Oktay Candemir Yazdı: Çocuklar Adres Sormaz

Dizde yaranın eksik olmadığı zamanlarımız: çocukluğumuz… Henüz çok etkilenmediğimiz kültür kodları. Davranışlarımızın en saf hali. Ancak olumsuz her şeyin de izinin kaldığı zamanlar. Çünkü taptaze bir beyin, yepyeni duygular, ruh. Her şeyin yepyeni olduğu her duygu en yoğun haliyle hissedilir.  Hala dönüp durup geriye, çocukluğumuza bu yüzdendir gidişimiz. İlkleri yeniden yaşarız bir nevi.

Çocukluğum ve gençliğimin ilk dönemlerini yaşadığım Özalp’a gittim. Hayatımın son 30 yılını hiç yaşamamış gibi hissettim. Çocukluğuna dönmek, deyim yerindeyse buydu benim için. Şu anda harabe olmuş çocukluğumun kerpiç evi, babamın gizli gizli dinledikten sonra Tekelci Selahattin’e verdiği Şakiro’nun klamları ve evimizin karşısında bulunan askeri karakol gözümün önünde canlandı. Sabahları ‘Harbiye Marşı’ ile uyanışımız, penceremizden izlediğimiz üstü çıplak koşan askerlerin “Armut dalda asılsın, Hülya Avşar nasılsın?” diye sürüp giden bağırma tempolarını düşündüm.

12 Eylül darbesinin olduğu yıllardı. Büyüklerimizden duyduklarımız bizi de etkilerdi haliyle. Çocuk olduğumuz için çok ciddiye alınmasak da öğrendiğimiz şeyler az buz değildi. Bu oyunlarımıza kadar yansırdı.

Askerlerin eğitim yaptığı sahaya yakın bir noktada uzuneşek oynar, onlar bağırdıkça biz de; “Çattı pattı, kaç attı?” diye onları rahatsız etmekten geri durmazdık. Bir gün askerlerin “Gidin başka yerde oynayın ulan!” uyarısına bir arkadaşımız, “Burası benim babamın arsası, burada oynayacağız,” dediğini hiç unutmuyorum. Bunu fırsat bilen bizler o güvenli boş arsada akşama kadar uzuneşek oynardık.

Ne demişti şair: Kırmızı fuları ile devletin bekasında oynamış çocuk / incinmiş sonra paletler, göz yaşartıcı bombalar, silahlar / Meğer sapanıyla devleti bölecek kadar büyümüş çocukluğumuz, birlik ve beraberliğe uçurtmasıyla müdahil. / Çattı pattı kaç attı? / 15! / bilemedin. / İncittiler büyüyen yanlarımızı.

90 kuşağını en iyi anlatan şiirlerden biri belki de.

Ziraat Bankası Müdürünün oğlu vardı, Tahir’di ismi. Maraş’tan gelmişti ve çok yalnızdı. Onun yalnızlığı benim canımı acıtıyordu ve onunla arkadaş olmaya karar vermiştim. O zaman günümüzdeki gibi teknolojik oyunlar yok tabii. Beştaş ve misket oynama, top sektirme ya da topaç çevirme dışında pek seçeneğimiz bulunmuyordu. Kızak kayma vardı bir de, ikimizin de beceremediği. Sinan (Dedeoğlu) bir gün bir kızakla çıkageldi ve kızağı bize hediye etti. Ama nafile, ne Tahir ne de ben kızakta başarılı olamadık.

Tahir’in kaldığı Ziraat Bankasının lojmanının betondan gri bir bahçesi vardı. Oradaki basket potasında gün boyu kan ter içinde basket oynar, hemen orada bulunan kömürlükten ötürü, kömür karası olmuş bir şekilde evlerimize dönerdik.

O sıra Barış Manço şarkıları popülerdi. Kutunuzu açıyorum, diyen Cenk Koray, memleketi ‘Evet-Hayır ikilemi ’ne sokan Erkan Yolaç ve yüzük sponsoru Barış Manço vardı yine. TRT’nin bize sunduğu imkân bu kadarcıktı.

“Kaç yıl oldu saymadım köyden göçeli / Mevsimler geldi geçti, görüşmeyeli… Arkadaşım eş, arkadaşım şek, arkadaşım eşek.” Bizden bir önceki nesil, ‘1 Mayıs Marşı’, ‘Gündoğdu, hep uyandık’ falan demiş. Bizim dinlediğimiz şarkılara bak. E o kadar darbeyi de boşuna yapmadılar, biraz fark olsun di mi?

Tüm çocuklar hepimiz Fenerbahçeliydik. Ama Fenerbahçe, Samsun’dan her seferinde 4 yer, bizi üzmekten başka bir şey yapmazdı. Ben Büyük Şenol olurdum, Tahir, Kaleci Jurkoviç.

Bazen de kendimizi HE-MAN zanneder, “Gölgelerin gücü adına!” diye oradan oraya zıplardık. Benim burnum sarkık, yüzüm de ince olduğu için Kargamel esprisine fazlaca muhatap olmaktan ötürü  mustariptim. Zayıf, çelimsiz ve güçsüz olanlara da İskeletor denilirdi ki çok şükür ben böyle bir muameleye hiç maruz kalmadım.

Akşamüstü saat 5’te, babalar geçidi başlardı. Mesai saati bitimi oyun oynadığımız yerden geçerlerdi. Boyunlarında kıdemli kravatlar, yürüyüş sanatının zarafetini hayran hayran izlerdik.

Yaz aylarındaysa Kuran Kursuna giderdik. Yazın sıcağına enerjimiz de eklenince caminin içini oyun alanına çevirirdik. Oradan oraya zıplayınca da ensemize hocanın şaplağını yerdik. Bu bazen kursa devam etmememizin sebebi olurdu. Nasıl başladıysak öyle de biterdi hevesimiz.

Her evin vazgeçilmezi siyah beyaz televizyondu. Grundig markaydı. Ancak bizim evdeki hep bozuktu. Spikerin kafası ve gövdesi uzar, ekrana sığmazdı. Televizyonu ikide bir, el arabasına yükleyip tamirciye götürmek de bana kalırdı. 86 Dünya kupası var, benim için olmazsa olmaz. Maç ertesi Sinan’la Tahir gelecek, izlemediğim maçı bana anlatacak, ben de susacağım öyle mi, hayatta olmaz… Televizyonu götürdüğüm mahallenin tamirci abisi her seferinde “Entegre yanmış” diyerek gün verirdi. “Yap, gideyim işte,” diyeceğim, biliyorum “Sırada çok tamir var, kusura bakma,” diyecek. Sırf bu yüzden Maradona’nın ‘Tanrının eli’ diye tasvir ettiği maçı izleyemedim. Aradan geçen onca yıla rağmen içimde kalmış demekki bu kadar canlı anımsayabiliyorum.

İlk gençlik yılları… Emine Şenlikoğlu’nun kitaplarını okuduğum dönemler. Ama benimseyememiştim hiç. Diğer yandan sorup soruşturuyorum, kimleri okuyabilirim diye. “Rus klasikleri”ni tavsiye ettiler. Tamam,  nereden bulacağım Rus klasiklerini. İmdadıma Memet Şahin ismi yetişti. “Memet Şahin’e git, bulursun,” dedi bir arkadaşım. Durur muyum, gittim tabii. Ama gitmez olaydım. O güne kadar sadece Fenerbahçe posteri almak için gittiğim kırtasiyede babam çıktı karşıma. Nerden bilsin Rus klasikleri aradığımı. “Yine Fenerbahçe posteri almak için buradasın he!” diyerek kolumdan tuttuğu gibi dışarı fırlattı beni. Ağzımdan tek kelime bile çıkmadı. Akşama bu konunun lafı açılır mı diye kara kara düşüncelerle tıpış tıpış döndüm eve. İkinci bir hata yapma lüksüm yoktu. Babam akşama elinde hem Tercüman, hem Cumhuriyet gazeteci ile eve girdi. Gazeteleri görünce öyle sevindim ki anlatamam. Biri renkli, biri renksiz gazete ama fark etmez. Çünkü gazetedeki fotoğrafları kesip kendime yeni şeyler yaratmayı seviyordum.

90’lı yıllar… Tüm ağırlığıyla yaşanıyor. Köşe başlarında her gün onlarca insan öldürülüyor. Ergenliğe yeni adım attığım yıllar. Evde otururken politik konuşmalar yapılmazdı. “Yerin kulağı var” diyen vardı, “Özel Hareket Timleri pencerelerin önünde durup gizlice içeriyi dinliyor” diyen de. Üstüne sabah uyandığımızda damlarda onları görürdük. Bu tesadüf olamazdı. Söylenenler doğrulanmış olurdu. İnsanlar yaşadıklarını söylüyordu. Gençlik dedim ama yine de içimizde çocuk kalan yanlarımız vardı. Ama yaşananlar saklambaç oyununun bittiğini, artık gerçekte yaşananlardan saklanmamız gerektiğini kavramamızı söylüyordu. Artık gerçek kişilerden saklanmalıydık. Saklanmamız gereken bu kişilerin ise genel tanımının ‘Devlet’ olduğunu çok sonradan öğrendik.  Böylece devletle saklambaç oynamaya başlamıştık.

1992 yılının Şubat ayında bizim okul binası alev aldı, evimiz de hemen okulun dibinde. Hepimizde bir korku. Yangın bize de sıçrayacak diye hemen kömürlüğe gidip orada beslediğimiz kedilerimizi kucakladım ve güvenli bir yere götürdüm. Yangını söndürecek itfaiye yoktu ilçede. Biz de yangının tam karşısında hizaya dizilmiş, yangın söndürme çabalarını gülerek izliyorduk. Kazmayla, kürekle, sağdan soldan taşınan toprakla söndürdüler, sönmesine  ama okulun çatısı tamamen yandı.

Ortaokul ve lise yıllarımı hiç sevmedim. ‘Havanın bulutlu olduğu’ günler dışında bir şey hatırlatmıyor bana. Sürekli yağmur yağan 19 Mayıs törenlerinden, ne olduğu belirsiz hamasetten gına gelmişti artık.

Ortaokul 1. sınıfta boğmaca hastalığına yakalandım. Ailem ve arkadaşlarım çok üzgündü, herkes benim öleceğimi düşünüyordu. Babam sürekli okuldan rapor alıyor ve devamsızlıktan kalmamı istemiyordu. Boğmaca hastalığım boyunca ben de hep 19 Mayıs törenlerinden bu yıl yırttım diye içten içe sevinirdim. Boşuna sevinmişim! 19 Mayıs törenlerine 10 gün kala Doktor, “Bir şeyin kalmadı, artık okula gidebilirsin,” diyerek beni okula gönderdiğinde sevinsem mi, üzülsem mi bilemedim.

Alışkanlık yapmıştım, tüm esnaf tabelalarını tersinden okurdum. Narık Teracit, Nihaş Eyisatrık diye sayar giderdim.

30 yıl sonra çocukluğumun geçtiği mahallede gezerken, bizim yıkılmış harap olmuş eve gittim. Rahmetli babamın devamlı oturduğu köşeye toprak parçası yığılmıştı. O zaman komşumuz olan Mala Kemalê Zaxê dışında pek kimse kalmamıştı. Mehmet Amca, Çaçan Amca bu dünyadan göçüp gideli yıllar olmuştu. Turgut Amca başka diyarlara göç etmişti. Tahir kim bilir nerede bilmiyorum.

Çocukken adres sormazdık, çünkü çocuklar adres sormazdı.

 

/Kaynak: hbercaldiran.com/

İlginizi çekebilir