Rahmi Batur: İlk Taşı Kim Attı?

Bir konuda, hele de tanınmış bir insan hakkında ikna olmuş, ikna edilmiş, duyguları düşüncelerinin önüne taşırılmış insanlara, o işin pek de düşündükleri gibi olmadığını anlatmak, bir dogmayı yıkmak gibi çetin bir iştir…

Tartışmak istediğim meseleye giriş yapmadan önce, konuya benzer ama geçmişte kalmış, sonucu görülmüş bir kaç kısa anı aktarayım.

1991’in Ağustos ayı sonları, Hasankeyf’te Mem û Zîn filminin çekimleri vardı. Yeni Ülke’nin Batman bürosunda çalışıyordum. Bir gün filmin yönetmen yardımcısı ve Eylem (Hasat) Yayınları’nın sahibi Hüseyin Kıvanç büroya geldi. Benim Sağmacılar Cezaevi’nden arkadaşımdı. Aradan geçen 6 yılda yüzümü unutmuş ‘Rahmi Batur diye bir arkadaşım var, tanıyor musunuz?’ diye sordu. Güldük.

O günlerde bizim gazetede Kürt destanı Mem û Zîn’ın ‘Memo ile Zeyno’ adıyla Türkleştirilerek, filmi çekildiğine ilişkin bir haber çıkmış, bu da filmi çekenleri rahatsız etmişti. Bu haberden ötürü çekim sırasındaki masrafları bile katlanmıştı. Daha önce onlara yardımcı olanlar, şimdi ‘domuzdan kıl koparma’ anlayışıyla hareket ediyorlardı.

Hüseyin Kıvanç, haberin doğru olmadığını, Yeşilçam aleminden birisinin şahsi kıskançlıklarıyla gazeteyi manipüle ettiğini, sözü geçen senaryonun bölgede rahat çalışabilmek için devlete sunulan sahte bir senaryo olduğunu, Yol filminin de bu yöntemle çekildiğini; filmde Musa Anter’in de rol aldığını, herşeyden önce onun böyle bir şeye katkı sunmayacağını söyledi. Bir gün sonra yönetmen ile tanıştırmak için film setine davet etti. Gittim, o da aynı şeyleri tekrarladı…

İstanbul’daki arkadaşları aradım, durumu anlattım:

– Yok dediler, durum bildiğin gibi değil…

Esas durum onların bildiği gibi değildi ama yapabileceğim birşey yoktu.

1993’ün yaz ortası. Zaxo…

Yıllar önce Bağdat’ta Kürtçe radyonun yılbaşı özel programına davet edilen sanatçı Erdewan Zaxoyî, kaldığı otel odasından Muhaberat ajanları tarafından alınmış ve sıra kadem basmıştı. Onunla ilgili haber yapmak için evine gittim. Evde, o  kaçırıldığında 6 aylık bebek olan kızı (7 yaşlarındaydı o sırada,  şimdi kendisi de ses sanatçısı) ve annesi vardı sadece.

Ordan dönerken, yanımdaki arkadaşım ‘Tahsim Taha da, Dihok’ta yaşıyor, onunla görüşmek ister misin?’ diye sordu. Kürdistan’ın kuzeyinde sesiyle şarkılarıyla Tahsin Taha tanınıyor, biliniyordu ama kendisiyle ilgili hiçbir bilgi yoktu. Dihok’a onunla söyleşi yapmak için gideceğimi duyan Güneyli, Kuzeyli herkes ‘Aman yapma, o bir cehş, Saddam üzerine şarkı yapmış’ diyerek beni vazgeçirdiler.

1995’te Azadiya Welat gazetesinde çalışıyordum.

Gündem toplantısında Şivan Perwer ile söyleşi yapmak istediğimi söyledim. Herkes şöyle bir durdu, durmakta da haklıydılar, çünkü bizim yayınlarımızda Şivan ambargoluydu. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bir iki önemli ismiyle daha önce bu durumu konuşmuştum ‘Bizim de hatamız var, ona siyasi kadromuz gibi davrandık’ demişlerdi. O ambargonun bir biçimde kalkacağını biliyordum. Arkadaşlara “Tahsin Taha ile söyleşi yapmak istediğimde, herkes cehş, hain diyerek karşı çıktı, beni vazgeçirdi ama gördünüz, iki ay önce ölünce ‘Özgürlük Bülbülü’ diye bizim gazetemiz ardından haber yaptı. Şivan’ı onunla kıyaslarsak öyle cehşlik bir durumu da yok. Bu ambargo kalkacak, biz öncülük yapalım” dedim.

Sonunda ikna oldular. Söyleşiyi yaptım, Şivan’ı kapak yaptık ve aradan bir ay geçmeden, ambargo kalktı, Şivan MED TV’ye çıktı.

Şimdi kimse Ahmet Kaya’ya toz kondurmuyor. Biraz hafızamızı yoklarsak, o ödül gecesindeki barbar saldırıdan önce, solcular ve Kürtler, Ahmet Kaya’yı dinleseler bile, politik olarak ona karşı tavırlıydılar. Bu tavır, Kürtlerden çıkmamıştı, Türk solunun bazı kesimlerinden Kürtlere sıçramıştı…

Hilton Oteli’ndeki Kürt Konferansı’na geldiğinde, gençler etrafını sardı, bir halk düşmanı vardı sanki karşılarında. Bir arkadaşla gençleri uzaklaştırınca, yüzündeki acı gülümseme öyle duruyordu. Onunla söyleşi yaptım diye, bugün onun arkadaşı olmakla övünen ünlü muhalif bir sanatçımız, birgün istiklal Caddesi’nde Eşber Yağmurdereli ile birlikte yürürken ‘Azadiya Welat gazetesinde herkesi kapak yaptın, Ahmet Kaya gibilerini bile, benimle ne zaman yapacaksın?’ dediğinde “gibilerini bile demen?..Yakıştıramadım sana. Ahmet Kaya’yı insan olarak da müzisyen olarak da beğeniyorum” dedim. Ağzından kaçtığını, aslında öyle demek istemediğini söyledi.

Sadece o değil, tanıdığım bir çok kişi, onunla söyleşi yapmamı yadırgamıştı…

Peki sebep neydi, Ahmet Kaya’nın suçu neydi?

TC, Ahmet Kaya’nın üzerine sopayla gitmenin, kendileri açısından onu daha da ‘zararlı hale getireceğini bildiğinden, farklı bir yöntem denedi. İçten vurmak. Cumhuriyet ve Nokta dergisinde TC’nin ‘solcu’ aydınları, onun aslında arabeskçi olduğunu, halkın duygularını sömürdüğünü, iyi şairlerin şiirlerini kötü harcadığını yazdı… Evet bu kadar… Sonra düne kadar onu dinleyen solcular, onu küçümsemeye, aşağılamaya başladı…

İçten yapılan operasyon sonuca varınca, onu RAKS firmasına (Raks o sırada Unkapanı piyasasında devletti, oğul Pakdemirli şimdi de biri bakan) transfer etti, ciddi ekonomik olanaklar sunarak, onu ‘dezenfekte’ etmeye başladı. Ahmet Kaya’nın öyle asi, vicdanlı bir yönü vardı ki, istese bile o anlamda kendisini tümüyle kontrol edemezdi…

Akın Birdal’ın vurulduğu akşam evlerindeydim, evde değildi, geldiğinde yaralı bir aslan gibiydi… ‘Hadi Gülten, hazırlan, Ankara’ya gidiyoruz! Bu O.. çocukları hepimizi tek tek öldürecek!’ dedi, gözlerinden yaşlar akıyordu…

Şimdi esas konuya gelelim.

Gündemde başka bir Ahmet var, Ahmet Güneştekin…

Sanat eleştirmeni değilim, sanatı nedir ne değildir, yarına kalacak mı, kalmayacak mı, söyleyecek sözüm yok ama ortada inkar edilemeyecek, sağlam bir veri var:

Başarı…

Dünya çapında bir başarı…

Onun kadar, dünya çapında başarıya ulaşmış ve göğsünü gere gere Kürt olduğunu söyleyen başka bir sanatçımız var mı?

Varsa da ben bilmiyorum…

Barcelona’daki sergisine gitmiştim. Serginin adını ‘El poder del Origen’ koymuştu. Köklerin, kökenin gücü olarak çevrilebilir, aynı hissi tam vermese de… Bir Catalan gazeteci nedenini sorduğunda, yasaklanmış ana dili üzerinden açıkladı, akrabası olarak gurur duydum. Çevirmen söylediklerini tam tercüme edemediğinde, araya girip düzelttim.

Resim sanatı, müzik gibi geniş halk yığınlarına hitap etmez, koleksiyoncular, elit, toplum içinde pozisyon sahibi insanlardır. Dolayısıyla Türkiye gibi bir ülkede, bir ressamın Kürt olduğunu söylemesi bile başlı başına önüne engel çıkarması demektir. Şayet Ahmet, Türkiye dışına açılmamış, dünya genelinde güç ve itibar sahibi galerilerle anlaşmamış olsa bugün etrafında duran, dostluk kuran medya canavarları, yanında değil, karşısında olurdu.

Maddi bir çıkar gözetmeden, Hafıza Odası’yla bu devletin canavar yüzüne ayna tutan Ahmet’e ‘Tabutlar niye renkli, niye sosyetikler yılışık fotoğraflar çektiriyor, acılarımızı bize mi gösteriyorsun’ gibi olmadık sebeplerle yükleniyoruz.

Ahmet, bize acılarımızı göstermiyor; acılarımızı uzaktakilere görünür kılmaya çalışıyor.

Özkök ile niye arkadaşsın?!

Öfkenin temel kaynaklarından biri de bu…

Bir insanın arkadaşını sevmeyebilirsiniz (Allah için Ahmet’in o arkadaşının sevilecek bir tarafı da yok… İlkesiz, başarıya odaklı kurnaz bir tip) ama bir insanı neden onunla arkadaşsın, diye yargılayamazsınız, arkadaşlık farklı durum…

Mesela Ahmet Kaya’nın linç edilme girişiminin arka plandaki orkestra şeflerinden biri hiç kuşkusuz Ali Eyüboğlu… O ödül gecesinden çok önce, Ahmet ve Gülten Kaya çiftinin boşanacaklarına ilişkin magazin dedikoduları başlayınca, Kaya çifti basın toplantısı düzenledi. Bunun için Gülten Kaya beni arayınca ‘Abla ben bu tür haberleri yazmıyorum’ dedim gülerek, o da ‘Yazman için değil, vesile olacak, birlikte bir yemek yemiş olacağız’ cevabını verince, Batmanlı bir arkadaşımı da alıp gittim.

O sırada Raks’tan ayrılmış, başka bir firma ile anlaşmıştı. Ali Eyüboğlu kasetlerinin artık satmadığına ilişkin sorularla başlayıp genel olarak onu sıkıştırmak istedi:

– Sen magazincisin, magazin ile ilgili sor!

– Ben gazeteciyim, her soruyu sorarım…

– İstediğin soruları soramazsın, bir gazeteci değilsin, magazincisin! Söyleyeceklerimi yazabilir misin, yazamazsın!

– Yazarım…

Eyüboğlu uzatınca ‘Ya, sen Raks’tan para mı alıyorsun?!’ diye sordu. Eyüboğlu donup kalırken, Ahmet Kaya, bana ve Cevat Korkmaz’a dönüp alçak bir sesle ‘Sacit, bana basındaki maaşlı elemanlarının listesini göstermişti, bunun adı en baştaydı, bakın kızardı, dedi. Sacit dediği, Raks’ın genel müdürüydü.

Ahmet Kaya linç girişimine maruz kaldığı ödül gecesinden çok daha radikal şeyler söyledi ve bu sözlerine ilişkin hiçbir şey yayınlanmadı.

Yıllar sonra bunu Özgür Politika için yazdığımda, yazıyı Gülten Kaya’ya gönderdim ‘Keşke Ali ile ilgili kısmı yazmasaydın, sonradan çok yardımcı oldu’ diye cevap yazdı Gülten Abla.

Arkadaş olmuşlar, ne diyeceğiz şimdi?

Şöyle bir düşünün, Ahmet Güneştekin, madem beni istemiyorsunuz, öyle olsun, hadi bana eyvallah, deyip Hafıza Odası’nı toplayıp gitseydi ne kaybederdi ve biz ne kazanmış olurduk?

Süleyman Soylular kesin sevinirdi, orasını bilmek için kahin olmaya gerek yok.

Dünya çapında çok önemli pozisyonlardaki insanlarla ilişkisi, dostlukları olan bir Kürt sanatçısından, Kürt halkının davası adına yararlanmak yerine, neden onu itiyoruz?

Antep Cezaevi’nde yalancı, sinsi, cahil, kurnaz bir köylü vardı ve doğal olarak sevilen biri değildi. Kürt Özgürlük Hareketi’nin tanınan lider kadrolarından biri, bazen avluda uzun uzun onunla volta atıp sohbet ederdi… Bu sabrına şaşırıyordum. Bir gün dayanamadım ‘Heval boşuna zamanını harcıyorsun, bu duvarların dışına çıktığı gün, onun Hareket ile işi biter’ dedim. Cevabı şu oldu:

– Biz üstümüze düşeni yapalım önce, sonrası onun bileceği iş… Nedir bizim anlayışımız? Halkımız düşürülmüştür, bataklığa gömülmüş, tek bir saç teli dışarıda kalmış insanımızı, o saç telinden tutup kurtarmaya çalışmak, bizim görevimiz…

Ne oldu bu anlayışa?

Niye olur olmaz herkesi taşlıyoruz?

Bu psikolojik linç atmosferini başlatan ilk taşı merak ediyorum…

İlginizi çekebilir