Suna Arev: İncir’in sütü…

Daha yeşil ve tazecik iken koparır, çırparsan yaprağını, memesinden ve yaprağından göz, göz süt akar incir ağacının. Kanar kanadı kırılmış bir kadın gibi… sıcak, beyaz yaş döker…

“Seni de mi kopardılar aah kuzum?“

“Senin de mi çırptılar yapraklarını? Senin de ellerine incirin sütü değmiş de paramparça etmiş?“

‘’Öyleyse ya yıkarsın ellerini ya da kurda kuşa yem olursun…Sana öğüdüm süt değen ellerini ekmeğe , tere batır,  yoksa iyileşmez bu yara, hiç iyileşmez..’’

Böyle dedi kadın, başka da bir şey demedi . Çünkü onun da ellerine incir sütü değmişti…

Mart ayı yerini hakkıyla Nisan yağmurlarına bırakmış aradan çekilmişti. Toprağı emen su çiçeğe, yeşile, ağaca doyuyor, kuşlar Bach’a meydan okuyordu…

Elime tutturulmuş bir adres, bir de tel numarası… bir ev temizliği işi bu, ek iş olarak yapacağım. Bu benim ilk işim de değil yani oldukça tecrübeliyim..Elit bir sokağa giriyorum, kenten uzak ve sessiz. Kaldırım taşları öyle sağlam, öyle düzenli ki; benim ülkemdeki gibi tökezleyip düşme korkusu da yok.

Ahh kaldırım taşları, peki siz hangi yoksul ülkenin,hangi dağından koparıldınız da buracıkta yatıverdiniz. Biz bilmez miyiz ki milyonlarca yıl önce buralar bataklıkmış, çekilince bir tek kumunu bırakmış..

Evler öyle güzel ki, yapısı, mimarisi etkileyici…Tek, tek birbirlerine yapışık olmayan, kocaman bahçeli evler…Yürüyorum evlerin gölgelerine karşı, küçük hayallerim var benim.

Annem ve ablama yakacak parası, çocuklara sıcacık montlar, küçüğe iyi bir okul çantası..Bana..Bana da ayağımı yerden kesecek, iki de bir zinciri kopmayacak, tekerleği patlayıp beni yükümle yürümek zorunda bırakmayacak bir bisiklet…

İncir değmiş elim çelik kapılı zile değiyor, içerden tiz bir kadın sesi jaaa! (Evet)…Kim olduğumu söylüyorum. Kapı otomatik açılıyor, sonra bir kapı ,bir kapı daha…son kapıdan sonra uzun bir koridordan sesi takip ederek salona ulaşıyorum. Gördüğüm manzara epeyce yüreğimi burkuyor. İçimden demir yığını bir tren geçiyor.

Büyük salonun duvar dibinde iki tane açık kahverengi koltuk, modern ve otomatik, pencereye ve bütün otomatik düğmelere basabilecek kadın oturuyor. Diğerinde kocası..Kadın yer gösteriyor oturuyorum, tren hala içimde…

Kadınının ayak ucunda bir oksijen tüpü,tüpten iki hortum burun deliklerine yerleştirilmiş, öyle bir nefes alışı var ki onun iç organlarını görüyorum. Yüzü elleri mosmor, kısa bembeyaz saçları var ve belli ki işinin ustası bir kuaförün elinden geçmiş. Adı Doris

Kocası Karl; upuzun kocaman cüsseli dimdik, elleri kocaman Karl’ın bir ayağı bilekten yok. Gözümün oraya takılmasıyla birlikte Doris, ‘şekerden’ diyor. ‘’Sargılı, bir türlü iyileşmiyor..’’

Hep Doris konuşuyor, Karl hep susuyor. Ağzını açacak olsa Doris öyle bir azarlıyor ki Karl o koca bedeniyle bir et yığınına dönüşüyor. Haftada iki kez, anlaşıyoruz..Doris yanındaki çekmeceden bir demet anahtar veriyor, ‘’her yeri gör, öğren’’ diye…

Merdivenlerden üst kata çıkıyorum, her basamağın üst kısmına çivilenmiş onlarca fotoğraf çerçevesi. Doris hortumsuz, Karl da ayaklı resimleriyle. Güzel ve yakışıklı bir çift, iki de kız çocuğu…Her basamak ayrı bir dünya…Davetler, balolar, başka başka ülkelerden çekilmiş fotoğraflar…

Son basamakta Karl’ın ayaksız Doris’in de hortumlu bir fotoğrafı var. Birbirlerinin elini tutmuşlar ikisi de yapayalnız…

Üstte iyi bir mimarın elini öpmüş beş oda var. Bomboş duvarda iki genç kız resmi, öyle güzel gülmüşler ki boş oda ısınıveriyor.

En alt bodrum, çamaşır ve kullanılmayan eşyalarla dolu. Döşenmiş bir oda da var. Burada Polonyalı bir kadın kalıyor. Karl ve Doris’in özel bakımı için bir firma aracılığıyla getirtilmiş, bir iki ay sonra bir başkası, sonra yine bir başkası gelecekmiş..

(Taşeron firmalar için ucuz iş gücü, fazla kalırlarsa kalıcı sigortaları olacak, bu da tüccarların işine gelmez).

Polonyalı kadının adı Agnes, bugün izinli…

Terasa oradan da kocaman bir bahçeye iniliyor, her taraf çim, elma, armut, kiraz ağaçları var…bir de küçük bir havuz, havuzun başında saçları kıvırcık, her alana kol eğmiş adeta bir kadın gibi duran Ortadoğulu bir ağaç; İNCİR AĞACI

Haftada iki gün bu eve gidiyorum, tıpkı bütün bu zengin evlerini tertemiz eden diğer göçmen Türkiyeli, İtalyan, Bulgar, Macar, Polen, Rus kadınları gibi…Son dönemlerde Pakistan, Fas, Suriyeli kadınların da bu orduya katılmasının hakkını yemeyelim. Yağması yok öyle tek maaşla geçinmenin!

Haftada iki gün düzenli olarak Doris ve Karl’ın oturdukları bu eve göçmen taşlara basa basa gidip geliyor, evlerini tertemiz bırakıyordum. Karl’ın su geçirmez , kanlı yatak çarşaflarını değiştirmek boynumun borcu gibiydi. İkisinin de odaları ayrıydı.

Doris aşırı hassas ve titiz bir kadındı. Uzun bir tahta parçasına yerleştirdiğı aynayı en dip köşelere uzatıyor, tuvaletin iç kenarlarını bile aynadan geçirip, her odadan sonra bana şöyle söylüyordu: ‘’Gut , gut , sehr gut’’. (Güzel, güzel, çok güzel). Sonra elektrikli sandalyesi ve vücudunun bir parçası haline gelen oksijen tüpüyle usul usul, pencere önündeki köşesine çekiliyordu.

Elbetteki bu evin ilk göçmen, temizlikçisi ben değildim, ben hiç bilmem kaçıncıydım. Doris öyle titiz ki kimse dayanamıyor, gelen kaçıyormuş.

Marguat eskiden bu mahallede oturuyormuş. Kocaman büyük bir evde. Kocası 10 yıl önce kanserden ölüp, yapayalnız kalınca da evini satıp bizim mahallede küçük bir daire almış. Marguat sakin mütevazi, Doris’in çocukluk arkadaşı…Marguat tavsiye ederken de anlatmıştı zaten. ‘’Çok sinirli, çok hassas’’ demişti.

Zamanla bu iki ölümlüyle, öyle bir dost olduk ki Doris heybesindeki bütün acılarını kucağıma bırakıyor, kadın kadına incirin sütü gibi oluyorduk. Doris bu kentin en ünlü kasap tüccarının kızı, Karl ünlü bir mimar imiş…

Günlerden birgün Karl bu bölgede iş alıyor. Doris alımlı, güzel bir kadın. Karl uzun boylu, yakışıklı bir adam. Böylece yolları kesişmiş, evlenmişler. Fırtınalı bir aşklarından iki kızları olmuş. Ancak zamanla o aşk düze inip kayboluvermiş. Karl iş seyahatlerine gider aylarca dönmez, bütün parasını kadınlarla tüketir, hatta metres bile tutarmış.

Ne zaman ki bir kaz gibi yolunur çırılçıplak kalır, gelir Doris’in ayaklarında ağlarmış. Bu geçici düzelmelerle hep böyle devam etmiş. Doris bu süreçlerde hem sigaraya hem de içkiye başlamış ve bir de temizlik hastalığına kapılmış.

‘’Baksana’’ diyor, ‘’ Süt dökmüş kedi gibi, ama neye yazar ,çok geç artık,çok geç…’’

Karl bütün gün koltuğunda heybetli bir heykel gibi oturup, televizyon izliyor. Şeker yalnız bacağını değil, gözlerini de almış.

Bu evde öyle güzel bir duvar dibi var ki baştan başa kütüphane… dünya içine sığmış da taşmış gibi.

Sanattan, edebiyattan, müzikten konuşuyoruz. Karl’ın heykel duruşunu bozmak, sohbete dahil etmek için, ona da sorular soruyorum. Karl, 1800’lerde Polonya’dan Almanya’ya göç eden ilk kereste işçilerinin torunlarından…

Zaman geçiyor, Doris havasızlıktan bazı zamanlar mosmor kesiliyordu. Benim buradan kazandığım paraların hemen hepsi de annemin hastane ve ilaç masraflarına akıyordu. Bir ciğer hastasından başka bir ciğer hastasına…

Bir buçuk yıl..Bu böyle sürdü…Yılbaşı yaklaşıyordu. Polonya’dan gelen bilmem bu kaçıncı göçmen kadın, Karin evin her tarafını ışıklandırmıştı…İncir ağacını bile..

Bir sabah, Doris’in öğretmen olan küçük kızı beni aradı ve ‘’annem öldü’’ dedi…İçimden demir yığınlı bir göç treni geçti..

İki hafta sonra da orman mezarlığında cenaze töreni vardı. Doris’in cenazesi morgta bekletiliyordu. Bir ölü için ölü fırınları hemen yakılamazdı…iki hafta sonra.

Marguat’la birlikte cenaze  törenine gittik. 15-20 kişilik bir cenaze…Herkes siyah giyinmiş. Doris’in Frankfurt’tan psikolog kızı Gabriel, öğretmen küçük kızı Nadin ki doğru dürüst ziyaret bile etmezlerdi. 

Karl tekerlekli sandalyesinde ,heybetli heykel Karl. Gösterişli bir kutu çiçeklerle süslenmiş, küçücük bir kutuya sığmış bir avuç kül Doris.

Her şey ama her şey öyle sessiz. Bu mezarlıkta ülkemin o acılı ağıtlarını ne çok  aradım. Tören bitti… Peder o merdiven basamaklarına yerleştirilmiş resimlerle bir hayatı anlattı ve küçücük kutuda bitirdi.

Sanırım incir sütünü bir ben döküyordum.

İki gün sonraydı, iş çıkışı posta kutusundan bir belge vardı, benim adıma bir paket komşuma bırakılmıştı…Zili çaldım ve paketi aldım. Gönderen Nadin… Paketi açtım, bir Frida Kahlo portresi ve kısa bir not: ‘’Merhaba, annem yeni yıl hediyesi olarak sizin için ısmarlamıştı…’’

Öyle mağrur bakıyorduki Frida Kahlo.

İçimden, kökünden sökülüp, tren vagonlarına yüklenmiş, İncir ağaçlarının sütü geçiyordu…

İlginizi çekebilir