Nuri Fırat: Yüzyıl Önce; Kürtlerin ‘İsmail Hakkı Yanılgısı’

Yüz yıl öncesine gidelim; Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından önceki 10-15 yıllık zaman diliminden söz ediyorum. Yani Osmanlı’nın yıkılmasından hemen önceki yıllar…

O dönemki siyasi konjonktürü, ortaya çıkan sonuçları ve bunların Kürtleri etkileme biçimlerini ele alalım. Eminim yüzyıl önce yaşananlar, bugün için epey benzerlikler ortaya koyacaktır ve daha da önemlisi epey ibretlik dersler açığa çıkaracaktır. 

Sultan II. Abdülhamid, 33 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun tahtındaydı. İktidarı boyunca muhaliflerine karşı epey sert bir siyaset izledi. Bu yüzden Abdülhamid dönemi “istibdad” yani baskı dönemi olarak tarif edilir. Bu arada Abdülhamid Erdoğan’ın en önemli tarihi-siyasi figürlerinden biridir, Erdoğan’ın ilham kaynaklarından biri olarak da kabul edilir. 

1908’e gelindiğinde II. Abdülhamid karşıtı cephe İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) adı altında toplanmıştı ve sultan Abdülhamid’i iktidardan indirmişti. Bu cephenin sloganı “hürriyet, uhuvvet, müsavat” (yani özgürlük, kardeşlik, eşitlik) idi. İTC, iktidarı ele geçirmeden önce tüm muhaliflere geniş özgürlükler vaad ediyordu, Osmanlı Meclis-i Mebusanını yeniden açmayı amaçlıyordu vesaire… 1908’de iktidarı ele geçirince gerçekten de Osmanlı Meclisi açılmıştı ve Abdülhamid’in baskısından sürgüne gitmek zorunda kalmış farklı milletlerden pek çok muhalif İstanbul’a dönmüştü. Bunlar arasında Kürtler de yer alıyordu; ilk dönem Kürt milliyetçileri de İstanbul’da özellikle basın ve kültürel faaliyetler konusunda önemli çalışmalara girişmişlerdi. Ancak bütün bu sözüm ona özgürlük ortamı çok sürmedi, ilk birkaç yıl içinde her şey tersine döndü, kısaca gelen gideni fazlasıyla aratmaya başladı. 

Daha fazla detaya girmeden, Kürtleri yakından ilgilendiren yüzyıl önceki örneğimize geçelim ve bakalım neler olup bitmiş. 

Kahramanımız Babanzade İsmail Hakkı Bey… Hakkı Bey’in portresi ve siyasi tutumu hem o dönem için hem de bugün için bize epey şey anlatıyor. 

Babanzade İsmail Hakkı Bey, 19 Aralık 1908 tarihli Kürd Teavün ve Terakkî Gazetesi’nin üçüncü sayısında “Kürdçe Üzerine” başlıklı bir yazı yazmıştı. Hakkı Bey şöyle diyordu: 

“Kürdleri, Lazları, Arnavutları Türkleştirmek ya da Araplaştırmak gibi bir gerek ve düşünce akla gelebilse de, dünya dünya olalı bir halkın dilinin böyle kökünü kurutacak hiçbir yöntem, ne kadar zalimce ve kahredici olursa olsun, henüz keşfedilmemiş olduğundan, böyle bir girişim, anlamsız ve saçma bir şeyle uğraşmaktan başka yarar sağlayamaz. Ne gerek, bilgisizliğin en yoğun döneminde bile Osmanlı İmparatorluğundaki milletlerin hiçbiri varlık ve kimliğini kaybetmedi. Kürdçe, binlerce yıldan beri bu durumuyla sürüp geliyor.” 

Babanzade İsmail Hakkı, bu yazıyı yazdığı dönemde, birkaç ay önce II. Abdülhamid’i iktidardan indirmiş olan İTC Osmanlı’yı yönetiyordu. Dolayısıyla İsmail Hakkı’nın “anlamsız ve saçma” bulduğu bir ihtimali durup dururken yazmadığı açıktır. Söz konusu dönemde bu tür tartışmaların yürütüldüğü ve İsmail Hakkı’nın da bu tartışmaların aktif taraflarından olduğu ileri sürülebilir. Hatta aynı yıl içinde, 1908’de Babanzade İsmail Hakkı’nın da yazarı olduğu İTC’nin gazetesi Tanin’de başyazar sıfatıyla Hüseyin Cahit Yalçın epey Türkçü bir yazı yazmıştı. “Bu memleketi Türkler zapt etti” diyen Yalçın, bu nedenle memleketin hiçbir gayrimüslimin özel menfaatine temel yapılamayacağını, hatta gayrimüslimlerin memlekete olan bağlılıkları konusunda Türkleri kalpten inandırmaları gerektiğini yazıyordu; yani anâsır-ı gayr-i müslimenin Türkleri “muhâleset-i kalbiyelerine” inandırmaları şarttı. “Çünkü” Yalçın’a göre, “ne denirse densin, memlekette ‘millet-i hâkime’ Türklerdir ve Türkler olacaklardır.”

Bu fikirleri neşreden Hüseyin Cahit Yalçın’ın da işaret ettiği istikamette yol alacak olan İTC “hürriyet, uhuvvet, müsavat” (özgürlük, kardeşlik, eşitlik) sloganıyla 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan etmişti. 

İTC, istibdat dönemi olarak nitelediği Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarını sonlandırırken, daha ziyade imparatorluğun merkezi İstanbul’da aktif olan ve Kürt toplumuyla bağları epey zayıf ilk dönem Kürt milliyetçilerinden de destek almıştı. Kürdistan’da toplumun ekseriyeti üzerinde etkili olan geleneksel Kürt önde gelenleri ve Hamidiye Alaylarını oluşturan kesimler ise Abdülhamit’i desteklemeye devam edecekti. Bununla birlikte İTC de II. Abdülhamit gibi Hamidiye Alaylarını özellikle “Ermeni tehlikesi” karşısında değerlendirip kullanmayı tercih edecekti. 

İTC’nin kurucu üyelerinden ikisi, İshak Sukuti ve Abdullah Cevdet Kürt’tür. Yanı sıra İTC, II. Abdülhamit’e karşı muhalefet ettiği dönemlerde ve hatta iktidara geldikten sonraki bir kaç yılda İstanbul’daki Kürt siyasetinde etkili olan bazı Kürt ailelerinin önde gelen isimlerinin de desteğini almıştı. Bu ailelerden biri de Osmanlı’nın 19. yüzyılın başlarında varlığına son verdiği Süleymaniye merkezli Kürt Baban Beyliğinin mirasçılarıydı. 

Bu mirasçılardan biri Babanzâde İsmail Hakkı’dır. Öncelikle İsmail Hakkı’nın iki ayrı portresinden söz etmek lazım. 

Emirliğin varlığına son verilmesinin ardından Baban soyundan gelenlerin çoğunluğu gibi İsmail Hakkı’nın ebeveynleri de Bağdat’a yerleşmişti. İsmail Hakkı da 1876’da Bağdat’ta doğmuş, ilk eğitimini de burada tamamlamıştı. Daha sonra İstanbul’da Mekteb-i Sultani’den (Galatasaray Lisesi) mezun olan İsmail Hakkı, ardından girdiği Mülkiye Mektebi’ni II. Abdülhamit aleyhtarı gösterilere katıldığı gerekçesiyle bırakmak zorunda kalmıştı. Eğitimini Hukuk Mektebi’nde tamamlayan ve çeşitli memurluklarda bulunan İsmail Hakkı, İTC üyesidir ve bu çerçevede bazı görevlerde bulunmuştu. Aralık 1908’de Meclis-i Mebusan’a Bağdat vekili olarak girmiş, 2 Mart 1911’de İttihatçı sadrazam İbrahim Hakkı Paşa hükümetinde Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı) olarak göreve başlamış, ancak 8 Mayıs 1911’de istifa etmişti. Aynı yıl içinde Meclis-i Mebusan’ın feshedilmesi üzerine 1912’de yapılan seçimlerde yeniden Bağdat vekili seçilmişti. Öbür yandan İsmail Hakkı basındaki konumuyla da öne çıkan bir isimdi. Matbuat kurumunun kurucularındandı, İTC’nin yayın organı Tanin gazetesinde yazılar yazıyordu. Bütün bunlarla birlikte İsmail Hakkı’nın, karar süreçlerinde ve yönetim kademelerinde etkili olan İTC’nin çekirdek kadrosunda yer almadığı ve doğrudan etkili olmadığı da kaydediliyor. 

İttihatçı İsmail Hakkı’nın diğer portresi ise Kürt milliyetçiliğiyle ilişkisi çerçevesinde çizilebilir. İTC’deki konumu ve faaliyetleri devam ederken, İsmail Hakkı, aynı zamanda dönemin Kürt milliyetçi çevreleriyle de sıkı ilişki içinde olmuştu. Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti’ne destek verdiği kaydedilen İsmail Hakkı, cemiyetin yayın organı olan aynı adlı gazetede yazılar da yazıyordu, ki bir bölümünü aktardığım yazı da bunlardan biriydi. İTC’nin baskısıyla kapatılan bu gazeteden sonra yayına başlayan Rojî Kurd’da da yazmaya devam etmişti. 

İsmail Hakkı hakkında bugünden geriye doğru yazan bazı isimlerin üzerinde durduğu önemli bir soru var: İsmail Hakkı, Türkçü İTC ile neden yola devam ediyordu ya da nasıl oluyordu da biraz önce anlattığım bu iki portreye aynı zamanda sahip olabiliyordu? Yani nasıl oluyordu da hem Türkçü İttihatçılarla hem de Kürt milliyetçileriyle birlikte hareket edebiliyordu?

Bu önemli soruyu yanıtlamak için muhtemelen iki hususun altını çizmek gerekecektir. İsmail Hakkı aktardığım yazısında da anlaşılacağı üzere, diğer milletleri asimile etme hedefine sahip Türkçülük siyasetinin gayet farkındadır. Bu siyaseti de elbette üyesi olduğu İTC ve etrafındaki kalemşörleri bir süreden beri çok daha ateşli biçimde savunmaya başlamıştı. 

Ancak bununla birlikte İsmail Hakkı’nın yazıyı yazdığı 1908 itibarıyla Osmanlıcılık da temel bir görüş ve siyaset olarak savunuluyordu ve hatta görünürdeki egemen görüş buydu. Haliyle İsmail Hakkı’nın bu yazıyı yazdığı dönemde Türkçülük siyasetinin tamamen egemen veya görünür hale geldiğini söylemek zordur. Muhtemelen Meşrutiyet’ten sonra artık dışa da yansıyan Türkçülüğe dair tartışmalar ve arayışlara karşı, İsmail Hakkı’nın bu yazısıyla, Osmanlıcı kanadın bir savunucusu olarak yanıt verdiği belirtilebilir. Kaldı ki, İTC’nin karar mercilerinde belirleyici olan çekirdek kadronun içinde yer almayan İsmail Hakkı, çok da uzun yaşamadı; daha 37 yaşındayken, 1913’te yaşamını yitirmişti. Yani İTC’nin Türkçü siyasetinin tam hakim hale gelmeye başladığı dönemde yaşamını yitirmişti.

Bir diğer önemli husus da, İsmail Hakkı’nın portresiyle de uyumlu olan dönemin Kürt milliyetçilerinin tutumudur. Söz konusu dönemde İstanbul’da kümelenen ve örneğin Garo Sasuni’ye göre, her ne kadar II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Kürtlüklerini hatırladıysalar da “memur zihniyeti” ile hareket eden, öncelikle devlet içindeki pozisyonlarını ve kişisel çıkarlarını gözeten Kürt önde gelenlerinden söz edilebilir. Daha sonraları Kamûran Alî Bedirxan bunlar için şöyle diyecekti: “Onların bir ayakları Kürt tarafında, diğer ayaklarıysa Osmanlı ve Müslüman tarafında yer alıyordu. Devlette bakan olmak istiyorlardı.” Haliyle erken dönem Kürt milliyetçileri hakkında Kürdolog Martin van Bruinessen’in şu tespitleri de gayet makul duruyor: “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (ve hatta Hevi) gibi örgütler bir kitle hareketine önderlik etmediler hatta edemezlerdi de. Onlar için politika bir salon efendisi oyunuydu.” 

  1. Meşrutiyet’in ardından İTC’nin iktidarda olduğu ve Türkçülüğün giderek devlet siyasetine dönüştüğü dönemde, politik içerikli Kürt milliyetçiliğini önceleyen isimler epey azdır. Aksine çoğunluk, Babanzâde İsmail Hakkı’nın da dahil olduğu, “Osmanlıcılık çatısı altında Kürtçülük” diyebileceğimiz görüşü savunanlardan oluşuyordu. Bu noktada Djene Bajalan’ın şu tespitlerini paylaşmak isterim: 

“1914 öncesindeki Kürt yayın ve cemiyetlerinin söylemleri incelenirse, açıkça görülecektir ki ayrı bir Kürt devletinin kurulması savunulmamıştır. Bu, Jön Kürtlerin milliyetçi olmadığı ya da apolitik oldukları anlamına gelmiyor. …Jön Kürt hareketinin ikinci boyutu, Osmanlı İmparatorluğu’na sadece bir imparatorluk ya da hanedanlık olduğundan dolayı değil, bir vatan ve millet olduğundan dolayı duydukları bağlılıklarıdır. 

“Bundan hareketle 1914 öncesindeki Kürt hareketini milliyetçi olarak tanımlamakta tereddüt ettim. Elbette ki bazı açılardan onları ‘kültürel’ milliyetçiler ya da milliyetçilik yanlısı olarak görebiliriz.” 

Bu arada ilginçtir, her ne kadar Bajalan “sadece Birinci Dünya Savaşı sonrası Jön Kürtler siyasal bir anlamda ‘milliyetçi’ oldu” tespitinde bulunmuşsa da, ki bence de böyledir, bu yeni dönem milliyetçiliğinin de örneğin tamamen bağımsız bir devlet fikrini içermesi veya savunması anlamında siyasal olduğunu ileri sürmek zordur. Bununla birlikte siyasal arzuları çok daha belirgin hale gelmiş olan Kürt milliyetçilerinin çoğunluğu, Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’nda yenildiği ve dağıldığı halde hala Osmanlıcılık ve otonom Kürdistan fikrini ileri sürüyordu ve Mustafa Kemal’in yeni Türkiye’yi kurarken Kürtlerden destek almasının bir nedeni de bu tür fikir sahipleriydi. (Ve elbette burada anlatmayı gerekli görmediğim çok daha önemli başka sebepler de vardı.) 

Bu çerçevede ele alındığında Babanzâde İsmail Hakkı’nın hem İTC hem de Kürt çevrelerindeki konumunun anlaşılabileceği belirtilebilir. Nitekim İsmail Hakkı’nın aktardığım Kürd Teavün ve Terakki gazetesindeki yazısı, hem gazetenin sahibi olan cemiyetin görüşleriyle hem de dönemin hakim siyasetiyle uyumludur. 

Kürt Teavün ve Terakkî Cemiyeti ile cemiyetin aynı adlı gazetesi II. Abdülhamit iktidarını diktatörlük dönemi olarak nitelemiş, Kürtlere yönelik baskı ve zorbalıklarına dikkat çekmiş ve Meşrutiyet döneminin Kürtler için de özgürlük getireceğine inanmıştı. 5 Aralık 1908’de yayına başlayan Kürd Teavün ve Terakki gazetesi, cemiyetin siyasetine uygun olarak, “meşrutiyet ve özgürlük çerçevesi içinde Osmanlı Devletinin birliği” ve “devletin sınırları içinde Kürdlerin ve Kürdistan’ın özgürlüğü” çerçevesinde yayın yapmıştı. Gazetenin ilk sayısında yayımlanan cemiyetin bildirisinde de halkların eşitliği (“bir halkın diğer bir halk üzerinde ayrıcalığının olmaması”) ve bir tür adem-i merkeziyetçiliği ifade eden “Osmanlı illerine daha fazla yetki verilmesi” talepleri dillendirilmişti.

Babanzâde İsmail Hakkı’nın gazetenin ilk sayısında yayımlanan “Kürdler ve Kürdistan” başlıklı yazısı da hem İTC’deki konumunu hem de Kürd Teavün ve Terraki cemiyetiyle ilişkisini göstermesi bakımından dikkate değerdir. İsmail Hakkı, Kürtlerin önce Müslüman, sonra Osmanlı ve  “üçüncü derecede de Kürd” kimliğine sahip olduğunu belirttikten sonra şöyle yazmıştı:

“Kürd hala Kürddür; milliyetini, biçim ve dış görünüşünü, maddî ve manevî kimliğini zerre kadar değiştirmemiştir. Bununla birlikte, Osmanlılığa da sağlam bir birlik bağıyla bağlı kalmıştır. Dünyada hiç bir güç düşünülemez ki, Kürdlük ile Osmanlılık arasındaki bu eski bağdaşmayı, bu doğruluk ve dürüstlük bağını yok etmeyi başarsın. Osmanlılık Kürdlüğü ve Kürdlük de karşılıklı olarak Osmanlılığı içermiş, bu iki sözcüğün içeriği mutlak olarak iç içe geçmiştir. Allah saklasın, Osmanlılık ortadan kalksa, Kürdlükten de eser kalmaz; Allah göstermesin, Kürdlük ortadan kalksa ve adı sanı belirsiz bir duruma gelse, Osmanlılık da zayıf ve perişan olur.”

Temmuz 1913’te yayımlanan Rojî Kurd gazetesinin 2. sayısında “Müslümanlık ve Kürtlük” başlıklı yazısıyla bu kez karşımıza çıkan Babanzâde İsmail Hakkı, Batı medeniyeti karşısında İslam medeniyetinin yeniden ayağa kaldırılması için eğitim ve dolayısıyla dile olan ihtiyacı yazıyordu. Bu çerçevede Kürtlerin de dillerini öğrenmeleri ve geliştirmeleri gerektiğini belirten İsmail Hakkı, elbette buna bir sınır da çiziyordu. Buna göre, tırnak içinde, “dili yazılı hâle getirmek hiçbir zaman Avrupalıların ‘nasyonalite’ dedikleri kavmiyet fikrini desteklemek değildir. Kavmiyet fikrini gütmek zaten şeriatça yasaklanmıştır. Dili kavmiyette, bununla beraber İslamiyet’te bölünme meydana getirmek için değil ortak bir his, ortak bir milleti kapsayan İslamiyet’i yükseltmek için öğretmeliyiz. İslamiyet ne kadar çok dil ile korunur, savunulur, yayılır ve genelleşirse o kadar gelişir. O hâlde Kürtlerin, -diğer İslam kavimlerinin olduğu gibi- programı şudur: Önce İslam sonra Kürt.”

Tam da burada en başa dönüp İsmail Hakkı’nın asimilasyonu gereksiz ve saçma bulduğuna dair aktardığım yazısına tekrar gelmek isterim. Kürd Teavün ve Terakki gazetesinin 3. sayısında yayımlanan “Kürdçe Üzerine” başlıklı bu yazısında, aktardığım bölümden hemen önceki paragrafta, İsmail Hakkı, asimilasyonun gereksizliğini ve her kavmin dilini kullanmasının önemini tam da Osmanlıcılık-İslamcılık fikri dolayısıyla önemsemişti. İsmail Hakkı, eğitimin ve dolayısıyla yazılı dilin örneğin Araplar ve Türklerde olduğu gibi gelişmesinin önemli olduğunu ve fakat Arnavutlar, Çerkezler, Lazlar gibi Kürtlerin bundan yoksun olduklarını belirterek, şöyle yazmıştı: 

“Kürdler, Arnavudlar vesaire ne kadar alt düzeyde, ne kadar dilsiz, edebiyatsız, tekniksiz, eğitimsiz kalırlarsa, Osmanlı Devleti de o oranda acıya uğrar. Güç ve otorite, eğitimdedir. Eğitim ise dile bağlıdır. Osmanlılığın en önemli bir direğini oluşturan Kürd halkı böyle paslı ve çürük kalırsa, üzerine yaslanan Osmanlılık da, Allah korusun, yıkılır.” 

Anlaşılacağı üzere, “ortak bir millet” tahayyülü olarak İslam birliğini ve bunun siyasetteki karşılığı olarak da Osmanlılığı kasteden, haliyle Batılı “nasyonalite” anlamında Kürt milliyetçiliğine kapıları kapatan İsmail Hakkı, Kürtlerin dil haklarını ve hatta otonom varlıklarını da bu çizdiği sınır dahilinde değerlendiriyordu. 

Kürtlere ve Osmanlılık-İslam birliği hakkındaki bu düşünceleri İsmail Hakkı’nın İTC’nin Tanin gazetesindeki görüşleriyle de uyumludur. Dolayısıyla kavmiyet fikri olarak Kürtlüğe karşı çıktığı gibi Türklüğe de karşı çıkan İsmail Hakkı’ya göre, bu nedenle İTC Osmanlılıktan Türkleştirmeyi anlıyorsa bu granit taşını iğne ile delmeye çalışmak gibi olacaktır. İsmail Hakkı’nın Kürtlerin asimile edilmesine karşı çıkması da bu nedenledir. Bununla birlikte “Türkçeyi kaldırırsak hangi unsur vardır ki diğer unsurun lisanını lisan-ı resmî olarak telakki etsin?” sözleriyle de Türkçenin resmi dil olmasını doğal karşılayan ve hatta savunan İsmail Hakkı, Osmanlılaştırmayı şöyle izah ediyordu: 

“Osmanlı Devleti’nin bütün fertlerine bir Osmanlı kalbi vermek, ortak bir vatan üzerinde yaşayan fertlerin vatana olan borcunu aynı şekilde ödemesi ve dış dünyaya karşı bu birlikteliğin korunmasıdır.” 

1911’e gelindiğinde İsmail Hakkı’nın da üyesi olduğu Meclis-i Mebusan’ın başkanı Halil Bey ise, imkânsızlığı bir yana İTC’nin zaten Türleştirme siyasetine sahip olmadığını, aksine böyle bir siyaseti memleket için kötülük ve tehlike addettiğini ileri sürüyordu.

İsmail Hakkı, ateşli biçimde Osmanlılık idealiyle İTC çevrelerinde etkili olmaya çalışırken ve Halil Bey de Türkçülük yapıldığına dair eleştirilerin aksini ileri sürmekle uğraşırken, İTC, Türkçü milliyetçi siyasetini başlatmıştı. Bundan en başta da İsmail Hakkı’nın yazı yazdığı Kürt gazetesi kapatılarak nasibini almıştı. Daha da önemlisi Kürtlerin sonraki yüzyılını epey dramatik hale getirecek olan bu Türkçülük de birden bire peydahlanmamıştı, İTC’den önce tohumları atılmıştı. 

Şimdi de Babanzâde İsmail Hakkı’nın imkansız diye addettiği Türkçülük uygulamalarının İTC eliyle Kürtlere karşı nasıl uygulandığına dair kısa bir özet sunmaya çalışacağım; ki neredeyse her millet Türklerden ayrılıp kendi hakları için mücadeleye girişirken, üstelik Osmanlı da yıkıldı yıkılacakken, buna rağmen Osmanlılık fikrini, din kardeşliği siyasetini Kürt milletinin menfaatlerinden daha önemli gören söz konusu dönemin Kürt milliyetçilerinin nasıl bir tarihsel yanılgıya sahip olduklarını ve çok değil, hemen o dönemde ne tür felaketlerle karşılaştıklarını ve bunu dahi öngörmekten aciz olduklarını anlayabilelim… 

1912’deki Balkan yenilgisinin ardından Enver ve Talat paşaların liderliğindeki İTC’li kadrolar 1913’te darbe yapmış ve muhalefetin tamamen etkisizleştiği bir İTC dönemi başlamıştı. Bazı araştırmacılara göre, İTC bu yenilgiyi savaştan önce zaten kabullenmişti ve hatta ortaya çıkacak yenilgi üzerinden tüm ipleri eline alarak iktidarını sağlamlaştırmak gibi planlara bile sahipti. En önemli plan, elde kalan topraklarda, soykırımcı Talat Paşa’nın ifadesiyle bir kale olan Anadolu’da daha güçlü savunulabilecek, Türkleştirilmiş ve kalıcılaştırılabilecek bir Türk devletinin korunması veya inşasıydı. Ancak hem bu darbeden önce hem de darbeden sonra İTC’nin bu Türkçü emellerini gerçekleştirebilmelerinin önündeki önemli engellerden biri Türk olmayan Müslüman Kürtlerdi. 

Babanzâde İsmail Hakkı örneğinde olduğu gibi erken dönem Kürt milliyetçileri Osmanlılık fikri etrafında Müslüman Kürtlerle Müslüman Türklerin kader birliğine iman etmeye devam ederken, İTC iktidara geldikten kısa süre sonra başkent İstanbul’daki Kürt kurum ve yayınlarına yönelik baskılara başlamıştı. 

İTC, İsmail Hakkı’nın yazı yazdığı gazeteyi (ki iki ayda sadece 9 sayı yayın yapabilmişti) ve gazetenin bağlı olduğu Kürd Teavün Terakki Cemiyeti’ni 1909’da kapattı. Yanı sıra Nuri Dersimî’nin aktardığına göre, Kürt Maarif Neşriyat Cemiyeti ve cemiyetin kurduğu Kürtçe okulu da kapatılmıştı. Naci Kutlay da 31 Mart Vakası olarak da bilinen 1909’daki olayların ardından İTC’nin yaptığı işlerden birinin de Türk olmayanların haklarında kısıtlamalara gitmek olduğuna dikkat çekiyor ve şunları aktarıyor: “31 Mart Olayı’nın ardından, İstanbul’daki Kürt okulu, Kürt gazeteleri ve Kürt Klüpleri baskı gördüler ve kapatıldılar. [Bu nedenle] birçok Kürt yurtseveri yeniden ülke dışına kaçtılar.” 1909’da çıkarılan Cemiyetler Kanunu da millet veya ırk adını taşıyan cemiyetlerin kurulmasını zorlaştırmıştı. 

1912’de Kürt Talebe Hêvî Cemiyeti kurulmuş ve cemiyetin Rojî Kurd adlı dergisi de bir yıl sonra yayına başlamıştı, ki İsmail Hakkı burada da yazılar yazmıştı. Aynı yıl içinde bu dergi İTC hükümeti tarafından kapatılınca yerine Hetawî Kurd dergisi yayına başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı başlayınca cemiyetin ve derginin birçok kadrosu cepheye gönderilmiş ve böylece bu kurumlar da fiilen kapanmıştı. 

Ayrıca İTC’nin 1913’teki darbesi sonrasında, Hamit Bozarslan’ın ifadeleriyle, “Osmanlı liberalizminin simge simalarından Prens Sabahattin ve Şerif Paşa sürgüne yollanmıştır.” Sadece bu isimler değil elbette, pek çok başka kişi de sürgün edilmişti, ki bunlar arasında bazı önemli erken dönem Kürt milliyetçileri de, örneğin Bedirxan Ailesine mensup bazı isimler de yer alıyordu. Bu arada Ocak 1913’teki Babı Ali darbesinin hedefi olan “liberallerin” oluşturduğu Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile ilişkileri bulunan Şerif Paşa, Osmanlı sonrası bölgenin yeniden siyasi dizaynında Kürtlerin de hak elde etmeleri için girişimlerde bulunmuştu. Sürgünden sonra da İTC’nin Şerif Paşa’ya yönelik çeşitli başarısız suikast girişimleri söz konusu olmuştu. 

  1. Abdülhamit’in “istibdat rejimine” karşı kendisine destek vermiş ve umut bağlamış İstanbul’daki erken dönem Kürt milliyetçilerine bu tür muameleleri reva gören İTC, öbür yandan Kürdistan’da da boş durmuyordu. İki önemli vaka bu açıdan dikkate değerdir. 

Esasında İTC’nin iktidarı döneminde yerel ölçekli Kürt aşiretlerinin pek çok isyanından söz edilir. Bunların çoğunlukla ağırlaştırılan vergilere, askeri şartlara, kısıtlanan özerkliklerine ve hatta Halife Sultan II. Abdülhamit’in iktidardan indirilmesine gösterilen tepkilerden kaynaklandığı belirtilir. Bu isyanların dikkat çekenlerinden biri Barzan bölgesini kontrol eden Şeyh Abdusselam Barzani liderliğindekidir. 

Mesud Barzani’ye göre, Barzan Aşiretinin Osmanlı ile gerilimleri İTC’den önceye, II. Abdülhamit dönemine uzanır. Molla Mustafa Barzani’nin babası ve Mesud Barzani’nin dedesi olan, “zühd ve takvasıyla ünlü” ve Barzan tekkesini “komşu aşiretlerden mazlumların sığınağı” haline getiren Şeyh Muhammed, bu özelliklerinden dolayı II. Abdülhamit’e şikayet edilmiş ve bunun üzerine “Türkiye Kürdistanı’nda Bitlis kentine sürgün” edilmişti. Burada bir sene hapis yattıktan sonra Barzan’a geri dönen Şeyh Muhammed 1903’te vefat etmişti. Bunun üzerine yönetimi oğlu Şeyh Abdusselam devralmıştı. 

Mesud Barzani, Şeyh Abdusselam’ın “Osmanlı zulmünden kurtulmanın yollarını” aradığını aktarıyor. Bu nedenle Şeyh Abdusselam, Osmanlı’ya Kürt bölgelerinde Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi, eğitimin Kürtçe yapılması, Kürtçeyi iyi bilen memurların atanması, şeriata uygun kararların verilmesi ve yeni vergi sisteminin değiştirilmesini içeren beş maddelik bir talep listesini sunmuştu. Osmanlı’nın Şeyh Abdusselam’a yanıtı, üzerine ordu göndermek olunca 1907’de çatışmalar yaşanmış ve Şeyhin güçleri yenilmişti. 

Bu arada İTC, Osmanlı yönetimini II. Abdülhamit’ten devralmıştı ve fakat Barzaniler ile Osmanlılar arasındaki gerilimler devam etmişti. Bu gerilimler neticesinde 1914’te yeniden çatışmalı duruma gelen Abdusselam Barzani ve korumaları tutuklanmıştı. İTC yönetimi dönemin Musul Mutasarrıfı Süleyman Nazif Paşa’nın eliyle göstermelik bir yargılamanın ardından Abdusselam Barzani ve korumalarını idam etmişti. Elbette manevi kişiliğinin yaşatılmaması ve Kürtler arasındaki etkisinin kırılması için İTC yönetiminin paşası Süleyman Nazif, Şeyh Abdusselam Barzani’nin mezar yerini gizlemişti ve hala da bilinmiyor. Bu da Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Türkiye’sinin Şeyh Said, Seyid Abdulkadir, Cibranlı Halit ve Seyyid Rıza’nın cenazelerine yaptığı muamelenin hangi akıldan beslendiğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. 

Bu arada Süleyman Nazif’in aslen Diyarbakır Kürtlerinden olan ve hatta Babanzâde İsmail Hakkı ile aynı dönemlerde Kürd Teavün ve Terakki gazetesinde yazılar da yazan İTC’li olduğunu da aktarmalıyım. 

İTC zamanında öne çıkan bir diğer isyan da 1913’te Bitlis’te yaşanmıştı. Osmanlı’nın resmi iddialarına göre, isyan pek çok Kürt kentini kontrol eden Ruslar tarafından çıkarılmış ve böylece Ruslar güdümlü bir Kürt oluşumunu teşvik etmişti. Bunun aksine ise, İTC zamanındaki vergi sistemi, daha fazla merkezileşmeye dair siyasetin dayatılması, Abdurrezak Bedirxan gibi bazı Kürt milliyetçilerinin bağımsızlık yanlısı çabaları ve hatta 1912’de yapılan mebus seçimlerinde İTC’nin hile yapması gibi faktörlerin çok daha belirleyici olduğu belirtilir. İTC’nin tepkileri bastırmak için askeri güç yollaması üzerine çatışmalar yaşanmış ve nihayetinde Bitlis-Siirt yöresinin önde gelen pek çok ismi yakalanarak idam edilmişti. Mehmet Emin Bozarslan’ın döneme dair değerlendirmesi oldukça çarpıcıdır: 

“Ne var ki kısa süre sonra, Abdülhamid’in diktatörlüğünün yerine Osmanlı İttihad ve Terakkî Partisi’nin zalim diktatörlüğü kuruldu. O parti diğer halklara da, Kürd halkına da kan kusturdu. O partinin başındaki üç paşa, yani Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa öylesine sert ve kanlı bir diktatörlük kurdular ki egemenlik altındaki ezilen halklar da, özgürlükçü Türklerin kendileri de Abdülhamid rejimini yedi kez özlediler. Abdülhamid, 33 yıl süren padişahlığı döneminde Kürdistan’da hiç kimseyi siyasal nedenlerden ötürü idam etmemişti. Ama Osmanlı İttihad ve Terakkî Partisi’in hükümeti, 1913 yılında yalnızca Bitlis kentinde üç gece art arda sehpalar kurdu ve 18 seçkin Kürdü idam etti.” 

Ceberut İTC’nin Kürtlere yönelik siyaseti ve uygulamaları bunlarla sınırlı değildi. Bahsettiğim gibi özellikle 1912’deki Balkan yenilgisi sonrasında tamamen Anadolu’ya çekilmeye karar vermiş olan ve Anadolu’yu da Türk yurdu olarak yeniden kurgulamayı planlayan İTC’nin, Kürtlerle baş edebilmek için yapacağı çok daha esaslı bir şey vardı. Bu da Kürtlerin Türkleştirilmesi işiydi. 

Fuat Dündar ve Naci Kutlay gibi araştırmacıların da dikkat çektiği üzere, İTC esasen Türkçülük siyasetini hakim kılmaya çalışırken, öbür yandan Osmanlılık da tedavülde tutulmaya devam ediliyordu. Bu ikiyüzlü siyaset; bir yandan esas niyetin “Türk yurdu” olarak tarif edilen elde kalmış topraklarda Türkçülükle hâkim kılınmasını, öbür yandan ise Osmanlılıkla bu topraklarda var olan Türk olmayan Müslüman milletlerle baş edilmesini ifade ediyordu. Baş etmenin bir yolu Türk olmayan bu Müslüman milletlerin elde kalan toprakların korunması ve savunulması için seferber edilmesi iken, diğer esas amaç ise bunların Türklük önünde engel olmaktan çıkarılmasıydı. Muhtemelen bu siyaset için en öne çıkan millet Kürtlerdi. 

1927’de kurulan ve Ağrı İsyanına öncülük eden Kürt Xoybûn Cemiyeti’nin 1930’da Kahire’de Doktor Bletch Chirguh adıyla yayımlanan ve aslında Süreyya Bedirxan tarafından yazıldığı kaydedilen broşüründe yer alan şu tespitler dikkat çekicidir: 

“Genç Türkler [Jön-Türkler] İran, Türkistan ve Azerbaycan yönünde genişleyerek Turancı bir imparatorluk yaratmak istiyorlardı. Fakat Ermeniler, Kürtler ve Persler onların bu yolunu kapatıyordu. Türkler Ermenileri yok etmeye, Kürtleri asimile etmeye ve emperyalist projelerindeki bu iki engel ortadan kalktıktan sonra, Perslere karşı koyabilme araçlarını incelemeye karar verdiler. İmparatorluğun Türk olmayan diğer ırklarına yer ayrılmamıştı fakat proje asimile edilebilenlerin asimilasyonunu, diğerlerinin ise yok edilmesini gerektiriyordu. Genç Türkler tarafından kurulan bu milliyetçi politik savununun çok fazla zamana veya tüm Türkler tarafından benimsenmesi için büyük zorluklarla ve zıtlıklarla mücadele edilmesine ihtiyacı yoktu. 

“Asimile etmek için Türklerin ilk sırada tuttukları millet Kürtlerdi. Bunun nedeni ise Kürtlerin, Türk egemenliği altına alındıktan sonra kör cehalete itilmiş, geneli Müslüman, büyük bir millet olmasıydı. Kürtlerin büyük bir bölümünün dini inancının Türklerle özdeş olması, Kürt kentlerinde büyük zorluklarla karşılaşmadan projelerini başarmaları konusunda Türklere çok umut vermişti.”

Xoybûn’un bu broşüründe II. Abdülhamit, İttihatçılar ve son olarak Mustafa Kemal tarafından her defasında Kürtlere karşı devreye konulan ve bence hala da devam ettirilen “din kardeşliği” siyasetine pek çok kere dikkat çekilirken; esas amacın, belirtildiği üzere, asimilasyon veya Kürtlerin Türklüğe ikame edilmesi olduğu açıktır. 

Nitekim Fuat Dündar’ın aktardığı gibi, soykırımcı üç paşadan biri olan “İttihatçıların tartışılmaz lideri Talat Paşa [da], “Vramian adlı bir Ermeni aydınına Kürtleri asimile etme projesinden bahsetmekteydi.” Dündar’ın aktardığına göre 1908-1912 döneminde Erzurum mebusu olan Armen Garo (Karekin Pastırmacıyan) Talat Paşa’ya şu yanıtı vermişti: 

“Neyle? Hangi kültür ile? Tarihinizi bilmiş olsaydınız bu saçma açıklamada bulunmazdınız. Topraklarımızda 500-600 seneden beri olduğunuzu unutmayınız ve sizden önce de birçok millet bu topraklardan geçti: Farslılar, Romalılar, Araplar, Bizanslılar. Eğer bunlar Kürtleri asimile edemediyseler, siz nasıl edeceksiniz?”

Tarihsel bir hakikatin dile gelmesi gibi görünse de Ermeni vekilin bu sözlerinin söz konusu dönemde yaşanacakların pek de farkında olmamak gibi korkunç bir öngörüsüzlüğü barındırdığı açıktır. Nihayetinde çok değil, birkaç yıl sonra Talat Paşa’nın liderliğindeki İTC Ermeni tehcirini ve soykırımını gerçekleştirecekti ve akabinde bir de Kürtleri tehcir etme planını devreye koyacaktı. Ancak daha da önemlisi Kürtlerin nasıl asimile edilebileceğine dair tartışmalar ve planlar zaten yapılmaktaydı. Haliyle Ermeni vekilin “Neyle?” sorusunun çok da önemi yoktu; siyasi bir planın olup olmamasının ve bunun nasıl hayata geçirileceğinin esasında önemi vardı. Burada Osmanlılık ve Türklük mevzusunda zaten yürütülmekte olan tartışmalar epey kritik sonuçlar üretecekti. 

Bu çerçevede sadece birkaç husustan söz etmek yeterli olacaktır. Birincisi, İttihatçıların Anadolu’yu Türkleştirme planının Kürtlerin ilgilendiren en önemli ayağı ve bunun çerçevesinde hayata geçirilen uygulaması tehcir oldu. İttihatçılar, üstelik kaybedecekleri açık olan Birinci Dünya Savaşı devam ederken bile Anadolu’nun Türkleştirilmesi hedefinden taviz vermiyorlardı ve daha sonra Mustafa Kemal’e nasip olacak olan planın başarısı için ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlardı. Bu çerçevede, burada ayrıntılarına girmeyeceğim, Kürt tehcirini gerçekleştirdiler. 1916’nın kış aylarında özellikle Bitlis, Erzurum, Ağrı, Van, Muş gibi kuzey Kürdistan kentlerinden yüzbinlerce insan, görünürde Rus tehlikesi nedeniyle olsa da, esasında planlı bir şekilde yerlerinden yurtlarından edildi. Ermeni katliamı ve tehcirinden sadece bir yıl sonra gerçekleştirilen bu tehcir, pek bilinip tartışılmasa da, epey dramatiktir. 

1918’de Jin dergisinin 11. Sayısında Abdurrahim Rahmi imzasıyla yayımlanan “Kürd Mühacirlerinden Ne Kalmış” başlıklı yazıda sadece Erzurum, Bitlis ve Van illerinden Adana, Ankara, Halep, Bursa, Diyarbakır, Suriye, Sivas, Kastamonu, Konya, Harput, Musul, Urfa, İzmit, Eskişehir, Bolu, Samsun, Balıkesir, Kayseri, Niğde ve Maraş’a göç etmek zorunda kalanların toplam sayısı 418 bin 504 olarak aktarılıyordu.

Celadet Alî Bedirxan, 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta bu sayıyı 650 bin olarak veriyordu ve bugün pek çok kaynağa göre bu rakam en az 750 bindi. 

Elbette bu tehcir koşullarında sözü edilen insanların büyük bir kısmı açlık, sefalet, zorlu mevsim ve savaş koşullarından dolayı yaşamını yitirdi. Geriye kalanlara yönelik ise İttihatçıların planlı bir siyaseti vardı, ki bu siyaset Cumhuriyet döneminde de esas alındı ve bana göre hala da bir şekilde devlet aklı olarak Kürtlere karşı yürürlükte tutuluyor. Peki, neydi bu plan?

İlk kez Celadet Ali Bedirxan’ın Mustafa Kemal’e yazdığı mektuptan öğrendiğimize göre, İttihatçılar, esas olarak “Ruslar gelecek ve sizleri öldürecek, Ermenilerin intikamını alacak” propagandasıyla kuzey Kürdistan’ı adeta boşalttı, ki bu propagandanın bir gerçeklik payı taşıdığını da eklemek lazım. Ancak İttihatçıların niyeti kötüydü. Ruslar, zaten onların Kürtler için hazırladığı planı kolaylaştırmıştı, savaş koşullarında bu kadar insanı yerinden yurdundan etmek zordu, Rus tehdidi söz konusu olunca bir bakıma bu iş kendiliğinden başarılmıştı. 

Ancak Ruslar 1917’de savaştan çekilmelerine rağmen Kürdistan’ın kuzey kentlerinden göçe zorlanan insanların, elbette hayatta kalabilmeyi başaranların geri dönüşlerine izin verilmemişti. Çünkü İttihatçılar, Türk yurdu yapmak istedikleri Anadolu ve Kuzey Kürdistan’ı Kürtlerden bir şekilde arındırmak istiyorlardı. Bunun en önemli yolu da katliam ve bastırmayla birlikte, belki de daha da önemlisi asimilasyon siyasetiydi. Söz konusu dönemde kendisi Kürt olduğu halde Türkçülüğün ideoloğu olan Ziya Gökalp’in yol göstermesi ve öncülüğünde İttihatçılar Kürtleri nasıl asimile edeceklerine dair epey faaliyet yürütmüşlerdi, Kürt aşiretleri hakkında bilgiler toplamışlardı, Kürt dili ve kültürünün nasıl Türkleştirilebileceğine dair yol ve yöntemler üzerine kafa yormuşlardı. Bütün bu hususlarda epey nitelikli çalışmalar da yapıldı, yayınlandı, bu yüzden detaylarına girmeyeceğim. 

Asimilasyon siyasetinin temel araçlarından biri de iskan siyasetiydi. Celadet Ali Bedirxan’ın mektubundan ilk kez öğrendiğimiz üzere, İttihatçılar Rus tehdidi nedeniyle yurtlarını terk etmek zorunda kalan Kürtlerin kesinlikle geri gönderilmemelerini, Batı illerinde Türk nüfusun içinde oranları yüzde 5’i geçmeyecek şekilde dağıtılmalarını ve böylece zaman içinde Türkleştirilmelerini istiyorlardı, bunu planlamışlardı. Nitekim savaş bittikten sonra hayatta kalabilen on binlerce kişi geri dönemedi, söz konusu plan dahilinde Türkleştirilmek üzere Türk nüfusun yoğun olduğu illere dağıtıldılar. Bugün örneğin İç Anadolu’daki Kürtlerin önemli bir kısmı bu dönemden kalan Kürtlerdir. Elbette bugün bunların ne derece Türkleşip Türkleşemedikleri ayrı bir tartışma konusu, ancak İttihatçıların yenildikleri savaşa rağmen ne derece planlı bir kötülükle hareket ettiklerinin anlaşılması açısından bu siyaset önemli. Tabi bu koşullarda geriye kalan Kürtlerin önemli bir kısmı ise bu kötü niyetli din kardeşleriyle birlikte hareket etmeyi tercih etmişlerdi. Bu da tarihsel bir ironidir. 

Bir yandan Kürt kurumlarını kapatan ve Kürtlerin yerel de olsa hak ve taleplerini isyan addederek kanlı biçimde bastıran, Kürt ileri gelenlerini darağacında sallandıran İttihatçılar, öbür yandan Anadolu ve Kuzey Kürdistan’ı Türk yurdu yapmak için asimilasyonu ilk kez sistematik biçimde planlamış ve bunun başarılması için önemli uygulamalara da imza atmışlardı. Sözünü ettiğim 1916 tarihli Kürt tehciri ve bununla birlikte hayata geçirilmeye çalışılan iskan planı bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu arada Kürtlerin Türk nüfus içinde oranları yüzde 5’i geçmeyecek biçimde dağıtılarak Türkleştirilmesi siyaseti, Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet tarafından da olduğu gibi benimsenmiş ve çeşitli kereler hayata geçirilmeye çalışılmıştı. 

Kürtlerin Türkleştirilmesi çabasının bir diğer sonucu da Kürtlerin Türk ilan edilmesidir. Hatta denebilir ki, Kürtlerin aslında Türk kökenli olduğuna dair ilk iddialar ve sözüm ona esas kaynak İttihatçılar tarafından ortaya atıldı, ki bir kaynak daha sonra Cumhuriyet’in amentüsü haline gelmesi bakımından ibretliktir. İttihatçılar tarafından 1918’de “Kürdler” adında bir kitap yayımlandı, kitabın yazarı olarak Doktor Friç görünüyordu. 

Gerçekte böyle bir yazar yoktu, kitap da İttihatçılar tarafından yazılmış bir sahtekarlık ürünüydü. Ancak bunun çok da önemi yoktu, önemli olan Kürtlerin Türklüğünün ilan edilmesi ve bunun zorla da olsa kabul ettirilmesiydi. İttihatçılar Birinci Dünya Savaşında yenildikleri için bunu başaramadılar, ancak onların mirasını devralan İttihatçı Mustafa Kemal ve kadroları Cumhuriyeti kurarak bu sahtekarlık ürünü iddiayı resmi teze çevirdiler ve Kürtlere her türlü zulmü yaptılar. 

Sonuç olarak; 1900’lerin başında, Babanzâde İsmail Hakkı örneğiyle anlatmaya çalıştığım Kürt milliyetçileri Osmanlılık fikrine bel bağlayarak din kardeşliğini Kürt kimliklerinden daha öncelikli kabul ederken ve Türkçülük fikrini pek naif biçimde imkânsız görürken, Türk kardeşleri yeni bir Türk yurdunu ve Türkçülük fikrini hayata geçirmek için yola çıkmışlardı bile. Üstelik bu yolda epey kanlı icraatları da olmuştu, ancak Kürt milliyetçileri için kardeşlik bakiydi. Elbette söz konusu dönemde olup bitenleri Kürtlerin menfaati doğrultusunda analiz edebilecek ciddi bir oluşum ve fikriyat yoktu. Hal böyle olunca Kürtler büyük kaybederken, Birinci Dünya Savaşında büyük kaybetmelerine rağmen Türkler Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak bir şekilde yıkımdan kazançlı çıkabilmişlerdi… 

 

Kaynakça

Aslan, Şükrü (Proje Yürütücüsü), Arpacı, Murat, Gürpınar, Öykü, Yardımcı Sibel (Araştırmacılar) (2013). Türkiye’nin Etnik Coğrafyası (Proje Kodu: 2013-26). İstanbul: MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri

Aydoğan, Erdal (2005). İttihat ve Terakki’nin Doğu Politikası (1908-1918). İstanbul: Ötüken Yayınları

Bajalan, Djene Rhys (2010). Jön Kürtler / Birinci Dünya Savaşı’ndan Önce Kürt Hareketi (1898-1914). İstanbul: Avesta Yayınları

Bedırhan, Celadet Ali (1973). “Mektup” / Mümtaz Mütefekkir CELADET ALİ BEDIRHAN’ın (Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine) Yazdığı Açık MEKTUP. (Naşiri: Dr. M. Nuri Dersimî). Halep

Beşikçi, İsmail (2015a). Devlet ve Kürtler / Dil, Kimlik, Millet, Milliyetçilik. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları

Bozarslan, Hamit (2005a). Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zımni Sözleşmeden İsyana (1919-1925). Abbas Vali, Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde. İstanbul: Avesta Yayınları

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1985a). Jîn / Kovara Kurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi / 1918-1919. Cild 1. Uppsala: Weşanxana Deng

Bozarslan, Hamit (ed.-ter.) (1998). Kürd Teavün ve Terakkî Gazetesi / Kovara Kurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi / 1908-1909. Uppsala: Weşanxana Deng

Bruinessen, Martin van (2011). Ağa, Şeyh, Devlet. İstanbul: İletişim Yayınları

Chirguh, Dr. Bletch (2009). Kürt Sorunu – Kökeni ve Nedenleri. İstanbul: Avesta Yayınları

Dersimî, M. Nuri (1986). Hatıratım. Stockholm: Roja Nû Yayınları

Dündar, Fuat (2002). İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları

Hut, Davut (2013). II. Meşrutiyet Döneminde Bir Osmanlı Entelektüeli / Babanzade İsmail Hakkı (1876-1913). Zekeriya Kurşun, Haydar Çoruh (ed.). Tarihimizden Portreler / Osmanlı Kimliği içinde. İstanbul: Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği Yayınları

Issı, Murat (2017). İsmail Hakkı Babanzâde (1876-1913). İstanbul: Kürt Tarihi, Sayı: 29

Işık, Ayhan (2013). Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ve Gazetesi (1908-1909). İstanbul: Kürt Tarihi, Sayı: 8

Jwaideh, Wadie (2014). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi / Kökenleri ve Gelişimi. İstanbul: İletişim Yayınları

Klein, Janet (2014). Hamidiye Alayları / İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri. İstanbul: İletişim Yayınları

Koma Xebatên Kurdolojiyê (2013). Di Sedsaliya Wê De Rojî Kurd 1913. İstanbul: Weşanên Enstîtuya Kurdî Ya Stenbolê 

Kutlay, Naci (1992). İttihat Terakki ve Kürtler. İstanbul: Beybûn Yayınları

Serdî, Hasan Hişyar (1994). Görüş ve Anılarım. İstanbul: Med Yayınları

İlginizi çekebilir