Nuri Fırat: ‘Kayıp’ Bayramlar..!

Bir şeyi kaybetmek ve bütün çabalara rağmen arayıp bulamamak… Kaybedilen şey, değerine göre elbette geride bir duygu ve düşünce hali bırakacaktır. Bir boşluk, üzüntü, özlem veya belki de bir şekilde bir gün yeniden bulabilme umudu… Bazen veya sürekli biçimde kaybedilen şeye dair bir sorgulama ve düşünme biçimi… 

Bir kaybedilen ve bu kaybı yaşayan… Yaşanan durumun iki tarafından söz ediyorum… 

Bugün size kaybedilen insanlardan söz ediyorum. Kaybedilen ve bütün çabalara rağmen bir daha kendisinden haber alınamayan insanlardan… Daha da beteri bu insanları kaybedenlerin kim veya kimler olduğu bilindiği halde, çabaların sonuçsuz kaldığı, ne bir hesabın sorulabildiği ne de kaybedilene dair bir bilginin elde edilebildiği dramatik bir durum… 

Size sözünü etmek istediğim kayıp insanların hikâyelerini bir bakıma özgün veya özel kılan bir husus var; o da bu insanların politik nedenlerle ortadan kaybettirilmiş olmalarıdır ve akıbetlerinin bir daha bilinememesinin de bizatihi bu politik nedenlere bağlı olmasıdır. 

Birleşmiş Milletlerin de kabul ettiği biçimiyle bugün artık genel geçer olarak kabul edildiği üzere, dünyanın pek çok ülkesinde, binlerce insan politik, ideolojik, dinsel, cinsel, etnik veya milli düşünce veya aidiyetleri nedeniyle devlet güçlerince veya devletin dolaylı biçimde devreye koyduğu, desteklediği veya göz yumduğu güçlerce alıkonuldu, gözaltına alındı, ortadan kaldırıldı ve kendilerinden bir daha da haber alınamadı. 

Demokrasinin, insan haklarının, hukukun olmadığı diktatoryal veya zorba rejimlerin hemen hepsinde benzer durumlar yaşanmıştır ve hala da yaşanıyor. Bu ülkelerden biri de Türkiye… 

Türkiye’de gözaltında kayıp vakalarının geçmişi Cumhuriyet’in kuruluşuna, hatta öncesine kadar götürüldüğü söylenebilir. Ancak en yoğun ve sistematik gözaltında zorla kaybettirme vakaları 1990’lı yıllarda, Kürt illerinde ve elbette Kürt meselesi nedeniyle yaşandı. 

Kaç kişinin politik, etnik ve milli aidiyetleri, kimlikleri veya faaliyetleri nedeniyle gözaltına alınıp kaybettirildiği konusunda ne yazık ki, net bir istatistikten söz etmek zor. İnsan Hakları Derneği başta olmak üzere çeşitli kurumların bu konuda istatistikleri var ve bunlar da çok net veriler barındırmıyor. Konuyla ilgili çalışma yapan Hafıza ve Adalet Merkezi’nin verilerine göre örneğin, bin 353 kayıp vakasından söz ediliyor; Birleşmiş Milletlerin belirlediği çerçevede gözaltında zorla kaybettirilme kriterlerine göre, aynı merkezin netleştirdiği net veri ise, 9’u kadın toplam 450 kişi. Ve bu kayıplardan sadece 128 tanesinin bedenleri bulundu ve aileleri tarafından defnedildi.

Bu veriler, aynı zamanda kayıp vakalarının belirlenmesindeki zorlukları gösteriyor. Muhtemelen bu zorluklar bizatihi kayıp vakalarının niteliğinden veya oluş nedenlerinden de kaynaklanıyordur. Nihayetinde bütün deneyimlerden ortaya çıktığı üzere, kaybettirilen kişiler, kelimenin tam anlamıyla her biçimiyle kaybettirilmeye çalışılıyor; yani bu insanlar hiç yaşamamış, kaybettirme vakaları da hiç yaşanmamış gibi varsayılıyor ve tam da bu noktada kaybettirmeyi mümkün kılan güç ve konjonktür de aynı şekilde yaşanan kaybın kayda alınmasını veya bir şekilde kayıp olarak bile bilinmesini istemiyor; bunun için de Türkiye örneğinde olduğu gibi her türlü çaba gösteriliyor. 

Başka bir biçimde bu durumu yeniden ifade edecek olursam… 

Zorla kaybetme durumlarında en fazla öne çıkan kavram belirsizliktir. Zira kaybetmede kayıp kelimenin ilk anlamıyla kayıptır; geride kalana “nerede” diye sordurtacak türdendir. Elbette ölüm de geride kalanların hayatlarında bir boşluk yaratması açısından kayıp olarak tanımlanır. Ancak zorla kaybetme geride kalanları sürekli bir bilinmezlik ve arayış içinde bırakmasıyla ölümden ayrılır. Zorla kaybetmede alınıp götürülene ne olduğu bilinmez. Götürülenin nerede tutulduğu, akıbetinin ne olduğu belirsizdir ve dikkat çektiğim üzere bunun bilinmesine izin verilmez. Zorla kaybetme uygulaması, gücünü tam da buradan alan bir devlet stratejisidir zaten. Kaybetmenin geride kalanlar üzerinde yarattığı korku, verdiği mesaj, yarattığı etki nedeniyle devletin bu stratejide ısrarcı olduğu ileri sürülebilir. 

Geride kalan yakınları için bu belirsizlik beden bulununcaya kadar devam eder, ki Türkiye’deki yüzlerce örnekte görülebileceği gibi otuz yılı aşkın süre bulunamaz.

Anlaşılacağı üzere geride kalanlar, yani kaybedilen yakınlarını, eşlerini, çocuklarını, kuzenlerini, babalarını vesaire arayıp duran kişiler açısından bir de bir yas meselesinden söz etmek gerekecek. Gasp edilmiş yas hakkından… 

Zorla kaybedilene ne olduğunun bilinmemesi, mezarın olmaması yakınları için sonu gelmeyen bir bekleyiş demektir. Bu yüzden zorla kaybedilenin yakınları bir taraftan “Belki bir gün gelir” diye yıllarca evinin kapısını açık bırakıp gecenin her sesine bir umutla irkilirken, diğer taraftan da “Artık sağ gelmeyeceğini biliyorum, gidip Fatiha okuyacağım bir mezarı olsun, nerede olduğunu bileyim” der.

Hayatta kalanların kayıp için yas tutabilmesi önemlidir. Zira yas süreci yaşanmadan kaybın yol açtığı travmanın aşılması mümkün değildir. Judith Butler, “Belki de insan daha ziyade yaşadığı kayıp nedeniyle –muhtemelen sonsuza dek- değişeceğini kabul ettiğinde yas tutar. Belki de yas, sonucu tümüyle önceden kestirilemeyecek bir dönüşüm geçirmeye razı olmakla alakalı bir şey” der.  Fakat aile ferdinin, babanın, kardeşin, eşin veya çocuğun yokluğu hayatın normale dönmesi için gerekli olan yası da askıda bırakıyor. Bu nedenle kayıp yakınlarının en dikkat çekici taleplerinden biri “Bize kemiklerimizi versinler, gömelim” şeklinde dile geliyor. 

Ölüm sonrası törenler ve ölüye karşı duyulan sorumluluklar tarihsel dönemlere, coğrafyalara, kültür ve inançlara göre kuşkusuz çok farklılıklar gösterir. Ancak tarihin her döneminde ve toplumların çoğunluğunda ölüyü gömmek ya da ona karşı kültürün, dinin gerektirdiği törenleri yapmak bir zorunluluk, ölene karşı bir görev olarak ele alınır. Ortadoğu toplumlarının kültürlerinde de bu durum önemli bir yere sahiptir. Ortadoğu toplumlarında ayrıca ölüm sonrasında belli zamanlarda yapılan mezarlık ziyaretleri de bu görev ve sorumluluk duygusuyla, ölene duyulan sevgi ve saygının bir gereği olarak yerine getirilir. Ölenin mezarsız bırakılması bin yılların birikimi olan bu kültürel ve dinsel geleneklerin de yerine getirilememesi anlamına gelir. Yani öleni/öldürüleni mezarsız bırakmak toplumun değerlerini hedef almak, onun kutsalına, yerleşik yaşam kültüründe önemli bir yeri olan atalarından kalma geleneklerine ve dini ritüellerine saldırmak olarak da değerlendirilebilir. 

Bu noktada sözü dini bayramlara getirmek istiyorum. Malumumuz, dikkat çektiğim dini, kültürel ve tarihsel geleneklerden biri de bayram zamanlarında yapılan mezarlık ziyaretleri, mezarda bulunan için okunan dualar ve bu şekliyle manevi yükümlülüklerin yerine getirilmesi vesairedir… 

Ancak kaybedilmiş kişilerin bir mezarları olmadığından dolayı, yakınlarının ziyaret edip dua edebilmelerinin, yaslarını tutabilmelerinin, dini ve kültürel vecibelerini yerine getirebilmelerinin imkânları da olmuyor. 

Dolayısıyla bu ritüellerin yerine getirilmemesinin yarattığı boşluğu, acıyı ve kederi derinleştirdiği gibi, bayramlar, bazı durumlarda daha da beter biçimde bizatihi yaşananlara dair olumsuz çağrışımlara yol açabiliyor. Bu da kayıp vakalarının bizatihi bayramlar zamanlarına denk gelmesiyle ilgilidir. Yaptığım araştırmada pek çok kayıp vakasının, kaybettirilen insanlarca kutsal kabul edilen Kurban veya Ramazan bayramlarına denk geldiğini gördüm. Yani her halükarda yıllardır bayramların bayram olmaktan çıktığı, her bayramın yeniden acıya vesile olduğu bir durum… 

Bütün bu hususlara dikkat çektikten sonra bazı hikâyeleri kısaca sizlerle paylaşmak isterim… 

Ömer Savun…  Şırnak, Güçlükonak’a bağlı Ormaniçi, Kürtçe ismiyle Bana köyündendi. Daha otuzlu yaşlardaydı. Üç çocuğu vardı, en küçükleri daha kundaktaydı. 1989’un Ramazan Bayramından bir önce, 5 Mayısta evine baskın yapıldı, gözaltına alındı. Defalarca gözaltına alınmıştı, işkenceye maruz kalmıştı. Sonuncunda yine gözaltına alındığında, yine işkence eder bırakılar diye bekliyordu ailesi. Ama öyle olmadı, bir daha dönmedi ve akıbeti hala bilinmiyor. Ömer Savun, Şırnak’ta belirlenebildiği kadarıyla gözaltında kaybettirilen 211 kişiden sadece biri…

Nezir Acar… Mardin Dargeçit’e bağlı Yalnız Köyündendi, üç çocuk babasıydı… Pek çok kere gözaltına alınanlardandı ve resmi açıdan hep “şüpheli” görülüyordu. Hayvan ticareti yapıyordu, bu amaçla Dargeçit’e gitmişti. 8 Nisan 1992’de, üç günlük Ramazan Bayramı’ndan sonraki gün Dargeçit’te gözaltına alındı ve bir daha kendisinden haber alınamadı. 

Bitlis, Tatvan’ın Karükan köyü… 70 yaşındaki Hacı Mehmet Şişman bir hafta gözaltında tutulmuş ve Kurban Bayramından önceki gün, 10 Haziran 1992’de serbest bırakılmıştı, Çocukları ve köylüleri gözaltından çıkan Hacı Mehmet’i ve ertesi gün bayram namazını kıldırmak için de imam Hikmetullah Diksin’i yanlarına alarak köy minibüsüyle köy yoluna koyuldular. Yolda minibüs durduruldu ve maskeli kişilerce tarandı. Hikmetullah Diksin, Hacı Mehmet Şişman, Ahmet Şişman, Mahmut Şişman, Adil Şişman, İbrahim Işık, Mahmut Üzer, Abdullah Özbaş, Yaşar Alayurt, Mehmet Ali Şili, Kemal Şili, Aziz Taşoğlu ve Mahmut Güreş adlı 13 masum sivil katledildi. Gözaltından çıktığı gün öldürülen Hacı Mehmet Şişman 70’indeydi, öldürülen en küçük kişi ise 12 yaşındaki Mahmut Güreş’ti… 

Katliamın faillerini bulmak yerine devlet Karükan köyünü boşalttı. Hacı Mehmet’in oğlu ve Ahmet, Mahmut ve Adil Şişman’ın da kardeşi olan Maaruf Şişman, yaşadığı trajedi yetmezmiş gibi, sistematik baskıya maruz kaldı, tutuklandı, önce İstanbul’a, daha sonra Rusya’ya göç etmek zorunda kaldı. 19 yıl sonra, 2011’de, ilk kez bu konuyla ilgili haber yaptığımda kendisiyle görüşmüştüm, şans eseri minibüse son anda bindirilmemişti, yoksa öldürülen 14. kişi olacaktı ve tek istediği ise bu katliamın unutulmamasıydı. 

Karükan katliamı bir gözaltında zorla kaybettirme olayı değil, ancak önceki ve sonraki yıllarda benzer biçimde tekrarlanan failleri belli olduğu halde “faili meçhule” terk edilen pek çok katliamın önemli bir halkasıydı. Ve Kurban bayramının arifesinde sivil insanlar kurban seçilmişti. 

1990’lı yıllarda pek çok sivil katliam, faili meçhul cinayet ve gözaltında kayıp vakası yaşandı, özellikle de 1992-93 ve 94 yıllarında bu vakalar zirve yaptı. Nitekim Ramazan ve Kurban bayramlarına denk gelen gözaltında zorla kaybettirme vakalarının en fazla yaşandığı yıllardan biri de 1994’tü… 

Şırnak Cizre… Ramazan bir hafta önce, 6 Mart 1994’te Cizre’de esnaf olan Süleyman Gasyak, akrabası Ömer Cindoruk ile Silopi’ye gidiyordu. Yolda, köylüleri olan 13 yaşındaki Abdulaziz Gasyak ve 17 yaşındaki Yayman Akman’ı yanlarına almışlardı. Dördü de yolda araçları durdurularak gözaltına alındı ve kaybettirildi. İki gün sonra, 1990’lı yıllardaki pek çok sivil infazla anılan Botaş kuyularının bulunduğu bölgede cenazeleri bulundu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’yi mahkum etti, ancak fail olarak yargılanan dönemin yetkililerinden Albay Cemal Temizöz ve pek çok asker Türkiye’de 2015’te beraat ettirildi. 

1994’teki Ramazan Bayramı öncesinde, sırasında ve sonrasında gözaltında kaybettirme ve infaz haberleri gelmeye devam ediyordu. 

Cüneyt Aydınlar… 20 Şubat 1994’te, Ramazan ayında İstanbul Bakırköy’de gözaltına alınan, 27 Şubat’ta gözaltı kaydı yapılan, ancak daha sonra kendisinden haber alınamayan üniversite öğrencisi… Kamuoyu baskısı sonucunda İstanbul Emniyeti, 1990’lı yılların klasik açıklamalarından birini yapmıştı, gözaltındayken olay yeri incelemesi sırasında kaçtı, gitti… Elbette olay böyle değildi ve bir daha Aydınların akıbetinden haber alınamadı…

Halis Kılıç, Metin Karsüt… 20 Mart 1994’te, Ramazan Bayramından bir hafta sonra, Diyarbakır Silvan’ın Cumat köyündeki bahçelerini budamaya giden Halis Kılıç ve Metin Karsüt gözaltında alındı, iki gün sonra aynı köyde cansız bedenleri bulundu. Halis daha altı aylık evliydi ve infaz edildikten 7 ay sonra çocuğu oldu. Babasını hiç göremeyen çocuklardan biri…

Ve Nazım Babaoğlu… Özgür Gündem gazetesinin Urfa muhabiriydi, bir haber için Ramazan Bayramından bir gün önce, Susurluk olayıyla devletle derin bağları bulunduğu ortaya çıkan korucu Bucak Aşiretinin devlet içinde devlet gibi yönettiği Siverek’e gitti. Ve bir daha kendisinden haber alınamadı. Nazım’ın hikayesini anlatan kitaba dava açıldı, ceza verildi; aynı dönemde Urfa’da görev pek maharetli vali ise daha sonra AKP’de siyasete koyuldu. Daha 19 yaşında olan Nazım hala kayıp…

Benzer dramlar 1994’ün Kurban Bayramı öncesinde, sırasında ve sonrasında da yaşanmaya devam etti. 

Bulut ve Örhan Aileleri… Diyarbakır, Lice ve Kulp ilçeleri… Kurban Bayramından 8 gün önce, 13 Mayıs 1994’te operasyona çıkan askerlerce Lice’nin Kabakkaya köyünü ateşe verdi ve Mustafa Bulut’u gözaltına aldı. Ertesi gün akıbetini sormaya giden kardeşi Fahri Bulut ve daha sonra ikisini akıbetini sormaya giden Ekrem, Ramazan ve Ali Bulut da gözaltına alındılar. 

Bulut ailesinin dramından 10 gün sonra, Kurban Bayramı’nın 3. Gününde, 24 Mayıs 1994’te bu kez Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde Örhan Ailesi aynı akıbeti yaşayacaktı. Kulp’un Deveboyu mezrasına baskın yapan askerler, evleri ateşe verdikten sonra Mehmet Selim Örhan, kardeşi Hasan Örhan ve 17 yaşındaki yeğenleri Cezayir Örhan’ı gözaltına aldılar. 

Bu iki olaydan sonra, ne Bulut Ailesinin ne de Örhan Ailesinin fertlerinden bir daha haber alınamadı. Daha sonra 12 Haziran 1994’te Kulp’un Bağcılar Köyü yakınlarında 8 kişiye ait cenazelerin toplu halde gömüldüğü ortaya çıktı. Ailelerin ve İnsan Hakları Derneğinin ısrarlı çabaları sonucunda bu toplu mezar ancak 2003’te açılabildi. DNA incelemesinde kemiklerin Mehmet Selim ve Hasan Örhan ile Ali, Ekrem ve Ramazan Bulut’a ait olduğu belirlendi. Diğer üç kişinin kimlikleri ise belirlenemedi. Böylece Cezayir Örhan ile Mustafa ve Fahri Bulut’un kemikleri de bulunamamış oldu ve onlar kayıp olarak kalmaya devam ediyor. 

Kimlikleri tespit edilen kişilerin kemiklerinin başına gelenler ise ayrı bir dramdı. İncelenmek üzere Adli Tıp’a gönderilen kemikleri almak isteyen bulut ve Örhan ailesine bu kez kemiklerin kayıp olduğu söylenmişti. Ailelerin ısrarlı başvuruları sonrasında Kulp Cumhuriyet Başsavcılığı, iki yıl sonra, kimlikleri belirlenen Bulut ve Örhan ailelerinin fertleri dahil sekiz kişiye ait kemikleri aynı torba içinde Kulp kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü ve kemikleri ayrıştırarak veremeyeceklerini, aileler isterlerse aynı torba içinde kemiklerin verilebileceğini bildirdi. 

Lice ve Kulp’taki bu kayıp ve infazlar nedeniyle, 20 yıl sonra, 2013’te dönemin askeri yetkililerinden Tuğgeneral Yavuz Ertürk hakkında dava açıldı. 11 kişinin ölümü ve kaybından sorumlu tutulan Ertürk, benzer durumdaki pek çok davada olduğu gibi, 2018’te beraat ettirildi. 

Babası Mehmet Selim Örhan kaybettirildiğinde henüz 12 yaşında olan Adnan Örhan, yıllar sonra şunu diyecekti:

“Tarifsiz acılar sonucunda biz ve Liceli Bulut Ailesi beraber aynı kabrin etrafında toplanıyoruz. Hiç tanımadığınız bir aile ile aynı kabirde babalarımızın kemikleri yatıyor.”

Bulut ve Örhan ailesinin akıbeti, aynı hafta içinde Lice’nin Türeli köylülerinin de başına geldi. Türeli’yi basan askerler burayı da ateşe verdikten sonra 6 kişiyi gözaltına aldı, götürdü. Daha sonra üç kişi bırakıldı. Ancak 15 yaşındaki Servet ile 19 yaşındaki ağabeyi İkram İpek ve köylüleri Seyithan Yolur’dan bir daha haber alınamadı. İpek kardeşlerinin anne ve babası yıllarca aradıkları evlatlarının hasretiyle yaşamlarını yitirdi. 

İpek kardeşlerinin akıbetini sormaya devam eden kuzenleri Aziz Öztürk ise, şöyle demişti: Kaç bayram oldu kuzenlerimin bir mezarı bile yok. Bayramlar artık bizim için bir anlam ifade etmiyor. Çünkü gidip dua okuyacak bir mezarları bile yok.”

Ve 1994’ün Kurban Bayramındaki kayıp kurbanlar bu kadarla sınırlı değildi. Mardin’de Piro Ay, Kurban Bayramın’dan dört gün önce, 17 Mayıs 1994’te gözaltına alındı ve hala kayıp. 

Halil Alpsoy, 12 Mayıs 1994’te, İstanbul’da, eşi ve kırk günlük bebeğiyle evine giderken gözaltına alındı. 18 gün sonra işkenceden tanınmaz hale gelmiş bedeni Kırıkkale’de bulundu. Halil’den bir hafta sonra, Kurban Bayramı’ndan 3 gün önce, bu kez amcasının oğlu Kasım Alpsoy kurban seçildi. Kasım Adana’da gözaltına alındı, işkence edildi ve bırakıldı. Ertesi gün kimliğini alması için tekrar karakola giden Kasım’dan bir daha haber alınamadı. 

Mursal Zeyrek, Şırnak Silopi’nin Çalışkan köyünde oturuyordu, 25 Mayıs 1994’te, kurban bayramının son gününde gittiği karakoldan bir daha dönemedi, akıbeti hala bilinmiyor. 

1994’ün kurban bayramında yaşanan trajediler gözaltında kayıp vakalarıyla sınırlı değildi. Bu yılın bayramında Siirt’in Baykan ilçesine bağlı Ardıçdalı – Kürtçe ismiyle Xalikan köyünde de bir trajedi yaşanmıştı. Sürekli olarak korucu olması istenen İmam ya da Mele Ahmet Ağırman, bu dayatmalara direnmişti. Bu nedenle de hem koruculardan hem de devlet güçlerinden sık sık tehditler almıştı. 

Kurban bayramının ikinci gününde, 23 Mayıs 1994’te, gece vakti, köydeki evi kimliği belirsiz kişilerce basıldı, ev tarandı. Ahmet Ağırman ile birlikte, eşi Gülistan ve çocukları Lokman, Mazhar ve Jiyan katledildi, daha sonra evleri ateşe verildi ve cenazeleri yakıldı. Aynı gece Mele Ahmet’in akrabası Çetin Ağırman’ın da evi basıldı, Çetin ve annesi Şefika Ağırman da tarandı, evle birlikte cenazeleri yakıldı. Devlete göre bu katliamı PKK yaptı; katledilen Şefika Ağırman’ın kızı Maşallah’a göre ise hiç kuşkusuz köydeki korucular katliamı yapmıştı. 

Ve bir anekdotu da paylaşmakta fayda var; ki bu, Mele Ahmet Ağırman’ın neden hedef alındığının da aslında bir kanıtıdır. 1970’lerin başında kurulan, kısa süre sonra birçok Kürt kentinde örgütlenen, 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında kapatılan ve onlarca üyesi tutuklanan Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının, Yani DDKO’nun dava dosyasında ilginç bir bilgi yer alıyordu. Bölge il ve ilçelerinde devletin halka yönelik baskılarını birçok kişi DDKO’nun şubelerine bildiriyordu ve DDKO bu baskıları kamuoyu ile paylaşıyordu. Mesela DDKO’nun en bildik açıklamalarından biri, söz konusu dönemde köylere yapılan komando baskınlarıydı. DDKO’ya derdini veya şikâyetini bildiren isimlerden biri de Siirt Baykan’ın Xalikan köyünden 10 yaşındaki Ahmet Ağırman’dı. Ağırman anadilinin Kürtçe olduğunu söylemesine rağmen nüfus sayım memurunun bunu kaydetmediğini paylaşıyordu. Daha 10 yaşındayken Kürt kimliğine sahip çıkan Ağırman, aşağı yukarı 20 yıl sonra sahip çıkmaya devam ettiği bu kimliğinden dolayı ailesiyle birlikte, bir kurban bayramında korkunç biçimde katledilmişti. 

Bayramların trajediye dönüştüğü 1990’lara dair hikâyeleri 1995’ten iki örnekle bitirmek istiyorum. 

Rıdvan Karakoç… Ağrı Tutaklıydı, din eğitimi almıştı, daha sonra İstanbul’a taşınmış ve ardından Avrupa’ya çıkmıştı. Hakkında sınırdışı kararı verilince İstanbul’da ikamet etmeye devam etti. 1990’ların başında pek çok Kürt kurumunda çalıştı. Bu nedenle hakkında arama kararı çıkarıldı. Bir süre gizlenen ve ailesiyle gizlice irtibata geçen Karakoç’tan daha sonra haber alınamadı. 

Aynı günlerde gözaltına alınıp haber alınamayan bir diğer isim de Hasan Ocaktı. 12 Mart 1995’te İstanbul’da Gazi Mahallesinde Alevilere yönelik katliam gerçekleştirilmişti. Katliamdan bir hafta sonra, 21 Mart’ta Hasan Ocak gözaltına alınmış ve kaybettirilmişti. Hasan Ocak’ın cenazesi 5 gün sonra İstanbul Beykoz ormanlarında köylüler tarafından bulunmuş, işkence nedeniyle tanınmaz haldeki cenaze kimsesizler mezarlığına defnedilmiş ve ailesi ancak 15 Mayıs 1995’te cenazeyi bulabilmişti. 

Ocak’ın ailesi çocuklarını ararken, Adli Tıp Kurumu’nun kayıtlarında tesadüfen Rıdvan Karakoç’a dair bilgilere de rast gelmişti. Bunun üzerine Karakoç’un akıbetini araştıran ailesi, Karakoç’un cenazesinin de Ocak’ın cenazesinin bulunduğu bölgede, Beykoz Ormanlarında 2 Mart 1995’te, Ramazan Bayramının ilk gününde, köylüler tarafından bulunduğunu, cenazenin 26 Mart’ta Adli Tıp’a teslim edildiğini, daha sonra kimsesizler mezarlığına defnedildiğini öğrenmişti. Ailesi, üç ay sonra Karakoç’un cenazesini alabilmişti. 

İstanbul’da bunlar olurken, öbür uçta, Hakkari’de de aynı dönemlerde 1990’lı yılların bir başka fotoğrafını gösteren gelişmeler oluyordu. 

Naif Demir… 6 Mart 1995’ten beri kendisinden haber alınamıyor, kayıtlara kayıp olarak geçen isimlerden biri. İddialara göre, Demir ailesi 1983’ten itibaren PKK ile çatışmalıydı ve bu nedenle devletle yakın ilişkileri bulunuyor. Naif Demir de sınır bölgesindeki askerlerle birlikte silah kaçakçılığı işini yapıyordu. 1996’daki Susurluk olayı ile birlikte ortaya çıkan pek çok devlet bağlantılı mafyatik ve karanlık organizasyonlardan biri de Yüksekova Çetesiydi. Bu çetenin üyesi olarak Kahraman Bilgiç, pek çok itirafta bulunmuştu. Bu itiraflardan biri de Naif Demir’in akıbeti hakkındaydı. Bilgiç’e göre, Naif Demir ile silah kaçakçılığı işini birlikte yaptığı Çukurca’daki askeri yetkililer arasında para anlaşmazlığı yaşanmış ve bunun üzerine Demir askerlerce öldürüldükten sonra cesedi Zap suyuna atılmıştı. 

1990’ların bayramlarına dair bu hikâyeler, elbette bugüne de dairdir. En basitinden gözaltına alınan insanların hala akıbetleri bilinmiyor, yıllar sonra açılabilen bazı davalarda günümüzde failler aklanıyor, katledilen insanların failleri bilindiği halde alenen korunmaya devam ediliyor. En önemlisi de hala çatışma iklimi var, devlet hala 1990’lardaki gibi şiddetle Kürt meselesini çözmekte ısrar ediyor ve haliyle cenazeler gelmeye, evlere ateş düşmeye ve bayramlar da keder ve yas zamanları olmaya devam ediyor. 

Ve en son… 28 Eylül 2009’da Diyarbakır’ın Lice ilçesinde 12 yaşındaki Ceylan Önkol havan topuyla öldürüldüğünde, Ramazan Bayramının üzerinden sadece bir hafta geçmişti. 

Ve yine Eylül ayında, 7 Eylül 2015’te bu kez Kurban Bayramına günler kala Cizre’de 10 yaşındaki Cemile Çağırca öldürüldü. Ailesi cenazesini bozulmasın diye buzdolabında saklamak zorunda kalmıştı. Bu çocuğun geçmişi de, o günü de geleceği de hiç bayramlık olmadı… 1992’de ablası Fatma da kendisiyle aynı yaştayken, dedesi, nenesi, yengesi ve kuzeniyle birlikte bir havan topuyla öldürülmüştü. Cemile ile aynı zamanlarda Cizre bodrumlarında insanlar diri diri yakıldı ve dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu, bütün bir tarihi ezberi tekrarlamıştı; Ölen sivil yok! 

Fotoğraflardaki Ceylan’ın kocaman gözleri ve bir buzdolabının Cizre’de hatırlattıkları hafızalara kazınan bütün bu trajedilerin sembolü olmaya devam ediyor ve elbette acıyı diri tutan kara bayramların… 

İlginizi çekebilir