Nuri Fırat: M. Kemal İstedi; Kürt Memet Oldu Kurt Memet!

“Muhafız Alayı erlerinden ikisi Çankaya köşkünün bahçesinde güreşe tutuşmuş, diğer erler de onları seyrediyordu. Otomobillerin sesi, erlerin hemen kaçışmasına sebep olmuştu. Atatürk köşke geliyordu. 

Büyük Ata otomobilini durdurdu ve bir el işaretiyle kaçışan erleri yanına çağırdı. Bilhassa gömleğini, fanilasını giymeğe vakit bulamayan pehlivan erlerden biri fazla heyecanlıydı. Ata’nın yanına korka korka yanaştı. 

– Ne yapıyorsunuz burada?

Ata’nın sualine bir onbaşı cevap vermişti: 

– Güreşiyorduk Paşam!…

Ata memnun olmuştu, çünkü güreşi pek severdi. 

– Peki, dedi, devam edin öyleyse!…

Erler çekingenlik gösterince, Atatürk ısrar etti: 

– Güreşin, güreşin, dedi, ben de seyredeceğim. Yalnız önce kimin başpehlivan olduğunu öğreneyim. 

Ata’nın yanına gelenlerden yarı soyunuk, çok heyecanlı olanı bir adım öne çıktı: 

-Benim Efendim…

-Adın ne senin?

-Kürt Memet…

‘Kürt’ sözünü duyan Atatürk kaşlarını çatmıştı, fakat bir an sonra tekrar mütebessim bir çehre ile pehlivana mukabelede bulunmuşlardı:

– Kurt gibi kuvvetli olduğun için mi sana Kurt Mehmet diyorlar?

‘Kürt Memet’ köylüydü, okumamıştı ama Ata’nın kasdetmek istediğini hemen kavradı: 

– Evet Paşam, dedi, benim adım Kurt Memettir. Yanlış söyledim demin…” (Tanyu 1981:133-134)

Bu hikâyeyi, muhtemelen yüzlerce benzeri gibi resmi ideolojiye yaptığı katkılardan dolayı profesör unvanını almış olan Hikmet Tanyu aktarıyordu. 1930’lu yıllarda geçen bu olay, ilk bakışta bize, 1934’te baskısı yapılan “Askerin Ders Kitabı”nda yer aldığı şekliyle, eğitilen askerlere her şeyden önce dikte ettirilen aslında olağan bir hususu hatırlatabilir. Sonuçta Kürt Memet de bir askerdi ve öncelikle şunu bilmesi gerekirdi: 

“Asker sen Kimsin? 

SEN TÜRKSÜN! … On iki bin yıl evvelinde yeryüzünün başka milletleri mağaralarda, taş kovuklarında yaban adamları gibi yaşarken senin dedelerin ORTA ASYA denilen anayurdunun göbeğinde kurdukları şehirlerde yaşar, altın başlı kargısı, gümüş bezeli terkisi ile ağırlar sulandırır, gözler kamaştırırdı. Yeryüzüne şenliği, medeniyeti senin ataların verdi…” (Belge 2011:687-688)

Bu aktardığım kısım, askerlerin eğitiminden bir kesitti. Birazdan bahsedeceğim üzere, aynı yıllarda, yani Kürt Memet’in Kurt Memet yapıldığı 1930’lu yıllarda resmi ideoloji ve siyasete dönüşen Türk Tarih Tezi yürürlükteydi ve askerlere verilen eğitim de buna gayet uyumluydu; ancak söz konusu teze göre, sadece medeniyet de değil, bir bütün olarak insan soyu Türklerden türemişti. Anlaşılan Kürt Memet’in bir anlığına unuttuğu bu dersi, çatık kaşlı Mustafa Kemal kendisine hatırlatmıştı. 

Bununla birlikte, bu hikâye bize çok daha büyük bir gerçeği göstermesi bakımından önemlidir. Bu gerçek, söz konusu yıllarda bizzat Mustafa Kemal’in talimatı, yönlendirmesi ve fikirleriyle resmi görüş haline gelen tarih ve dil teorileriyle ilgilidir. 1930’ların hemen başında Türkçülüğün daha sistematik bir biçime kavuşturulması için iki önemli adım atılmaya başlandı. Tarih ve dil kongreleri organize edildi; devletle kelimenin her anlamıyla organik bağı bulunan profesör veya daha üst unvan olarak ordinaryüs profesör unvanlarını taşıyan pek çok kişinin katıldığı bu konferanslarda Türkçülüğün tarihsel ve güncel hatları belirlendi. 

Bu noktada belirtmek gerekir ki, bu kongrelerde dile gelen sözüm ona düşüncelerin bir geçmişi de vardı. Buna dair belgeleri, söylemleri ve politikaları 1910’lu yılların İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarı zamanında ve hatta onun da öncesinde 1800’lü yıllarda bile bulmak mümkündür (Bkz. Beşikçi 1986; Akman 2011; Belge 2011 Bora 2017). Ayrıca Eric Jan Zürcher’in (2005) ve Hamit Bozarslan’ın (2008) pek yerinde izah ettikleri üzere, zaten hem Kemalist kadroların hem devralınan mirasın hem de Cumhuriyetin kuruluş politikasının (Türkçülüğün) İttihat Terakki Cemiyeti’nden gelmesi ve bu politikanın kesintisiz biçimde sürdürülmesi meramın anlaşılması açısından önemlidir. Örneğin Türk Tarih Kongresi’nin 2-11 Temmuz 1932’teki ilk kongresinde, bütün medeniyetin Türklerden türediğine dair iddiayı savunanlar arasında Yusuf Akçura da vardı ve kendisi İTC zamanından beri bu görüşü savunuyordu (Belge 2011:668). Ayrıca Türklerin kadim tarihine veya Türkçülük ve Turancılığa dair örneğin Polonya asıllı Mustafa Celalettin Paşa’nın yazdıkları, Namık Kemal’in özellikle dil konusundaki görüşleri, Şemsettin Sami’nin Kamusu Alem’i, Ömer Seyfettin’in ürettiği Türkçülük ya da Ziya Gökalp’in 1910’lu yıllarda yazdığı ve hala popüler olan Ergenekon, Kızıl Elma gibi şiirleri ve görüşleri vesaire… Bütün bunlar ve elbette İttihat Terakki’nin resmen yürürlüğe koyduğu Türkçü ideoloji ve siyaset işin içine katıldığında Türk Tarih Tezinin ve Mustafa Kemal’in Türkçülüğünün evveli daha iyi anlaşılabilir. Kaldı ki, örneğin 1925’ten itibaren yayımlanan ve resmi ideolojiye uygun içerik üretmek amacıyla devlet tarafından desteklenen Türk Antropoloji Mecmuası, yine Tarih Tetkik Kurumunun öncüsü olan Türk Ocaklarının faaliyetleri zaten 1930’ların ruhunu 1920’lerde, hatta 1910’larda haber veriyordu. (Bkz. Beşikçi 1986; Maksudyan 2005; Zürcher 2005; Bozarslan 2008; Hür 2012; Ersanlı 2011; Bora 2017.)

Genel hatlarıyla değinmek gerekirse… 1932-1937 ve 1943 yıllarında yapılan Türk Tarih Kongrelerinde dünya tarihi Türklerle ele alınmaya başlandı; her milletin kökeninin Türklerden geldiği ileri sürüldü. Kısacası insanlık tarihi veya Adem-Havva’dan beri herkesin aslında Türk olduğu dünya aleme ilan edildi. Buna paralel olarak aynı yıllar boyunca dil kongreleri de yapıldı. Bu kongrelerde bizzat Mustafa Kemal’in yazdıklarından da yola çıkılarak bütün dillerin kökeninin yani “kök ana dilin” Türkçe olduğunu iddia eden Güneş-Dil Teorisi ortaya atıldı ve hararetli biçimde savunuldu. 

Hiç kuşkusuz, belirttiğim gibi, tarih ve dil konusunda aslında teori demeye bin şahit lazım olan bu absürtlüklerin pervasızca dillendirilmesi, savunulması ve resmiyet kazanması, arkasındaki siyasi güçle ilgiliydi. Nihayetinde yapılanlar her şeyden önce bir siyasi misyonu barındırıyordu. Örneğin 16 Ağustos 1931’de Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Genel Katibi Tevfik Bıyıklıoğlu’na yazdığı mektupta “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir” diyen Mustafa Kemal ayrıca şunları da söylemişti: 

“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tedkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır. 

“Her şeyden evvel kendinizin dikkat ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız. Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tedkiklerde her şeyden ve herkesten evvel kendi insiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız.” (Beşikçi 1986:5)

Mustafa Kemal’in bu sözleri, tarih ve dil kongrelerinde iş yapan herkes tarafından bir talimat olarak algılanıyordu; nitekim bu kongrelerde yapılan konuşmalarda pek çok kere söz konusu çalışmaların Mustafa Kemal’in isteği, desteği ve iradesiyle yapıldığının altı özellikle çiziliyor ve kendisine acayip övgüler diziliyordu. Elbette bu yapılırken bir hakikatin dile getirilmesi kadar, iktidarı elinde tutan kişiye yaranma çabası da belirleyiciydi. 

Aynı şekilde Mustafa Kemal’in sözlerinden anlaşılacağı üzere, bu ırkçı görüşler için çok da bilimsel kanıtlara veya tarihsel dayanaklara da ihtiyaç yoktu; önemli olan ortaya atılmış olan görüştü; varsa şayet bu görüşü destekleyecek veriler el üstünde tutuldu, ki hiç de yoktu, yoksa da çok da önemsenmedi doğrusu… Ayrıyeten bu ırkçı görüşlerin desteklenmesi için, şayet kanıt yoksa, bunun yaratılması da zor olmayacaktı; bu koca unvanlı kişilerin zaten bir misyonu da Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisine kanıtlar yaratmaktı, daha doğrusu uydurmaktı. Mesela Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Genel Katibi Dr. Reşit Galip, ille de kanıt arayanlar için Birinci Türk Tarih Kongresinde Türklüğünü ileri sürdüğü Etilerin (yani Hititlerin) “burnu yukarı bükülmüş kunduraları”ndan delil diye söz etmişti (Beşikçi 1986:47). Alın size kanıt, daha ne olsun! Elbette Kürtlerin Türk olduğuna dair ileri sürülen iddialar da bir o kadar acayipti.

Mustafa Kemal tarafından bir süre sonra Milli Eğitim Bakanlığı görevine de atanan Reşit Galip ve onun arkadaşları, bu pespayeliklerle elbette kimseyi ikna edemezlerdi; bırakın dünyayı, örneğin Velidi Togan, Rıza Nur, Nihal Atsız gibi pek çok ırkçı Türkçü bile ileri sürülen görüşleri tutarsız buldu, eleştirdi, kayda değer bulmadı. Doğrusu, onların muhalefeti herkesin Türk yapılmasınaydı; zira bu ırkçılara göre herkesin olamayacağı kadar Türklük üstün bir ırktı! Ama nihayetinde bu ırkçıların da farkında olduğu üzere herkes Türk değildi. Bu tür itirazların çok da bir anlamı yoktu Mustafa Kemal ve kendisinin adına besmele çekerek ırkçılık yapan profesörler için; önemli olan şuydu: Tarih yazmak!

Bu noktada bir örnek vermek isterim. Murat Belge, Türk Tarih Tezinin dayanaklarını incelerken, İttihat Terakki Cemiyeti’nin 5 Ocak 1911’de Selanik’te yaptığı ve Türkçü-Turancı görüşlerinin netleştirildiği konferansa ve bu konferansa dair yazıların 27 Nisan 1912’de Genç Kalemler dergisinde yayımlandığına dikkat çeker. Bu yazılardan biri de, “manevi yurt” mefhumunu açıklamaya girişen Mehmed Ali Tevfik’e ait. Tevfik, “her Türkün en mukaddes vazifesi”nin manevi vatan “mefhumunun evvela halk [‘yaratma’], sonra neşir [yayma] ve tamimine çalışmak olmalıdır” diyordu. Bu kutsal vazife yerine getirilirken, “meşru bir takım yalanlar”ın görmezden gelinmesini ve hatta bunlara başvurulmasını isteyen Tevfik’in bu yazısı, 1932’te Birinci Türk Tarih Kongresinde Yusuf Akçura tarafından hatırlatılmıştı. Bu yazıyı referans alan Akçura’ya göre de, örneğin Türk Tarih Kurumu tarafında yazılan kitaplardaki “teferruata ait hatalar olabilir; fakat kitapların istihdaf ettiği gaye ve o gayeye bizi götüren anahat doğrudur.” 

Bu ibretlik örnekten hareketle Murat Belge haklı olarak şöyle yazıyor: 

“Bu cümlelerin bilimsellikle, ‘doğru’ arayışıyla zerre kadar ilişkisi olmadığını görmek güç değil. Böylece Mehmed Ali Tevfik’in milliyetçi bir toplum yetiştirmek üzere yalan-tarih yazma önerisinin Yusuf Akçura’dan geçerek Türkiye Cumhuriyeti ‘Milli Eğitim’inin aslî parçası haline geldiğini görüyoruz.” (Belge 2011:666-667-668)

Bu gerçek, yıllar sonra Mustafa Kemal’in sadık gazetecilerinden olan ve hatta 1950’lerin sonlarında Qimil adlı Kürtçe bir metin yazdığı için Musa Anter’in kellesinin koparılmasını isteyen Falih Rıfkı Atay tarafından da dile getirilmişti (Anter 1991:142). Atay, şöyle yazmıştı: 

“… Atatürk’ün dil ve tarih davalarına sarılışının ve mirasını Dil ve Tarih kurumlarına bırakışının sebebini hemen görüyorsunuz. Türk’ü kendi şahsiyetine, ve şark-İslam dünyası dışında bir medeni topluluk yaratabileceğine inandırmak için diline ve tarihine inandırmak lazımdı. Atatürk kendi milletini aşağılık duygusundan kurtarmak için, dilci ve tarihçilerin zaman zaman, en mübalağalı iddialarını dahi benimsemekten kaçınmamıştır.” (Beşikçi 1986:179)

Bu resmî yalan-tarih yazma teorileri, öbür yandan aşağı yukarı on yıl kadar sonra dünyanın gerçekleri karşısında çok daha kısık bir tonda seslendirilmeye başlandı. Daha doğrusu, savunulmaya ve resmi ideoloji ile siyasetin temel harcı olarak yürürlükte tutulmaya devam edildi; ancak örneğin 1930’lu yıllardaki gibi çok da hamasi, çığırtkan ve kendinden emin biçimde seslendirilmedi. 

Bu noktada belirtmek isterim ki, hem tarih hem de dil teorisi konusunda bence en dikkate değer husus şuydu; Türklüğün ve Türkçenin arî kökeninin bir dönem boyunca çığırtkanca ileri sürülmesi ve yine bizatihi bu köken iddiasından dolayı bu görüşlerin bir süre sonra ise bir nebze de olsa sessizliğe terk edilmesiydi. Şöyle açıklayayım… 

Arî köken, kültür veya kimlik pek çok millet tarafından günümüzde de savunuluyor. Buna Türk kökenli ilan edilmeye yıllarca itiraz etmiş olan Kürtler de dahildir. Özellikle Hint-Avrupa dil ailesinden yola çıkılarak arî kökeninin savunulduğu söylenebilir. Bu noktada Celadet Ali Bedirxan’ın konuyla ilgili bir notunu da paylaşmadan geçmemeliyim. Bedirxan 1934’te yazdığı bir yazısında “birkaç seneden beri (cumhurbaşkanlığı kararıyla) Türklerin de Arî” yapıldığını belirttikten sonra ekliyordu: “Ama zavallı Kürtler, kararnameyle ilan edilmiş Arîlikten farklı olarak, köken, ırk ve dil itibarıyla Arîdirler.” (1997:27)

Kürtlerin arî ırkından geldiklerine dair görüşün esası bu şekildeyken, öbür yandan arî kökeninin savunulmasının ırkçılıkla olan bir bağı da vardır. Bilindiği üzere, soykırım suçu işleyen ve İkinci Dünya Savaşı’yla bütün dünyayı felakete sürükleyen Adolf Hitler’in ırkçı teorisi de Alman arî ırkının inşasına dayanıyordu. 1933’ten itibaren Almanya’da ipleri ele geçiren Hitler ile aynı zamanlarda, tek karar sahibi kişi olarak Mustafa Kemal’in zaten ipleri elinde tuttuğu Türkiye’de de, Celadet Bedirxan’ın da belirttiği üzere Türklerin arîliği savunuluyordu. 

Oysa sadece kültürel ve dilsel nitelikler açısından bakıldığında, Türk dilinin ve kültürünün en azından Hint-Avrupa dil ve kültür familyasıyla yakından uzaktan bir ilgisinin bulunmadığı ve uzak Asya kökenli olduğu, bugün gibi aslında o günlerde de biliniyordu. Buna rağmen Türkçülük arîlik üzerinden tıpkı Hitler’in yaptığı gibi inşa edilmek isteniyordu. Bu arada Nazan Maksudyan’a göre, tam da bu nedenle Türk milliyetçiliğinde Alman ırkçılığının izleri bulunuyordu (2005:45). Bence, her ne kadar Maksudyan epey naif biçimde ifade ediyorsa da, milliyetçilik kavramıyla daha kabul edilebilir bir düzeye çekilen olgu, esasında Türk ırkçılığıdır ve hatta Alman ırkçılığının Türk ırkçılığından izler taşıdığını ileri sürmek de pek ala mümkündür. 

Hem tarihsel absürtlük dolayısıyla hem de bütün dünya tarafından lanetlenen Hitlerle aynı döneme denk gelmiş olmanın özellikle siyasi tedirginliği bakımından, aslında bir yerden sonra Türk Tarih Tezini ve Güneş Dil Teorisini çığırtkanca savunmanın pek olanakları da kalmamıştı. 

İkinci bir husus olarak da şuna dikkat çekmek lazım: Özellikle Türk Tarih Tezi ileri sürülürken, sık sık Batılıların Türk karşıtlığına, Türklerin tarihsel rollerini çarpıtmalarına ve hatta Avrupa ırkçılığının Türkleri özellikle tarihsel olarak görünmez kıldığına vs. değiniliyordu. Ancak öbür yandan en ufak bir Batılı görüş veya en azından bir Batılı bulunduğunda ise el üstünde tutuluyordu. Bunun tipik bir örneği Eugene Pittard’dır. Nitekim bu kişi ırkçı Türk tezlerine destek verdiği için gerek Mustafa Kemal gerekse de organik aydınları tarafından el üstünde tutulmuş, tarih kongrelerinde başköşede konuk edilmişti. Ancak Batıda hiç de görüşleri ciddiye alınmayan bu Batılıdan (İsviçreli) başka da Ankara’nın imdadına koşan yoktu. Aksiliğe bakın ki, aslında Pittard Kürtler konusunda Mustafa Kemal ve aydınlarıyla aynı görüşte de değildi. (Sonraki yazıda bu konuyu anlatacağım.) 

Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, bir yandan bütün dünyanın Türk olduğu ileri sürülürken aslında Batıya veya Batılıya karşı bir eziklik psikolojisiyle hareket ediliyordu. Buna göre, ortaya atılan aşırı uç görüşler de kendini kanıtlama çabası olarak değerlendirilebilir. Ancak burada madalyonun bir de öbür yüzü var ve bu, bir tür kompleksli duruma işaret ediyor. Bu durum, Pittard örneğinde olduğu gibi, aslında gizliden gizliye ve elbette fırsatını bulduğu anda açıktan bir hayranlığı da içeriyor. Arî ırkına mensubiyet bildirerek dünyanın Türklüğünü ilan etmenin altında bence, Mustafa Kemal’in ifadesiyle “muasır medeniyet” olarak Avrupalı olma hedefi de vardı; ya da en azından Avrupa oryantalizminin pek hırpaladığı ve değersizleştirdiği Doğulu olmaktansa Batılı bir kökene sahip olmak daha cazipti. Böylece sadece Batılı medeniyete ulaşmak hedeflenmiyordu; aynı zamanda bu medeniyetin esas kurucusu olduklarını ileri sürerek bir aidiyet bağı da kurulmak isteniyordu. (Konuyla bağlantılı nitelikli bir okuma için bkz. Akman 2011.) 

Elbette bu ırkçı tarih ve dil tezleri ortaya atılırken, tek neden sözünü ettiğim Batılılarla kurulan bu kompleksli ilişki de değildi; bir bakıma bunu da içeren örneğin laiklik de önemli bir diğer etkendi. Yeni kurulan laik devlet, özellikle İslam öncesi Türk tarihini göklere çıkarıyordu; buna karşın örneğin İslam sonrası, özellikle Osmanlı tarihi tam da İslam etkisi nedeniyle görünmez kılınmaya ve hatta yok sayılmaya çalışılıyordu. Burada tabi Osmanlı’nın yıkılması ve böylece yüzyıllara dayanan bir devlet geleneğinin ortadan kalkmasının yarattığı Türkçü öfke veya travma da belirleyicidir. Falih Rıfkı Atay’ın “Atatürk kendi milletini aşağılık duygusundan kurtarmak için” bu tür çabalarda bulunduğuna ilişkin görüşü, tam da bu iki durumda anlamlı oluyor (Bkz. Zürcher 2005; Akman 2011; Bora 2017). 

Aslında Mustafa Kemal’in tarih ve dil konusunda çerçevesini çizdiği bu ırkçı görüşler, 1930’lu yıllarda ortaya çıkmamıştı; daha önce de belirttiğim gibi zaten bir süreden beri bu konular tartışılıyordu ve resmi politika olarak da uygulanıyordu. 1930’lu yıllarda yapılan ise bunun daha sistematik biçimde bir formata kavuşturulmasıydı. Nitekim bizzat Mustafa Kemal’in görevlendirdiği isimler tarafından Türk Tarih Tezini anlatan ciltler halindeki “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı bir kitap yazıldı ve bu kitap 1941’e kadar da liselerde ders kitabı olarak okutuldu. 

Bu noktada bir hususa özellikle dikkat çekmek isterim. Burada referans gösterdiğim isimlerin çoğunun da katıldığı genel kanı, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi çerçevesinde ileri sürülen ırkçı görüşlerin 1939-1941 dolaylarında terk edildiği yönündedir. Ancak bence böyle bir tespitte bulunmak tam olarak doğru olmayacaktır. Nitekim 1943’te toplanan Üçüncü Türk Tarih Kongresinde benzer görüşler dillendirilmeye devam edilmişti. Örneğin bu kongrede dönemin Milli Eğitim Bakanı olan ve günümüzde de kendisinden özellikle taşıdığı iddia edilen “halkçı” nitelikler dolayısıyla pek övgüyle söz edilen Hasan Ali Yücel şunları söylemişti: 

“… Biz Atatürk’ün ölümünden sonra milli ülkümüzün insanlaşmış bir sembolü olarak şefimiz İnönü’nün etrafında bu duygu ile toplandık. Milli Birliği yalnız bugünün müşterek hisleri halinde görmek hatadır. Sumer Medeniyetinin Turanlı bir medeniyet olduğu söylendiği zaman, ona isyan eden bilginlere inanmıyorsak, bu inanmayışın manası, ancak, hakikat olmayana inanmayıştır.” (Beşikçi 1986:142)

Hakeza Şefik Taylan Akman’ın tespit ettiği şekliyle, Türk’ün ve devletinin kutsal mazisine dair görüşler, “sadece 1930’ların Türk Tarih Tezi veya Güneş Dil Teorisi gibi akımlarında görülen geçici bir aşırı milliyetçi durum da değildir. Benzer bir dili yine devlet katında 80 ve 90’larda çıkan çeşitli yayınlarda dahi görmek mümkündür. Örneğin 1982 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayınlanan bir kitapta ağaç kültünü hatırlatırcasına çizilen bir resim ve altındaki ‘üç kıtada kökleri olan, 7000 yıllık Türk Milleti’nin ulu ağacı 1923’de yeni bir filiz vermiştir. Bu Filiz’e uzanan eller kırılmaya mahkumdur’ notu aslında 1930’ların tarih tezinin iddialarından pek de vazgeçilemediğini göstermektedir. Yine 1990 yılında [Millî Güvenlik Kurulu Sekreterliği Yayınları tarafından] yayınlanan ‘Devletin Kavram ve Kapsamı’ adlı kitapta da devletin varoluşunun kutsal olan ile bağlantılandırıldığı göze çarpar.” (2011:104)

Bütün bu örnekler, Türk Tarih Tezinin ve Güneş Dil Teorilerinin bir bakıma bugüne kadar savunulduğunu gösterir. Bununla birlikte, özellikle 1945’ten sonra, aslında Alman Nazi ırkçılığının İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmesinin ve böylece ırkçı görüşlerin dünya genelinde itibarsızlaşmasının da bir sonucu olarak, Türkçü ırkçı görüşlerin dışa dönük daha kısık biçimde seslendirilmeye başlandığı belirtilebilir. Ama bu arada içe dönük ise bu ırkçı görüş ve siyaset aynı tempoyla seslendirilmeye devam edildi. İsmail Beşikçi’nin (1986) Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisinin eleştirisi bağlamında detaylı biçimde gösterdiği üzere, bunun en bariz örneği kuşkusuz Kürtlere yönelik muameledir. Nitekim Tanıl Bora’nın belirttiği gibi, “‘Sözde’ Kürtlerin ve Zazaların Türklüğünü anlatan inkârcı söylem, belirli aralıklarla rektifiye edilerek 2000’lere kadar süregelmiştir.” (2017:225) 

Bu arada elbette, günümüzde örneğin okullarda okutulan tarih kitaplarının muhtevasının pek değiştiği söylenemez; en azından hala “bir ferdinin bütün dünyaya bedel olduğu ulu Türk’ün şanlı tarihi” işlenmeye devam ediliyor. Özcesi, 1930’ların tarihsel ruhu hâlâ hâkim vaziyette. 

Kaynakça 

Akman, Şefik Taylan (2011). Türk Tarih Tezi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Resmi Tarih Yazımının İdeolojik ve Politik Karakteri. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. 1(1). 

Anter, Musa (1991). Hatıralarım (1. Cilt). İstanbul: Yön Yayıncılık

Bedirxan, Celadet Ali (1997). Kürt Sorunu Üzerine. İstanbul: Avesta Yayınları

Belge, Murat (2011). Militarist Modernleşme. İstanbul: İletişim Yayınları

Beşikçi, İsmail (1986). Türk Tarih Tezi ve Kürt Sorunu. Stokholm: Dengê Komal Yayınları

Bora, Tanıl (2017). Cereyanlar. İstanbul: İletişim Yayınları 

Bozarslan, Hamit (2008). Türkiye’nin Modern Tarihi. İstanbul: Avesta Yayınları

Ersanlı, Büşra (2011). İktidar ve Tarih / Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937). İstanbul: İletişim Yayınları

Hür, Ayşe (2012). Öteki Tarih I / Abdülhamid’den İttihat Terakki’ye. İstanbul: Profil Yayınları

Maksudyan, Nazan (2005). Türklüğü Ölçmek / Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi / 1925-1939. İstanbul: Metis Yayınları

Tanyu, Prof. Dr. Hikmet (1981). Atatürk ve Türk Milliyetçiliği. Ankara: Töre Devlet Yayınevi

Zürcher, Eric Jan (2005). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları

İlginizi çekebilir