Nuri Fırat: Mustafa Kemal’in ‘Afet’i; 14 Bini Kürt 64 Bin Kişinin Kafatasını Ölçtüler

Bir önceki yazıda bizzat Mustafa Kemal’in isteği, yönlendirmesi ve arzusuyla gerçekleştirilen ve ırkçı Türk Tarih Tezi ile Güneş-Dil Teorisinin tartışıldığı kongreleri ve bu kongrelerde kabul edilen ırkçı uygulamaların hayata geçirildiği dönemi anlatmıştım. Bu yazıda ise bu dönemin önemli bir ismine ve onun Kürtlerle ilgili yürüttüğü bir çalışmaya dikkat çekmek isterim. 

Mustafa Kemal’in her zaman en gözde tarihçisi olarak bilinen, Türk Tarih Tezini bir misyoner titizliğiyle her daim en ön safta savunup yaygınlaştırmaya çalışan ve bu çabalarının ödülü olarak tarih öğretmeniyken profesör yapılan Afet İnan’dan söz ediyorum. “Türk Ocaklarına girdiği ilk dönemlerde oldukça çekingen” olan, ocağın düzenlediği kurultayda aslında “hiçbir şey söylememeyi tercih” edecekken Mustafa Kemal’in vazifelendirmesiyle işe koyulan Afet İnan (Ersanlı 2011:148), “23 Nisan 1930’da toplanan Türk Ocakları Kurultayı’nda”, yani Türk Tarih Tezinin tartışıldığı Birinci Tarih Kongresine daha iki yıl varken, şöyle diyordu: 

“Muhterem kurultay heyeti, ben en büyük cesaretimle, Türk hassaslığı ve ilim mantığımıza, ilimce reddi kabil olmayan yüksek hakikati arzedeceğim. Bu hakikat üzerine dünya alimlerinin dahi dikkatini celbetmeye cesaret ediyorum. Muhterem arkadaşlar, o yüksek hakikat şudur ki, Türk medeniyettir, Türk tarihtir… Kanaatimin hülasasını müsaadenizle birkaç cümle içinde tesbit etmek isterim.

“Beşeriyetin en yüksek ve ilk medeni kavmi, vatanı Altaylar ve Orta Asya olan Türklerdir. Çin medeniyetinin esasını kuran Türklerdir. Mezepotamya’da, İran’da Milattan en aşağı 7.000 sene evvel beşeriyetin ilk medeniyetini kuran ve beşeriyette ilk tarih devrini açan Sümer, Elam, Akat, isimleri verilmekte olan Türklerdir. Mısır’da deltanın otokton sakinleri, Mısır medeniyetinin kurucuları Türk’lerdir. Mezepotamya’da milattan evvel 2300 tarihinde şöhret bulan Sami Hamurabi, tarihte mevki alan Asurlular tarih içinde tarihtirler. Grek namını alan Doryenlerin, Anadolu’nun otokton ahalisi, ilk ve hakiki sahipleri, ataları Eti’leri başlarında olan Türklerdir.” (Beşikçi 1986:11-12. İmla ve yazım hataları korunmuştur.) 

Afet İnan’ın gerçekten de büyük bir cesaretle, daha doğrusu küstahlıkla ve kuşkusuz her şeyden önce “Türk hassaslığı” ile dile getirdiği bu zırvalar, elbette murat ettiği gibi “ilimce reddi kabil olmayan yüksek hakikat”ler falan değildi ve bu yüzden de “dünya alimlerinin dikkatini” muhtemelen sadece alay konusu olabilecek zırvalar olduğu için “celbetmeye” yetti. Bu haliyle, yüzlerce benzeri gibi, profesörlük unvanı alan ve yıllarca devletin her türlü konforundan faydalanan Afet İnan, tabi ki Kürtleri de pas geçmemişti. 

İnan’ın Kürtlere olan ilgisinin en önemli verileri, 1937’de başladığı ve 1939’da tamamladığı antropoloji anketiyle ortaya çıkmıştı. Bu ankette elbette İnan sadece Kürtlerin Türklüğünü sözüm ona bilimsel antropolojik kanıtlarla ortaya koymaya çalışmamıştı; aksine insanlığın türediği Türk’ün tarihini fiziksel antropoloji verileriyle kanıtlamaya girişirken, bu arada Kürtlerden de bahsetmişti. Bu kadar afili bahsetmeye gerek yok aslında; Afet İnan, bizzat kendisi belirttiği üzere, Mustafa Kemal’in talimatıyla basbayağı kafatası ölçümleri yapmıştı ve buradan hareketle bir yandan Türk’ün ne ve nasıl olduğunu belirlemeye yeltenirken, öbür yandan böylece bütün insanların bu türden nasıl türediğini temellendirmeye girişmişti. 

Belirttiğim gibi, kendisi bir tarihçi olan Afet İnan, muhtemelen tarih kayıtlarında iddialarını destekleyecek herhangi bir şey elde edemediği için, esas olarak antropolojiyle işe koyulmuştu. Üstelik fiziksel antropoloji ile… 

Aslında antropolojinin tercih edilmesi bir tesadüf değildi. Nihayetinde Immanuel Wallerstein’ın (2004) gayet yerinde izah ettiği gibi, bir sosyal bilim dalı olan antropoloji, daha doğrusu fiziksel antropoloji, bizzat ırk ve ırkçılık olgularıyla olan doğrudan ilişkisi nedeniyle örneğin tarih disiplininden çok daha fazla işlevsel olabiliyordu. Ne de olsa daha yüzyıl öncesinde pek çok fiziksel antropologun örneğin milli bir dilleri, tarihsel ve güncel devlet gelenekleri, kutsal bir kitapları, şehirleşmeye dayalı kompleks yaşam deneyimleri olmayan ve üstüne üstük ten renkleri de beyaz Avrupalılara hiç benzemeyen “tarihsiz halklar” ya da “ilkel topluluklar” hakkındaki çalışmaları sömürge yönetimlerinin epey işine yaramıştı. Yeni bir ulus yaratmak için bir süredir kolları sıvayan Türk devleti de özellikle bu fiziksel antropolojiden pek ala faydalanabilirdi. 

Ayrıca Afet İnan da ilk kez fiziksel antropolojiye başvurmuyordu; zaten bir süreden beri antropoloji, Türk ırkının kökeninin ve özelliklerinin keşfedilmesi için kullanılıyordu. Konuyla ilgili yararlı bir çalışmaya imza atan Nazan Maksudyan’ın belirttiği gibi, “Antropoloji 1925 itibariyle kök salmaya başlamıştı. Türk Antropoloji Enstitüsü ve yayımlanmaya başlayan dergi fiziksel antropolojiye en başından beri eğilimli, tıp ve biyoloji gibi pozitif bilimlerle de oldukça yakın bir pozisyon edinmiştir.” Hem yayıncılık hem de akademik anlamda antropolojinin kurumsallaştırılmasının amacı, elbette resmi görüşlerin sözüm ona bilimsel verilerle meşrulaştırılmasıydı. Nitekim 1925’ten itibaren yayımlanan Türk Antropoloji Mecmuası, Afet İnan ve benzerlerinin Türk ırkçılığını inşa etmeleri için kat edecekleri yolu epey döşemişti.  Maksudyan’ın ifadeleriyle aktaracak olursam; “Kuruluşundan itibaren arkasında devlet desteği olduğu açıkça beyan edilen Mecmua, ‘yaratıcısı’ denilebilecek devlete karşı bir takım yükümlülükler altına girmişti. Antropolojinin en temel görevi, milletin atalarına ilişkin köklerini bilimsel bir yaklaşımla kanıtlamaktı. … Mecmua’nın kadrosu milliyetçi ideolojiye sadık destekçilerden oluşuyordu ve dergi efsaneleri bilimsel gerçeklere dönüştüren bir transformatör görevi görüyordu.” (2005:174)

Bu hususları belirttikten sonra gerek Türk Antropoloji Mecmuasında yayınlanan yazılarda ortaya atılan sonuçlara, gerekse de Afet İnan’ın Türk ırkının özelliklerini ve tarihsel kökenini ispatlamak amacıyla yaptığı kafatası ölçümlerine bakabiliriz. 

Afet İnan’ın bütün geçmiş medeniyetleri Türk yaptığı, tarihin Türk demek olduğunu ilan ettiği 1932’deki Birinci Türk Tarih Kongresi’nde, “Tıp Fakültesi antropoloji müderrisi” olan Şevket Aziz Kansu, önüne koyduğu dört kafatasından hareketle Avrupa’nın Türk olduğunu ileri sürüyordu. “Türklerin Antropolojisi” konulu toplantıda konuşan Kansu, kafataslarından birinin Viyana’dan Türk Antropoloji Enstitüsü’ne hediye edildiğini, diğerlerinin de “Maarif ve Dahiliye Vekaletleri tarafından Anadolu mezarlıklarında” bulunduğunu belirtiyordu. Laboratuvarında “mevcut ikibine yakın ve tasnif edilmiş kafa” bulunduğunu ve bunların “Alp’lı dediğimiz beşer zümresinin el ile tuttuğumuz birer numuneleri” olduğunu söyleyen Kansu, ayrıca “1929 senesinde ilk antropolojik tetkiklerime başladığım zaman 25 Türk kadını ile 25 Türk erkeğinin kafasını ölçtüm” diyordu. Anlaşılacağı üzere, kafatası ölçümlerini ilk yapan Afet İnan değildi; Kansu 1929’da zaten bir tür ön çalışma yapmıştı. Yaptığı ölçümleri “Fransızların kafa ölçütleri ile mukayese” ettiğini ve böylece “her iki grubun da aynı antropolojik özellikleri gösterdiğini”  belirten Kansu, vardığı sonucu şöyle ilan ediyordu: 

“Mongol yüzü yok. Bu tip Avrupai denilen Alp adamı tipinin aynıdır. Hiç fark yoktur. Yalnız bize, Türk memleketlerinde çalışan, Türk araştırıcısına ve Türk incelemecisine şimdi bir sual sormak icabediyor. Avrupai tip dediğimiz bu tip nereden gelmiştir? Bunu Avrupa’ya mı bağlayacaksınız? Yoksa Avrupa’yı ona mı? Tereddütsüz cevabını derhal verelim ki, brakisefal Avrupa bize bağlıdır.” (Beşikçi 1986:101-102. Yazım ve imla hataları korunmuştur.)

Özce, “Avrupa Türk’tür” diyen Şevket Aziz Kansu, gerek bu kongredeki sunumunda gerekse de Türk Antropoloji Mecmuasındaki yazılarında özellikle Mongollardan, yani Türklerin de geldiği Orta Asya’daki Moğol gruplarla Türklerin irtibatlandırılmasından kaçınıyordu (Maksudyan 2005:168). Kansu’nun Türk ırkının Avrupaî kökenini hararetle anlattığı kongrede ise, tesadüfe bakın, Afet İnan Cengiz Han’ın annesinin Türk olduğunu belirtmiş, bunun üzerine Mehmed Fuad Köprülü de “Bendeniz de ilave edeyim. Babası da aslen Türk’tür” demişti (Beşikçi 1986:99). 

Böylece, bir önceki yazıda bahsettiğim üzere, Avrupa ile kurulan kompleksli ilişkinin bir gereği de olarak, bir yandan Avrupalıların Türk kökenlerini ispatlamaya çalışırlarken, aslında Türklerin Avrupa kökenli oluşunun hikâyesini yazmaya girişen bu maharetli isimler, hızlarını alamayıp zaman zaman fiziksel antropolojinin sınırlarını da aşarak bulvar gazetelerine konu olabilecek konuşmalar yapmışlardır. Örneğin Fuad Köprülü, Cengiz Han ile ilgili aktardığım sözlerinin devamında Türk ırkının “bir çirkinlik numunesi değil, bilakis, güzellik timsali olduğunu sarahaten” vaaz ediyordu.

Türk ırkının güzelliğini gözler önüne sermek için burun, çene ve göz tipleri, bacak uzunluğu, boy, saç rengi ve biçimi gibi başlıklar altında incelemelerde bulunmuşlar ve tabi ki sonuç Türk ırkının mükemmelliğine ya da Fuad Köprülü’nün dediği gibi güzelliğine delalet etmişti. Eh aynı yıl, 1932’de Keriman Halis de Uluslararası Güzellik ve Zarafet Yarışmasında, yani bugünkü adıyla Dünya Güzellik Yarışmasında birinci seçilmişti; daha ne olsun! Ama işte olmuyor; bu “başarısından” dolayı M. Kemal’in Ece soyadını verdiği Keriman Halis aslında Ubih halkındandı ve Türkleştirilmişti! Neyse bu magazin konularını geçeyim…

Burada bir noktaya daha işaret etmek gerekecektir. Şevket Aziz Kansu’nun Türklerin özelliklerine ve kökenine dair fiziksel antropolojik incelemeleri, daha doğrusu ırkçı faaliyetleri, bize bir hususu daha gösteriyor. Gerek Kansu gerekse de başka bazı isimler tarafından Türk Antropoloji Mecmuasında yazılan yazılardan anlaşıldığı kadarıyla, pek çok kere fiziksel antropoloji incelemeleri yapılmıştı. Örneğin 1926’da ilk araştırma “İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlerle (Ermeni, Rum, Musevi) Türkler arasında, kilo, boy ve göğüs çevresi ölçülerek yapılmıştır.” Yine “Ekim 1927’den Mart 1929’a kadar dört sayı boyunca Mecmua’da ‘Türk Irkı Hakkında Antropoloji Tetkikatı’ adıyla” başka bir araştırma yayımlanmıştır (Maksudyan 2005:160-166-170). 

Bu dergide yayımlanan bu ve benzeri araştırmalarda varılan sonuç, İstanbul veya Anadolu’da yaşayan herkesin Türklüğünün kanıtlanmasından ziyade, Türk ırkının diğerlerine olan üstünlüğünün belirlenmesine dairdir. Nazan Maksudyan’ın ifade ettiği biçimiyle, “Türk Antropoloji Mecmuası, bu ‘Herkes Türk!’ iddiasından ziyade, gayrimüslimlerin Türklere nazaran ‘aşağı’ olduğunu savunan birinci iddiayı benimsemiştir. Zaten dergi ikinci sayısından itibaren Türk ırkının üstünlüğünü ‘kanıtlama’ görevini üstlenmiştir.” (2005:160) 

Türk Tarih Kongrelerinde formüle edilmeye çalışılan Türk Tarih Tezine göre ise, herkesin Türklüğünün öncelikli görüş olarak benimsenmesi ve bunun kanıtlanmasıydı. Bu varsayım, tek başına, Türk ırkının üstünlüğünden vazgeçildiği anlamına gelmiyordu elbette. Bir bakıma herkesin Türklük çatısı altında eşitlendiği belirtilebilir ve bu ırkçı homojenlik, elbette medeniyetin ve tüm ırkların kaynağı olarak kutsanan Türk ırkının üstünlüğüyle sağlanıyordu ve böylece yine ırk hiyerarşisinin tepesine Türklük konulduğu için, antropoloji dergisiyle aynı sonuca varılıyordu. Bununla birlikte herkes Türk olunca, örneğin Kürt diye bir ırktan veya milletten söz etmenin gereği kalmıyordu; ki zaten yoktular! 

Tarih ve dil kongrelerinde ileri sürülen görüşlerin sözüm ona daha bilimsel metotlarla ispatlanmasına sıra gelince, devreye Antropometri tatbikatı girmişti. 19 Haziran 1937’den başlayıp 31 Ekim 1937 tarihine kadar saha çalışması olarak yürütülen bu inceleme kapsamında 64 bin kadın ve erkeğin özellikleri incelendi. Daha doğrusu Antropometri tatbikatı çerçevesinde, Afet İnan’ın bu tatbikattan hareketle yazdığı “Türk Irkının Vatanı Anadolu” adlı kitapta belirtildiği biçimiyle şu başlıklarda veriler toplandı: 

“Anadolu Türklerinin boyu”, “Türklerin boy ölçüleri”, “Türkün ortalama boyu”, “Türk erkeklerinin boyu”, “Türk kadınlarının boyu”, “Türklerde cins farkları”, “Türklerin iskelet karinesi”, “Türklerin vücut ağırlığı”, “Türk erkeklerinin baş ölçüsü”, “Anadolu Türklerinin kafa karinesi”, “Bulgaristan Türkleri”, “Avrupa Türkleri”, “Rumeli Türkleri”, “Kırgız Türkleri”, “Türklerin alın genişliği”, “Anadolu Türklerinde baş uzunluğu”, “Türklerde burun uzunluğu”, “Anadolu Türklerinde burun yüksekliği”, “Anadolu Türklerinde burun genişliği”, “Türklerin gözleri”, “Türklerde göz çukurluğu”, “Anadolu Türklerinin göz renkleri”, “Türklerin cilt renkleri”… (Beşikçi 1986:135)

Anlaşılacağı üzere, daha önce yapılanlardan çok daha hacimli ve farklı bir antropometri söz konusuydu. Bu nedenle Afet İnan şöyle yazıyordu: 

“Bu büyük anketi tasavvur ettiğim vakit, kendi gücümün yetmeyeceğini, 200 kadın üzerinde aldığım ölçülerdeki tecrübemle anlamıştım. Onun içindir ki bu işi bir hükümet kadrosu ile başarmayı tasarladım ve Atatürk’ün emirleriyle fiiliyata geçilmiş oldu.” (Beşikçi 1986:133 Vurgular korunmuştur.)

Afet İnan’ın bu kapsamlı anketinin ekonomik maliyeti dönemin başbakanı Celal Bayar’ın talimatıyla maliye tarafından sağlandı, 64 bin kişilik anket fişlerinin tasnif ve terkip işi ise İstatistik Umum Müdürlüğünce üstlendi. Afet İnan’ın bu anketi için personel olarak da sivil ve askeri doktorlar görevlendirilmişti. Türkiye’nin 10 bölge halinde incelendiği bu çalışma sırasında, I. Şark Mıntıkası ve II. Şark Mıntıkası olarak belirlenen Kürt illerinde 14 bin kişinin kafatasları ölçülmüştü ve bu yapılırken de diğer bölgelerden farklı bir muamelede bulunulmuştu. İsmail Beşikçi haklı olarak, şöyle diyordu: “Askerî doktorların gönderildikleri bölgelerin Kürt bölgeleri olduğu, veya Kürtlerin mecburi iskan kanunları ile sürgüne gönderildikleri bölgeler olduğu dikkati hemen çekmektedir.” (1986:132-134). 

Nihayetinde her zamanki gibi askerlerin muhatap olduğu Kürtlerin ölçümleri de, diğer ölçümlerle aynı sonuçları vermişti. Afet İnan’ın belirttiği gibi, “Atatürk’ün Türk milletinin menşeini kabil olduğu kadar iyi tanımak hususundaki şiddetli arzusu” bu kapsamlı incelemeyle yerine getirilmişti. Bu araştırmadan hareketle kitap yazan Afet İnan, “Birinci Türk Tarih Kongresinde, bazı delillere dayanarak verilen hükümler, bu kitabımızdaki izahlar ve rakamlarla teyid edilmiş bulunuyor” diyordu ve İsmail Beşikçi bu durumu şöyle değerlendiriyordu: “Bu büyük ve masraflı anketin amacı ve sonucu aynıdır. Birinci Türk Tarih Kongresinde ileri sürülen görüşleri ispatlamak. Araştırmanın amacı da budur, sonucu da budur.” (1986:137)

Dersim Katliamının bütün şiddetiyle devam ettiği bir sırada yapılan bu ırkçı çalışmada diğer bütün milletler gibi Kürtler de fiziksel antropoloji yöntemleriyle ve resmi ideolojiye uygun olarak Türk ilan edilmişti. Bununla birlikte, Afet İnan’ın bu incelemeye dair daha sonra yazdığı kitapta bizzat Kürt ifadesinin geçtiği bir bölüm de vardı. Bu bölümde İnan, kendi çalışmalarından önce yapılmış bazı benzer çalışmaların verilerine de yer verdiklerini ve mukayesede bulunduklarını belirtiyordu. Sözünü ettiği çalışma da kendisinin ilham perisi olan Eugene Pittard’ın 1920’li yıllardaki çalışmasıydı. Pittard çalışmasında adlarını bizzat yazdığı Kürtler, Lazlar, Gagavuzlar, Tatarlar, Yahudiler, Bulgarlar ve Romenler hakkında bazı sonuçlar paylaşmıştı. Pittard’ın verilerine de kendi çalışmalarında ortaya çıkan herkesin Türk olduğuna dair sonucu doğruladığı için yer verdiğini belirten İnan, şöyle yazmıştı: 

“Türklerde ayrı ayrı kabile isimlerini zikrederken, başka adlar altında da olsa Türk ırkı birliğini tebaruz ettirmek [yani belirlemek, bariz hale getirmek] istedik. Bilhassa Anadolu’da bu anketten önce yapılmış olan incelemelerde [Pittard’ın incelemesinde] bazı kabile isimlerine göre (Mesela, Laz, Kürt gibi) rakamlar verilmiştir. Biz bunları coğrafî bölgeleri gösterdiği için öylece koyduk. Bu karşılaştırmalarda görülmüştür ki, Türkiye’de bir ırk birliği mevcuttur.” (Beşikçi 1986:136)

Afet İran’ın kapsamlı antropometri anketinde Kürt sözünün geçtiği yer burası ve görüldüğü gibi Kürtleri veya onların adını gösteren Kürt kelimesini kullanmamak veya manipüle etmek için binbir türlü takla atıyor. Ancak işin ilginç yanı şu ki, aslında İnan’ın ırkçılık konusunda ilham perisi olan Pittard tam olarak kendisini desteklemiyordu. Aynı dönemlerde Afet İnan’la birlikte hararetli biçimde Türk Tarih Tezini savunan isimlerden olan Profesör Hasan Reşit Tankut, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında devlet yönetimine sunduğu Kürt raporunda “ırk bakımından” da Kürtleri değerlendirmişti. Tankut bu bölümde Pittard’ın “Les Races et L’Histoire” (Irkların Tarihi) adlı kitabında “Kürt ırkı için bir fasıl” ayırdığından söz ederek, bazı alıntılar yapıyordu. 

Pittard, Kürtlerin “politik bakımdan iki devlete [İmparatorluk Türkiye’si ve İran’a] bağlı” bulunduklarını, özellikle Türkiye’deki Kürtlerin “bölgenin çetinliği içinde kapanık olarak yaşamış” olduklarını ve bu durumun da “onları ırk bakımından bozulmaktan” koruduğunu belirtiyordu. Pittard, hem fiziki antropoloji yöntemleriyle Kürtler hakkında yapılmış bazı çalışmalardan hem de Kürtlere dair yazılmış başka kaynaklardan hareketle Kürt toplumunun özelliklerini yazıyordu. Açıkçası yazdıklarına bakılırsa Pittard genel olarak örneğin İngiliz Claudius James Rich’in (2018) dönemine göre popüler olan Kürtler hakkındaki görüşlerinden çok da farklı şeyler ileri sürmüyor gibiydi, ki Rich Pittard’ın bir referansıydı. Pittard, ayrıca şöyle yazmıştı: 

“Kürdistan; eski Medya’nın en çetin parçasına ve Asur ilinin büyük bölümüne düşer. Ermeni topraklarını da gasp yoluyla içine almıştır. Böyle olmakla beraber Kürtler; bugün kendi adlarını taşıyan yerlerin hepsine taşmışlardır. Bugün olduğu gibi eski zamanlarda da bazı dar ve çetin yerlerde tek başlarına yaylacı çobanlarını bırakmışlardı.”

Afet İnan’ın yoldaşı Hasan Reşit Tankut, Pittard’ın kitabından Kürtlerle ilgili bu alıntıları yapıyordu ve hemen ardından Pittard’ın “Kürtleri Ermeniler’le birlikte İran ırkına” bağladığına işaret edip kendince devleti uyarıyordu. Çünkü Tankut’a göre, Pittard’ın bu görüşleri Kürt aydınları tarafından “ezberlenmiş gibi” biliniyordu ve her ne kadar “Kürt unsurunun yarıdan fazlası bugün dahi” Türk devletiyle hareket ediyorsa da, Kürt aydınlarının “bildikleri ve konuştukları” tehlikeliydi ve “tedbirlerde gecikmek, felaketi tezleştirebilir”di (Bayrak 1994:221). 

İroniye bakın; Afet İnan ve manevi babası Mustafa Kemal’in ilham kaynağı Pittard’ın görüşleri, meğer onlardan daha çok Kürtlere yarıyormuş! Çünkü Pittard, Kürtleri Türk yapmıyordu. Bu yüzden de Mustafa Kemal’in kalemşörü ve Afet İnan’ın da yoldaşı olan Reşit Tankut, 1960 darbecilerine Mustafa Kemal’in Ankara’ya davet edip el üstünde tuttuğu Pittard’ı yasaklamalarını tavsiye ediyordu. 

Afet İnan’a dönecek olursam… Anlaşıldığı üzere, ırkçılık konusundaki çalışmalarında en önemli kaynağı olan Pittard’ı bile mevzu bahis Türklük olunca eğip bükmekten veya çarpıtıp kendine yontmaktan geri durmayan Afet İnan’ın ille de Kürt ismini anmasının nedeni, birincisi başka bir kaynaktan alıntı yapmak zorunda kaldığı, ikincisi de en fazla coğrafi bölgeleri gösterdiği içindi. Kürt’ten ayrıyeten söz etmenin bir manası yoktu. Çünkü ilham perisi Pittard’ın aksi görüşlerine rağmen İnan’a göre, “Türkiye’de bir ırk birliği mevcut”tu ve bu da Mustafa Kemal’in bir arzusuydu. Bu noktada Mustafa Kemal’in 1937’de Diyarbakır’a yaptığı ziyaret esnasında sarf ettiği sözleri de paylaşmak isterim, böylece İnan’ın binlerce kişinin kafatasını ölçerek yerine getirmek istediği Mustafa Kemal’in arzusu daha anlaşılır olsun. Şöyle diyordu: 

“… Memleketin on bir vilayet merkez ve dolaylarını gezdim. Bütün bu merkez ve dolaylarındaki Türkleri babaları, anaları ve çocukları ile gördüm. Madenleriyle, teknisyenleriyle, ameleleriyle, baştan aşağı Türk olan yüksek anlayışlı bir insan sosyetesi. … hakiki insanlık tereddütsüz kabul ederki Türkiye Cumhuriyeti ve onun bugünkü sahipleri olan Türkler bütün dünya medeniyet ve insanlığı için bir timsal örneğidir. Yalnız bu kadar değil, Türkler tarihin çok eski devirlerinde beşeriyete karşı yaptıkları kültürel vazifeleri yeniden, fakat bu sefer daha iyi bir suretle yapmaya hazırlanan yüksek bir varlıktır. İşte Doğu seyahatimden dönerken, Ankara’ya ulaşmak için geçen şu kısa zaman içinde seyahat arkadaşlarıma ifade edebileceğim intiba budur.”(Beşikçi 1970:301. Yazım hataları korunmuştur.)

Bütün memleketi baştan aşağı Türk ilan edip, bununla da yetinmeyerek tarihin eski devirlerinden beri insanlığa medeniyet getirenin de bu Türkler olduğunu ileri sürerken Mustafa Kemal, o sırada Dersim’de kelimenin gerçek anlamıyla soykırım yapıyordu. Barbarlığın adı medeniyet oluyordu onun nazarında! Afet İnan ve onun gibiler de bu çarpık tarihi yazma arzusunu yerine getirmekle meşgul idiler. 

Ve bütün bu rezaletlerden sonra işin garipliğine bakın ki, Almanya’da Nazizm’in II. Dünya Savaşından sonra çökmesiyle birlikte ırk ve ırkçılık meselesine karşı artan tepki ve mesafe, o sıralarda Avrupa’da Türk Tarih Tezini anlatmakla meşgul Afet İnan’ı da etkilemişti. Bundan dolayı İnan, ancak 1947’de kitap olarak yayımlayabildiği ırkçı araştırmaya dayanan doktora tezini sahiplenmemeye başlamıştı. Elbette bu sahiplenmeme durumu, ırkçı faaliyetlerin itibarsızlaştırıcı etkisiyle ilgiliydi. Öbür yandan Afet İnan Kürtler konusunda hiç de utanmamış ve bildiğini okumaya devam etmişti. Tıpkı devleti gibi… 

Bilimsellik adı altında bütün bu ırkçı çalışmalar yıllar boyunca ve sistematik biçimde yürütülürken, buna göre devletin siyaseti ve ideolojisi kurgulanırken ve topluma mal edilmeye çalışılırken, buna karşı çıkan Kürtlerin ırkçılık suçlamasıyla karşılaşması da tarihsel bir ironi olsa gerek. Önceki yazılarda pek çok örneğiyle aktardığım gibi, Türk ilan edilmeye itiraz edip sadece Kürt olduğunu dile getirmeye çalıştığı için pek çok Kürt ırkçılıkla itham edilmiş ve bu gerekçeyle ağır cezalara çarptırılmıştı. Günümüzde de hak ve özgürlüğünü talep eden Kürtler örneğin “etnik ırkçılık”, “bölücü ırkçılık” gibi absürt ve saçma ithamlara maruz kalabiliyorlar. Öbür yandan ırkçılığı resmen ve alenen savunan Türkçüler ise her zaman muteber kabul edilmiş, el üstünde tutulmuş, Afet İnan örneğinde olduğu gibi profesörlük unvanlarıyla onurlandırılmış ve devletin her türlü ayrıcalığından istifade ettirilmiştir. 

Bu vesileyle bir anekdotla bu yazıyı sonlandırmak isterim. Afet İnan’ın bir zamanlar Türk ilan ettiği Avrupalılara karşı ırkçı faaliyetleri nedeniyle yüzünün kızarmaya ve bu nedenle çalışmasını sahiplenmemeye başladığı yıllarda, ırkçılığı gururla sahiplenenler vardı; üstelik referansları da gayet sağlamdı. 

Neredeyse tüm Avrupa’nın Alman Nazilerine karşı birlikte hareket ettiği II. Dünya Savaşı süresince Türkiye tarafsız kalmayı tercih etmişti. Ancak Nazilerin yenildiğinin belirginleşti son aylarda Türkiye Nazi karşıtı bloka bağlılık bildirmişti. (Elbette burada çok önemli ekonomik – siyasi nedenler de var.) Bu sırada dünya genelinde artan ırkçılık karşıtı hassasiyetleri gözetecek şekilde, devlet yetkilileri, biraz fazla sivrilmiş olan bazı ırkçılar hakkında bir dava açmıştı. 

Türkiye tarihindeki Türk ırkçılarının yargılandığı bu ilk ve tek dava kapsamında, 7 Eylül 1944 günü yapılan ilk duruşmanın ardından 29 Mart 1945’e kadar tam 65 duruşma yapıldı. Yargılanan 23 kişiden 10’una çeşitli cezalar verildi. En uzun hapis cezasını on yılla Zeki Velidi Togan aldı. Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Nurullah Barıman, Cihat Savaş Fer, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Alparslan Türkeş, Cebbar Şenel ve Oğuz Öcal da çeşitli cezalara çarptırıldılar. Ancak mahkemenin verdiği karar Askerî Temyiz Mahkemesi tarafından bozularak, suçlu bulunanların yeniden yargılanmalarına ve derhal salıverilmelerine karar verildi. 26 Ağustos 1946’da başlanan yeniden yargılama süreci 31 Mart 1947’de sona erdi ve mahkeme sanıkların tamamını beraat ettirdi. 

Böylece Fatih Yaşlı’nın da dikkat çektiği üzere, “Irkçılık-Turancılık davasının nihai kararının, Türkiye’de ırkçılık yapmanın suç olmadığı yönünde açıklanması ve sanıkların hepsinin beraat ettirilmesi davanın açıkça taktik ve konjonktürel bir nitelik taşıdığını ortaya koymaktadır.” (2014:13-14)

Yıllarca yazdığı yazılarla Kürtler dahil Türk olmayan herkese her türlü ırkçı saldırıyı yapan Nihal Atsız dahil tüm sanıklar, savunmalarında suçsuz olduklarını ileri sürerken, esas olarak devletin ırkçılığını gerekçe gösteriyorlardı. Başka bir ifadeyle, ırkçılık yapmanın meşru ve haklı olduğunu savunuyorlardı. Alenen ırkçı olduklarını kabul eden sanıkların en önemli referansı ise bizzat Mustafa Kemal’di; Nihal Atsız ve arkadaşlarına göre, Türkiye Cumhuriyeti ve kurucusu Mustafa Kemal de ırkçı idi. 

Nihal Atsız savunmasını şöyle tamamlamıştı: 

“Türkçüyüm, Türkçülük milliyetçiliktir. Irkçılık ve Turancılık da bunun şümulüne dahildir. Memleket ya bu iki temel üzerinde yükselecek veya yıkılacaktır. Irkçılık ve Turancılık anayasaya aykırı değildir. Ceza kanununda sarahatle suç olduğu yazılmayan bir hareketten dolayı kimse suçlandırılamaz. Devlet de icraatı ile açıkça ırkçı, Hatay’ı ilhak etmekle de Turancıdır.” 

Irkçı Atsız aslında Türkiye’ye dair gerçekleri bu şekilde dile getirirken, Reha Oğuz Türkkan’ın referansı da 1930’lu yılların Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’tu. Ağrı İsyanının katliamla bastırıldığı dönemde İsmet İnönü, “Bu ülkede sadece Türk ulusu, etnik ve ırksal hak talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” demişti (Milliyet gazetesi 31 Ağustos 1930). İnönü’den 20 gün sonra ise sıra Mahmut Esat Bozkurt’taydı ve şöyle demişti: “Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost düşman ve bu dağlar bu hakikati böyle bilsin.” (Milliyet gazetesi 19 Eylül 1930) Bu arada İnönü, daha 1925’te Türk Ocaklarının toplantısında gayelerini gayet açık ifade etmişti: “Vazifemiz, bu vatan içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.” (Bora 2017:224) Mustafa Kemal de, “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyla meşbu olursa o camiaya istinad eden cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur” demişti (Bayrak 1993:526). Bütün bu sözlerin en açık meramını ise dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya 1935’te şöyle dile getirmişti: “Memleketimizin Şark vilayetlerindeki Kürt meselesi halledilebilirse som bir Türk devleti haline gelmiş oluruz.” (Bora 2017:218)

Türk Tarih Teziyle ırkçı görüşlerin havada uçuştuğu dönemin ve öncesinin siyasal ruhunu gayet açık ortaya koyan bu açıklamalar, 15 yıl sonra ırkçılık davasında yargılananların referansıydı. Bu yüzden Reha Oğuz Türkkan, “Bozkurt’un [biraz önce aktardığım] bu sözlerinin devlet tarafından basılan kitaplarda yer aldığını, üniversitelerde anlatıldığını ve kendisinin de bu sözlerden etkilendiğini söylemiştir.” “Türkkan ayrıca, askerî okullarda ya da Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü gibi devlet kurumlarına giriş için getirilen ‘Öz-Türk ırkından olmak’ gibi şartlar ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde bir ‘ırklar masası’nın mevcut olmasını devletin ırkçı uygulamalarının kanıtı olarak” ileri sürmüştü (Yaşlı 2014:88-89).

Bu dava çerçevesinde, bana göre, esas ilginç olan Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının beraat ettirilmesi değildi; bilakis yargılanmış olmalarıydı. Zira bir ırkçının veya ırkçılık üzerine bina edilmiş bir devletin, ortaya çıkmasından bizzat sorumlu olduğu ırkçıları yargılaması tuhaf oluyordu. Nihayetinde de Hitler’i yenmiş Batılı dünyaya şirin gözükmek ve onlardan örneğin Marshall Planı kapsamında mümkün mertebe iyi bir para almak için sergilenen şov bir süre sonra sonlandırıldı ve devlet ırkçı evlatlarına sahip çıkmaya devam etti; hala da devam ediyor. Nitekim on yıllardır Kürtler ve Türk olmayan herkese yönelik sistematik biçimde sürdürülen ırkçılığın 2020’li yıllardaki yeni hedeflerinden biri mülteciler. Özellikle sosyal medya ve siyaset kanallarıyla Kürtlere ve mültecilere yönelik üretilen ırkçı söylem, siyaset ve saldırı gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş bulunuyor. 

Ve son bir not: Afet İnan’ın kurucusu olduğu Türk Tarih Kurumu, Mustafa Kemal’in Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı konuşmayı 1982 yılında kitaplaştırınca Kürtlerle ilgili bölümleri sansürlemişti ve bu kurumun yönetim kurulu üyelerinden biri de Afet İnan’ın kızı Arı İnan’dı. Irkçı idealleri uğruna kurucu liderlerini bile yemekten imtina etmiyorlar anlayacağınız!

Kaynakça 

Bayrak, Mehmet (1993). Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri / Gizli Belgeler-Araştırmalar-Notlar. Ankara: Özge Yayınları

Bayrak, Mehmet (1994). Açık-Gizli / Resmi-Gayrıresmi Kürdoloji Belgeleri. Ankara: Özge Yayınları

Beşikçi, İsmail (1970). Doğu Anadolu’nun Düzeni / Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: e Yayınları

Beşikçi, İsmail (1986). Türk Tarih Tezi ve Kürt Sorunu. Stokholm: Dengê Komal Yayınları

Bora, Tanıl (2017). Cereyanlar. İstanbul: İletişim Yayınları 

Ersanlı, Büşra (2011). İktidar ve Tarih / Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937). İstanbul: İletişim Yayınları

Maksudyan, Nazan (2005). Türklüğü Ölçmek / Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi / 1925-1939. İstanbul: Metis Yayınları

Rich, Claudius James (2018). Aşağı Dicle’den Bağdat’a Bir Yolculuk / Şiraz İle Persepolis’i Ziyaret / Kürdistan ve Eski Ninova’da Bir Yaşamöyküsü. İstanbul: Avesta Yayınları

Yaşlı, Fatih (2014). Kinimiz Dinimizdir / Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme. İstanbul: Yordam Kitap

Wallerstein, Immanuel (2004). Dünya-Sistemleri Analizi / Bir Giriş. İstanbul: Aram Yayıncılık

İlginizi çekebilir