayı bekleyen ne çok ölü var, ne çok çömlek:..Sonra demir parmaklıklarla çevrili özel bir çöp yığını gözüme ilişiyor, kırık çömlekler, küllerle küçük bir tepe gibi, kırık yarı isimlerle kalmış mermerden küçük kare haçlı mezar taşları. Belirli bir süreliğine satın alınmış süresi bitince de beton raflarından indirilmiş çöpe atılmış, unutulmuş ölü külleri…

” Bana sağken ver elini, öldükten sonra ne yapayım ki ” der gibi çömlekler. Hayatta böyle bir şey işte… tam da böyle; zengin ülkelerin sömürüsüyle yoksulların kaçıp sığındığı büyük Avrupa’nın karnı gibi her şeyi yutuyor, öğütüyor acımadan…

Yine de küllerim yurduma bir çömlekle gitsin isterim…özlemle gitsin, hasretle şöyle Harput’tan Kuzova’ya esen ılık bir rüzgarla savrulsun da gözümün hatırı kalmasın…

İlginizi çekebilir