Nuri Fırat: 12 Eylül Darbesinin ‘Kürt Bilançosu’

Türkiye Cumhuriyeti devleti uzun yıllar tek parti CHP tarafından yönetildi; bu, bir kısım siyasi askeri elitin yönetimde söz sahibi olması demekti. 1945’ten sonra çok partili döneme geçildiyse de, esasen askerlerin yönetimdeki ağırlığı sürdü. Askerlerin hoşuna gitmeyen bazı gelişmeler olunca da darbelere başvuruldu. Nitekim 1960, 1971, 1980, 1997’de darbe yapıldı. Aynı şekilde 2007’de askerlerin örtük müdahalesine maruz kalan AKP, 2016’da bu kez kendi tasarladığı gayet açık olan bir askerî darbe girişimine yol verdi ve böylece tüm ipleri eline aldı. 

Türkiye’deki bütün darbe süreçlerinin en fazla mağduru konumunda olanlar ise hiç kuşkusuz Kürtlerdir. Önceki yazılarda 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 darbelerinin Kürtlere yönelik zulmünü detaylı anlattım, bu yazıda 12 Eylül 1980’deki darbeyi ele alacağım. Zira tüm Türkiye açısından yarattığı ve bugün de devam eden dramatik etkiler kadar Kürtler açısından da son derece önemli bir kavşağı ifade ediyor. 

Askeri vesayetin yeniden tesis edilmesi açısından işlev gördüğü kadar, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus – devlet olarak esas aldığı kurumsal yapının yeniden tesis edilmesine yönelik çabayı da ifade eden 12 Eylül askeri darbesi, hayatın her alanında yarattığı etkiler dolayısıyla derin izler bıraktı. 

Kenan Evren liderliğinde generallerin bir kez daha darbe mekanizmasına başvurduğu 12 Eylül 1980’den sonra ortaya çıkan bilanço vahimdir. Bilançoya dair, çoğunluğu açık olmak üzere pek çok kaynaktan hareketle derleyebildiğim ve bazı kısmî farklılıkları da içeren sonuçlar şöyle: 

Darbeden önce 19 ilde sıkıyönetim uygulaması vardı ve yetki askerlerdeydi. Darbeden hemen sonra ise, 2 Sayılı bildiriyle sıkıyönetim komutanlarına tüm ülke çapında yetkiler verildi ve Türkiye’nin tamamında sıkıyönetim ilan edildi.

Meclis kapatıldı, partiler yasaklandı, liderler tutuklandı, Anayasa iptal edildi ve daha sonra 12 Eylül Anayasası yazıldı ve hala yürürlükte olan anayasa da bu… 

1980’de Türkiye’deki nüfus oranı 44 milyondu; bunun 1 milyon 683 bini fişlendi, 650 bini gözaltına alındı. 

Yaygın kabule göre, darbe dönemi boyunca 210 bin dava açıldı, 230 bin kişi yargılandı. Ali Yılmaz araştırmasına göre ise, “1986 yılına kadar 45 bin 613 dava dosyası askeri yargıya gönderildi. Bu dosyalar 500 bin kişinin hakim karşısına çıktığını gösteriyor.” (2013:39) 

Bazı kaynaklara göre de, sadece sol örgütler kapsamında 98 bin kişi yasadışı örgüt üyesi ve yöneticisi olmak suçlamasıyla yargılandı. Ayrıca 71 bin kişi komünizm ve irtica propagandasıyla mahkemeye çıkarıldı. 

7 bin kişi ölüm cezasıyla, yani idamla yargılandı; 517 kişi idama mahkûm edildi, 50 kişi hakkındaki idam cezası infaz edildi. Bunlar arasında yaşı büyütülerek idam edilen 17 yaşındaki Erdal Eren de bulunuyordu. 

İdam kararlarını imzalarken hiç elinin titremediğini söyleyen darbenin lideri General Kenan Evren, 3 Ekim 1984’te, Muş’ta hafızalara kazınan şu sözünü de söylemişti: “Eşkıyayı asmayıp besleyelim mi? İdam cezası dinimizde de var, İncil’de de var. İdam olmazsa anarşik olaylar daha kolay yapılır!”

Bu arada Atatürk ilke ve inkılapları diyerek darbe yapan Evren bu konuşmayı yaptığında elinde Kur’an-ı Kerim’i tutuyordu. Eminim bu durum bugün için de tanıdık geliyordur!

30 bin kişi siyasi nedenlerden dolayı sınır dışı edildi. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 388 bin kişinin pasaportuna el konuldu. 30 binden fazla kişi siyasi mülteci olarak başka ülkelere sığındı.

171 kişi işkencede öldürüldü; bu tespit edilebilen rakam elbette, daha fazla olduğuna dair iddialar da var. Cezaevlerinde yaşamını yitirenlerin sayısı 299. 14 kişi açlık grevlerinde yaşamını yitirdi. Bunlar haricinde 300 kişi şüpheli şekilde öldü. 16 kişi “kaçarken” vuruldu, 95 kişinin çatışmada öldüğü ileri sürüldü, devlet gözetimindeki 43 kişinin intihar sonucu öldüğü iddia edildi, şüpheli olmasına rağmen doğal ölüm raporu verilenlerin sayısı ise 73.

Darbe döneminde gözaltında zorla kaybettirme vakaları da yaşandı. Ali Yılmaz’a göre, 800’e yakın kişi kaybedildi (2013:36). CHP’li Sezgin Tanrıkulu ise, 1980-1990 yılları arasında 33 kişinin zorla kaybettirildiğini kamuoyuyla paylaştı. Elbette bu bir şekilde belgelenen bir rakamdı. Kamuoyunun yakından bildiği isimlerden biri Cemil Kırbayır… Kayıp evlatlarını arayan Cumartesi Annelerinin sembol isimlerinden Berfo Ana’nın oğlu. Yüz yaşından fazla yaşayan Berfo Kırbayır, otuz yıldan fazla süren arayışında sonuç alamadı, üstelik dönemin başbakanıyken Tayyip Erdoğan kendisine söz vermişti, oğlunun kemiklerini bulup teslim edecekti, ancak bu söz de Ankara’nın dehlizlerinde esmeye devam eden 12 Eylül’ün rüzgârıyla uçtu gitti. 2020’li yıllarla birlikte ise Erdoğan, yıllardır çocuklarının akıbetlerini soran ve kemiklerini isteyen Cumartesi Annelerinin Galatasaray Meydanı’nda yaptıkları eylemi yasakladı, polis şiddeti ve işkenceyle her defasında gözaltına alınan anneler hakkında davalar açıldı. Böylece 12 Eylül’den 40 yıl sonra Evren’in siyaseti Erdoğan tarafından devam ettiriliyordu. 

23 bin 677 dernek kapatıldı, bunlar arasında işçilerin en büyük örgütlenme organizasyonlarından olan DİSK de bulunuyordu. DİSK’in kurucularından ve liderlerinden Kemal Türker de darbeden hemen önce, 22 Temmuz 1980’de öldürülmüştü.

50 bin civarında kişi sakıncalı bulunarak işten atıldı, görevine son verilen memur sayısı 4 bin 891. Başka yere sürülen kamu çalışanı sayısı 7 bin 233. Kamuda çalışanlar hakkında, yani gerek işten çıkarılan, gerek sürgün edilen gerekse de başka yaptırımlara maruz bırakılanlar hakkında yapılan toplam işlem 18 bin 525.

Muhalif veya darbecilerin hoşuna gitmeyen basın kuruluşları, yayınlar ve gazeteciler de ağır yaptırımlardan nasiplerini aldılar. Bilindiği kadarıyla 31 gazeteci hapse konuldu, 3 gazeteci öldürüldü, en az 300 gazeteci saldırıya uğradı. 13 gazeteci hakkında arama kararı çıkarıldı, 400 civarında gazeteci hakkında toplam 4 bin yılı bulan hapis cezası istemiyle davalar açıldı. 

Yaygın kabule göre, bine yakın yayın ve bir o kadar film hakkında yasak kararı verildi, 39 ton gazete ve dergi imha edildi. İnsan Hakları Derneği’nin verilerine göre, sadece Bilim ve Sosyalizm yayınlarına ait 113 bin 607 kitap yakıldı. Peki ya diğer yayınevlerinin kitapları ya da insanların korkudan sakladığı, yaktığı kitaplar! Anlayacağınız yakılası kitapların sayısı çok daha fazlaydı… 

Şimdiye kadar aktardıklarım, 12 Eylül Darbesiyle Türkiye genelinde ortaya çıkan korkunç bilançoya dairdi ve sadece bu rakamlar bile bu darbenin estirdiği terörün mahiyetini ortaya koymaya yetiyor. Öbür yandan 12 Eylül Darbesinin en vahşi yüzünün görüldüğü yerler ise, kuşkusuz hapishanelerdi. 12 Eylül dönemi tartışıldığında, buna dair araştırmalar yapıldığında, tanıklar dinlenildiğinde, yüzleşme talebi gündeme getirildiğinde veya her nasıl olursa olsun bu konular bir şekilde konuşulduğunda, bazı hapishaneler neredeyse daimi olarak konunun merkezinde yer alabiliyor. Hande Topaloğlu ve Öndercan Mut’un tespitleriyle söyleyecek olursam, “bu öyle bir hapsetme politikasıydı ki o dönem sokaklarda olan, angaje olan veya olmayan binlerce kişi hapishane deneyiminden geçmek durumunda kaldı.” (Topaloğlu, Mut 2014:68) Bu nedenle, her türden yasağın, işkencenin, ölümün, onursuzluğun yaşatıldığı hapishaneler, 12 Eylül darbe terörünün anlaşılması açısından çarpıcı veriler sunar. Hapishaneler içinde ise Diyarbakır, Mamak ve Metris ön plana çıkar. 

Bu hapishaneleri görünür kılan, kuşkusuz ağır işkence ve ölüm vakalarıdır. 12 Eylül dönemi hapishanelerinden olan Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşanan ölüm vakaları bile tek başına bu durumu açıklayabilir. “Genelkurmay Başkanlığı’nın 2 Nisan 1989 tarihli açıklamasına göre, Diyarbakır Cezaevi’nde ölüm sayısı 53 olarak belirtilmiş”tir. Bu rakam dahi tek başına tablonun ne kadar korkunç olduğunu gösteriyor. Ancak bu tablonun gerçekliği dahi tartışmalıdır. Zira “ölümleri takip eden sivil toplum kuruluşları ise bu 53 kişiden 22’sinin ismini tespit edememiş”tir (Yılmaz 2013: 127). 

Hiç kuşku yok ki, darbeciler, her türlü terör yöntemini devreye koydukları hapishaneler üzerinden aynı zamanda tüm topluma bir ayar vermek niyetindeydiler. Çünkü ülke sathında sözüm ona “toplumsal istikrarı” sağlamak ve böylece rejimin kurumsallığını yeniden tesis edip teyit ettirmek temel amaçtı. Bu yüzden mahkûmlara yönelik her uygulama, itaatkâr kılınmak istenen tüm topluma yönelik bir mesajdı. Barış Can’ın belirttiği gibi, “12 Eylül darbesiyle birlikte daha bir toplumsal, sistematik ve de kanlı niteliğe bürünen Türkiye’deki cezaevleri, tüm toplumu sindirmeye ve şiddete boyun eğdirmeye yönelik politikaların mimarı olan darbe yönetiminin hassasiyetle odaklandığı bir alan oldu.” (2015:58)

Nitekim darbe hapishanelerinde iktidar disiplininin adı, açık ki, Türkiye tarihine bakıldığında hiçbir kışlada sergilenmemiş olan bir askeri disiplindir. Disiplini uygulamakla görevli olanlar askerlerdi, disipline maruz kalan mahkûmlar ise “asker” olarak görülüyorlardı ve bu disiplinin askerî hükümleri de “Disiplin Ceza ve Tutukevleri Yönergesi” ile çeşitli talimatlar çerçevesinde belirlenmişti (Yılmaz 2013:32; Ayrıca bkz. Çalışlar 2010). Ömrü hapislerde geçmiş siyasi mahkûmlardan Nevin Berktaş’ın ifade ettiği biçimiyle, “artık her cezaevi bir kışlaydı. Tıpkı ülkemizin tamamı gibi… Cezaevlerinde; Atatürkçülük dersleri, zorunlu spor, saç ve bıyıkların kazılması, askere komutanım deme ve ön ilikleme, İstiklal Marşı söyletme, yemek duası yaptırma, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ve Nutku’nun satır satır ezberletilmesi, tek tip elbise giydirme ve benzeri yaptırımlar günlük yaşamın her anını karartmak için yapılan temel uygulamalar oldu.(2011:67) Aslında hapishanelerdeki bu askerî terör, aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan ve hatta ondan önceki dönemden beri esas alınan militarist toplum projesinin veya “asker-millet” yaratma gayesinin 12 Eylül darbecileri tarafından yeniden canlandırılması veya tesis edilmek istenmesi anlamına da geliyordu (Bkz. Belge 2011). 

12 Eylül darbesi dönemindeki hapishanelere dair konuyu Barış Can’ın tespitiyle toparlayacak olursam… “12 Eylül döneminde hapishaneler, özellikle askeri olanlar, mahkûm ve tutukluların tecrit edildiği yerler oldukları gibi, ‘aldıkları ve alacakları ceza ne olursa olsun her an imha tehdidi altında yaşadıkları feodal zindanları aratacak bir acımasızlık ve sertliğin hüküm sürdüğü, işkence, toplu dayak ve her tür eziyetin sistematik olarak uygulandığı birer devlet terör kurumu haline geldiler.’” (2015:61)

Şimdiye kadar gerek genel bir bilanço halinde gerekse de hapishaneler özelinde aktardıklarımdan en fazla etkilenenlerin başında ise kuşkusuz Kürtler geliyordu. Dolayısıyla 12 Eylül darbesi değerlendirildiğinde bu darbenin epey özel bir muamelede bulunduğu Kürtlere dair olup bitenleri ayıca ele almak gerekecektir. 

Tıpkı 27 Mayıs ve 12 Mart darbeleri gibi 12 Eylül darbesinin her şeyden önce ve farklı olarak özel bir amacı vardı; bu da Kürtlerle ya da Kenan Evren’in darbe bildirisindeki ifadeyle “bölücüler” ile ilgiliydi. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 20 yılında soykırım dahil her türlü yöntemle Kürt meselesi bastırılmaya ve öbür yandan da Kürtler Türkleştirilmeye çalışılmıştı. Nitekim 1937-38 Dersim katliamı sonrasında 20 yıllık bir sessizlik ortamı sağlanmıştı. Ancak 1960’ların başında Kürt muhalefeti ufaktan yeniden canlanmaya başlayınca bu kez benzer tedbirleri uygulamak, 27 Mayıs darbecilerinin işi olmuştu. 1970’lere gelindiğinde Kürtlerin ufaktan canlanan sesinin gittikçe gürleştiği görülünce bu kez devreye 12 Mart darbecileri girmişti. Kürt muhalefeti her defasında benzer şiddet ve terör yöntemleriyle bastırılmaya çalışıldıysa da, 1980’lerin başına gelindiğinde Kürt cini artık tamamen şişeden çıkmıştı. 12 Eylül darbecileri ise, diğer bütün darbe dönemlerinde yapılanlardan katbekat fazla bir terörle bu cini tekrar şişeye sokmak için iş başındaydı. 

Öncelikle hapishanelerdeki duruma bakmakta fayda var. 12 Eylül döneminde bizzat Kürt kimliğinden dolayı ne kadar kişinin gözaltına alındığına, tutuklandığına, işkenceye maruz kaldığına ve mahkûm edildiğine dair net bir bilançodan söz etmek zor. Bununla birlikte Celal Temel’in araştırmasına göre, “Kürt örgütlerinde yargılandıkları bilinen sanık sayıları”na dair şöyle bir bilançoyu paylaşmak mümkündür (2015:456): 

PKK: 4300 (Sadece PKK Diyarbakır davalarında yargılananların sayısı: 1257)

Kawa-Dengê Kawa: 750 

KİP-DDKD: 700     

Rizgarî-Ala Rizgarî: 450

KUK-TKDP: 450   

TKSP-ÖZGÜRLÜK YOLU: 300    

TEKOŞİN: 45

Diğer sol örgütlerdeki Kürtler: Yaklaşık 1000

Araştırmacı Celal Temel’in bu verilerine göre, bizatihi politik Kürt kimliğinden dolayı hapsedilenlerin sayısı 7 bin ila 8 bin arasındaydı. Kürt mahkûmların büyük kısmı başta Diyarbakır olmak üzere Kürt illerindeki hapishanelerde tutuluyorlardı ve bu hapishanelerdeki muamele, diğer bütün hapishanelerdeki insanlık dışı muameleyle aynı denebilir. Ancak bununla birlikte Kürt mahkûmların millî / etnik kimlikleri çerçevesinde maruz kaldıkları ekstra bir terör söz konusuydu. Nitekim Ali Yılmaz’ın haklı olarak belirttiği gibi örneğin Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi “iktidarın etnik hassasiyetleri nedeniyle tam anlamıyla kapatılmış bir mekan” idi (2013:35). Dolayısıyla Kürt mahkûmların bulunduğu tüm cezaevlerinde millî/etnik kimliklerine yönelik sistematik saldırıların yapıldığı, bu kimliğin göstereni olarak görülen her şeyin yok sayıldığı ya da yasaklandığı belirtilebilir. Ayrıca millî / etnik kimliği hedefleyen uygulamalar sadece siyasi kimliğe sahip mahkûmları değil, Kürt etnik kimliğe mensup adli mahkûmları da kapsıyordu. Örneğin Kürtçe konuşma yasağı, ister siyasi ister adli olsun, bütün Kürt mahkûmlar için geçerliydi. Ancak Kürt millî/etnik kimliğini hedefleyen uygulamaların hapishanelerde daha görünür hale gelmesinin siyasi kimliğe sahip mahkûmların politik hassasiyetlerinden ileri geldiği de açıktır.

12 Eylül darbe cezaevlerinde Kürt mahkûmlara yönelik özel millî / etnik muamelenin varlığı her şeyden önce işkence konusuyla birlikte değerlendirilebilir ve darbe döneminde uygulanan işkencenin başlı başına bir etnik muamele anlamına geldiği üzerinde durulabilir. 

Begona Aretxage (2013), İngiltere hapishanelerinde bulunan İrlandalı politik mahkûmlara (IRA mensuplarına) karşı 1978 – 1981 yılları arasında kullanılan şiddet ve işkencenin politik ve etnik bir bağlamı olduğunu yazar. Aretxage, Millî kimlik davasını sürdüren ve İngiltere’den ayrılmayı savunan İrlandalı mahkûmların bulundukları cezaevlerinde politik statülerinin kabul edilmesine yönelik taleplerine karşılık devreye konulan işkencenin mahkûmların statüsüzleştirilmesini hedeflediği için etnik bir mahiyet taşıdığını kaydeder. Nitekim işkence uygulamalarına eşlik eden söylemler de (örneğin “pis İrlandalı” sözünün yaygınlığı) etnik bir muamelenin varlığına işaret olarak kabul edilir.

12 Eylül darbesiyle aynı dönemlere denk gelen bu örnek, Türkiye hapishanelerinde de benzer durumun varlığını gündeme getirmiştir. Welat Zeydanlıoğlu, Türkiye’deki işkenceyi ulus-inşa projesinin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirir, çünkü “işkencenin halen siyasetin bir aracı olarak kullanılması modern ulus-devletin doğasıyla doğrudan bağlantılıdır.” Zeydanlıoğlu, şöyle devam ediyor: 

“Tarihsel olarak işkence, devletlerin kendi hakimiyetlerini ileri sürmelerine, hukuk ve düzeni devam ettirmelerine yardımcı olur ve ulusal kimlik oluşumunun ve bunun sürdürülmesinin önemli bir aracıdır. (…)

“Bu tip durumlarda, işkence ideolojik olarak meşru sayılır ve işkence yapanlar ‘işkenceci’ olarak değil, ulusu kahramanca koruyan ‘güvenlik güçleri’ ya da ‘anti-terör birimleri’ olarak görülür. Bu söylem, potansiyel hedefleri insanlıktan çıkartıp, onları ‘devlet düşmanı’, ‘terörist’ ya da ‘hain’ ilan ederken; pratikte onları devlet korumasının dışına atmakta ve vatandaşlık haklarını yok saymaktadır. Mağdurlar işkence yapan devletin vatandaşlarıysa, genelde o toplum içindeki (işkencecinin ait olduğu) egemen siyasi, etnik ya da dini cemaatin üyesi değildirler. Gerçekten de, mağdurun etnik-dini ya da siyasi kimliği tam da hedef olarak görülme sebebi olabilir.” (2013:188) 

Diyarbakır Cezaevi’nde 12 Eylül darbe döneminde uygulanan işkencenin mahiyetine, işkencenin ve mağdurun kimliklerine bakıldığında Zeydanlıoğlu’nun haklı olduğu açıktır. Örneğin Diyarbakır Cezaevi’nde işkence denildiğinde ilk zikredilen isimlerden birisi hapishanenin iç güvenlik sorumlusu Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’dır. Kıbrıs’ta “Yunan tehdidine” karşı mücadele ederken Diyarbakır Cezaevi’ne sorumlu olarak gönderilen Yıldıran’ın zamanında ağır işkence vakaları yaşandı ve onlarca kişi öldü. Ancak yaptıklarından dolayı Kürtler nezdinde “düşman” olarak görülen ve nitekim 1988’de PKK’nin düzenlediği suikast sonucu yaşamını yitiren Yıldıran, ölümünden hemen sonra Genelkurmay Başkanlığı tarafından “kıymetli bir subay” olarak anıldı; “işkenceci” sıfatının yerine kahramanlık sıfatı yakıştırılan Yıldıran’ın ismi İstanbul Fatih’teki Şehitler Anıtı’nda 2010 yılına kadar yazılıydı. 2010’dan sonraki kısa bir dönemde kamuoyu baskısıyla sanki bu ırkçı işkenceci subaya dair hoşgörü bir süre rafa kaldırılmış gibi gözükmüşse de, esasında böyle olmadığı ortaya çıktı. 2023’ün son günlerinde İzmir’de bu ırkçı işkenceci subayın adı bir okula verildi, yine kamuoyunda artan tepkiler neticesinde adı kaldırıldıysa da, esasında bu gelişme, 12 Eylül darbesinden 40 yıl sonra bile gerçekte Kürtlere karşı pek bir şeyin değişmediğini, aksine Kürt düşmanlığının ve Türk ırkçılığının ne denli artış gösterdiğini ortaya koyuyordu. 

Bu ırkçı işkenceci Yıldıran’ın şahsında açığa çıkan durum, 12 Eylül’de Diyarbakır Cezaevi’nde uygulanan işkencenin etnik bir mahiyet taşıdığının önemli bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim Yıldıran zamanında Diyarbakır Cezaevi’nde yoğun işkenceye maruz kalanlardan biri olan ve Ocak 2013’te Paris’te Türk istihbaratının düzenlediği suikast sonucu öldürülen Sakine Cansız’ın aktardıkları bu durumu doğrular: 

“Önümde dikilmiş ilk sorusu ‘Adın ne?’ oluyor. Ben de ‘Sakine’ dedim. ‘Türk müsün’ dedi, ‘Hayır, Kürdüm’ diye cevap verdim. Şiddetli bir tokat indirdi. (…) Ani bir tokat attı ve ‘Türk müsün?’ diye sordu yine. ‘Hayır. Ben devrimciyim her şeyden önce. Devrimcilikte milliyet ayrımı o kadar önemli değil, ama ben Kürdüm. Türk olsaydım kuşkusuz Türküm derdim’ diye cevap verdim. ‘Vay vay vay!’ Ciddileşmişti. ‘Hayır. Kürt lafını duymayacağım. Yatırın bunu’ diye emir verdi askerlere. Beni yatırdılar ve ilk falakayı kendisi çekti. İlk copları kendi içimde saydım. Bir, iki, üç… On beş… Yirmi… Devam ediyordu. Sonra bacaklarımdan yukarıya doğru, kalçalara… Artık ne kadar vurdu sayamadım…”(2014:140-141)

Welat Zeydanlıoğlu, ırkçı Yıldıran ile birlikte anılan Diyarbakır Cezaevi’nde işkencenin “mahkûm yaşamının mutlak itaat, yorucu tatbikatlar, kesin kurallar, sürekli denetimler, uygun adım yürüyüş ve marşlardan oluştuğu terör ve topyekün militarizasyon atmosferinde” gerçekleştiğine dikkat çeker ve Murat Paker’e referans vererek, “işkence” kavramının yaşananları tam olarak yansıtmadığını, çünkü “başarılı” işkencenin esas amacının mahkûmu sakat bırakmak veya öldürmek değil, “konuşturmak” olduğunu söyler. Zeydanlıoğlu, bu durumda “Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin daha çok bir ‘toplama kampı’ gibi görülmesi gerektiğini” belirtir (2013:188). 

Toplama kamplarından söz edildiğinde ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da Nazi rejiminin Yahudilere yönelik soykırım uygulamaları akıllara gelir. Nazilerin doğrudan Yahudi kimliğinin yok edilmesi amacıyla gerçekleştirdiği soykırımda toplama kampları önemli bir yer edinir. Kırımın gerçekleştirildiği toplama kamplarından Auschwitz en bilinenlerdendir. 

Diyarbakır Cezaevi’ni yaşanan vahşet nedeniyle bir toplama kampına benzeten sadece Zeydanlıoğlu ve Paker değildir. 12 Eylül darbesi sırasında bizzat Diyarbakır Cezaevi’nde kalmış olan ve yaşadıklarını bir kitapta anlatan İrfan Welat (2011) da Auschwitz paralelliğini kurar. Diyarbakır Cezaevi üzerine araştırma yapmış olan Nazan Üstündağ da bu konuda hemfikirdir. Üstündağ başta Auschwitz olmak üzere Johannesburg Hapishanesi, Arjantin’de gözaltında kayıpların büyük bir kısmının gerçekleştirildiği Esma, Tiananmen Meydanı’nı büyük felaket meydanları olarak sıralar, Diyarbakır Cezaevi’ni de bunlardan biri olarak anar ve şunu ekler: 

“Bu yerlerde, ciddi anlamda yoğun bir şiddet, yoğun bir maddi şiddet, yoğun bir söylemsel ve manevi şiddetle bir araya gelir ve dünyada o güne kadar görülmüş bilinen her tekniği aşan yeni bir iktidar rejimi doğar.”(2013:202)

Ölüm oranları ve ortaya çıkan sonuçlar düzeyinde Diyarbakır Cezaevi’ni Auschwitz ile kıyaslamak mümkün değilse de, birçok bakımdan kendisine has özellikleri ve yöntemiyle şiddetin doğurduğu iktidar rejimi ve daha da önemlisi bu rejimin gözettiği “etnik hassasiyet” anlam düzeyinde benzerlikler kurma imkânı verebilir. 

Nazan Üstündağ, hapishanelerdeki uygulamalarıyla Kürtleri “Türk olarak yeniden doğurmaya kalkışan” darbecilerin bu çabasına üç işkence kümesinin eşlik ettiğini de belirtir. Birincisi “insanla hayvan arasındaki ayrımı yok eden” ve ikincisi “cinsel” işkence türlerinden oluşurken, üçüncüsü “dil üzerinden yapılan işkenceleri kapsar.” Sonuncu işkence kümesinde dille arasındaki bağ kopartılan tutsak devlet diline mahkûm edilir (Üstündağ 2013:205-206-207). Tam da bu işkence kümesinden yola çıkıldığında 12 Eylül darbe hapishanelerinde etnik kimliğin en açık göstereni olarak dil yasaklarını ele almak gerekecektir. 

Dil yasakları ve Diyarbakır Cezaevi denildiğinde, Türkiye’de en çok konuşulan ikinci dil olan Kürtçe akla gelir (Bkz. Hassanpour 2005; Fırat 2015). 12 Eylül darbesiyle birlikte, Cumhuriyetin kuruluşundan beri yasal ve anayasal olarak kurumsal bir çerçeveye oturtulan dil yasakları çok daha katı yöntemlerle korunmaya çalışıldığı gibi, hapishane sistemi dahilinde ağır işkence uygulamalarının gerekçesi de yapılmış ve çeşitli şekillerde disiplinel uygulamaların alanı haline getirilmiştir. 

Dikkat çektiğim üzere 12 Eylül darbesinin simge mekânları arasında yer alan, burada tutulanların insanlığın bittiği yer olarak anlattıkları, söz konusu dönemde hapishanenin bağlı olduğu 7. Kolordu Komutanı Kemal Yamak’ın ise “Diyarbakır cehennemi” olarak nitelendirmekten kaçınmadığı Diyarbakır Cezaevi’nde Kürt diliyle ilgili uygulamalar önemli bir yer tutar.

Diyarbakır Cezaevi’nde Kürt dilinin özellikle hedef alındığını 12 Eylül döneminde burada kalmış olan İrfan Welat şöyle aktarıyor:

“Görüş kabinleri girişine ‘Türkçe Konuş Çok Konuş’ yazısı 81 yılı yaz aylarında yazıldı. Görüşmeler bir dakika ile sınırlandırıldı. Görüşmelerde sadece Türkçe konuşulması zorunluluğu getirildi. Kürtçe konuşma kesinlikle yasaklandı. Bu hem 12 Eylül hukukunun gereğiydi hem de Diyarbakır 5 Nolu zindanının esas kuralıydı.”(2011:71-72)

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Türklük kimliğinin ülke sathında egemen hale getirilmesinin bir parçası olarak düstur haline getirilen “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının 12 Eylül cezaevlerinde daha sıkı bir askeri disiplin çerçevesinde “Türkçe Konuş Çok Konuş” sloganıyla yeniden uygulamaya konulduğu görülür (Bkz. Fırat 2015). 

Diyarbakır Cezaevi’nde özellikle “Türkçe Konuş Çok Konuş” dayatmasında bulunulması, elbette Kürt kimlikli mahkûmların varlığıyla ilgilidir. Bu durum, mahkûmların Kürt etnik kimliklerinin yok sayılarak yerine Türklük kimliğinin ikame edilmek istenmesine yönelik çabayı ifade ettiği kadar, mahkûmlar üzerinden mahkûmların irtibatlı oldukları toplumsal kesimlere, diğer bir ifadeyle “tüm muhtemel suçlulara” yönelik bir mesajı da barındırıyordu. Nitekim görüş günlerinde uygulanan Türkçe konuşma zorunluluğu sadece mahkûmlara yönelik olmayıp, mahkûmlarla görüşmek üzere “dışarıdan” gelenleri de kapsıyordu ve bu haliyle susturulan sadece mahkûm değil, irtibatlı olduğu herkesti de. Bu açıdan, çoğu kez 12 Eylül darbesinin Kürtçe yasağının en dramatik ve sembolik örneği olarak değerlendirilen “Kamber Ateş Nasılsın” vakası önemli bir örnek oluşturur. 

“Kamber Ateş Nasılsın” vakası, 12 Eylül darbesi döneminde Mamak Askeri Cezaevi’nde bulunan oğlunu ziyarete giden, ancak Kürtçe yasağı nedeniyle (Türkçe de bilmediği için) konuşamayan bir Kürt kadınının ezberlediği bir cümlenin defalarca tekrarından oluşur.

Mamak Askeri Cezaevi’nde yaşanan bu sembolik vaka da dahil, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar, Muzaffer Ayata tarafından da aktarılıyor. Ruşen Sümbüloğlu’nun Diyarbakır Cezaevi’nde 12 Eylül döneminde kalan Ayata ile yaptığı söyleşide çarpıcı veriler bulunuyor: 

“[Ayata’dan Sümbüloğlu’na] Sizin bir öykünüz vardı: Türkçe bilmeyen Kürt bir ananın Mamak Askeri Cezaevi’nde bulunan oğluyla yaptığı görüşmeyi konu ediniyordu. O görüşmede annenin, kendisine ezberletilen Türkçe bir cümleyi (Kamber Ateş Nasılsın?)  sayısız kez, her defasında ayrı bir anlam yükleyerek, oğlunun gözlerine bakıp söylemesiyle ilgiliydi. Yani dili yasaklanmış bir annenin tüm duygu ve düşüncelerini o üç sözcüğe sığdırıp oğluna aktarmasını dile getiriyordu.

“Diyarbakır’da yaşanan bunun çok daha derin ve geniş boyutlusudur. Kürdistanlı anne ve babaların büyük dramının yeniden sahnelenmesidir. Diyarbakır görüş kabinlerinde anaların herhangi bir sözcük kullanmadan tüm duygu, sevgi ve düşüncelerini gözlerine, bakışlarına yükleyip yüzünde yansıttığı ve oğullarına aktardığı hep olmuştur. (…) Bir defa görüş süresi yarım dakika! Mamak’takinin yirmide biri. ‘Nasılsın, iyi misin?’ dışında neredeyse sözcük kullanmak yasak. Görüşe gelen ailelerin çoğu Türkçeyi bilmiyor. Yine tutukluların bir kısmı da Türkçeyi bilmiyor. Yarım dakika içinde ‘Nasılsın, iyi misin’in çerçevesinde, o kısa anda ailesiyle yüz yüze gelen insanlar ne yapar? Diyarbakır’da anneler o sözcükleri de bilmiyor, Kürtçesini de söyleyemiyor. Yine tutuklular görüşte Kürtçe konuşmama konusunda kendisini denetleyebiliyor ama karşıdaki bazen ağzından kaçırıp Kürtçe ‘Çawa yî?’ (Nasılsın?) diyebiliyor. Bu sözcük ağızdan çıktığı an söyleyen kim olursa olsun; kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı olmasına bakılmaksızın üzerine yürünüyor, dövülüp atılıyor ve görüş o noktada bitiyor.” (Ayata 2011:270-271) 

12 Eylül’de Diyarbakır’da tutuklu olan ve 20 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakılan Kürt siyasetçi Muzaffer Ayata’nın bu aktardıkları, Diyarbakır ve diğer pek çok hapishanede Kürt mahkûmlara yaşatılanın tam anlamıyla suskunluğa ve dilsizliğe mahkûm etmek olduğunu gösterir. Bu dilsizlik defalarca dramatik manzaraların yaşanmasına neden olmuştu; bunun bir örneği de Nuri Sınır adlı Kürt tutsağın yaşadıklarıydı: 

“Altı ay boyunca Türkçe bilmediği için annemle konuşamadım ve benim de Kürtçe konuşmam yasaktı. Annem beni düzenli olarak ziyaret ederdi. Ancak tek yapabildiğimiz tek bir söz söylemeden birbirimizin gözlerinin içine bakmaktı… Altı ay boyunca anneme nasıl olduğunu soramadım.” (Akt. Zeydanlıoğlu 2013: 196)

Türkçe konuşma zorunluluğu elbette sadece mahkûmların aileleri ya da yakınlarıyla yaptıkları görüş günleriyle sınırlı bir uygulama değildi. Görüş günlerinde Türkçe “çok konuşmanın” bile esasında yarım dakikayı ya da bir dakikayı geçmediği ve askeri disiplinin uygulandığı 12 Eylül hapishanelerinde hayatın her anında Kürtçe yasağı, dolayısıyla Türkçe konuşma zorunluluğu söz konusuydu. Örneğin 12 Eylül’de de hapse konulan, ağır işkencelere maruz bırakılan ve 2016’dan sonra yeniden hapsedilen Kürt siyasetçi Gültan Kışanak, şunları aktarıyordu: 

“Bu gece burada Kürtçe konuşulmuş diye döverlerdi. İşte mesela Durya Ana Türkçe bilmiyordu. Emine kısmen biraz biliyordu, ama çok kullanamıyordu. Türkçe bilmeyen arkadaşlar vardı. Sayım sırasında kim onların yanında duruyorsa mutlaka dayak yiyordu…”(Dut Ağacı Kolektifi (Haz.) 2013:51)

Dil gibi millî/etnik kimliğin göstereni olan unsurlar iktidar açısından, Kışanak’ın anlattıklarından da anlaşılacağı üzere, bir baskı aracı ve işkence gerekçesiydi. Bu şekilde 12 Eylül hapishanelerinde mahkûmların yıkılmak istenen millî/etnik kimlikleri, Türklük esasıyla yeniden imal edilmeye çalışılıyordu. Bu noktada Türklüğü aşılayan ve böylece mahkûmlara Türk olduklarını kabul ettirmeyi amaçlayan bir dizi disiplinel uygulamanın yanı sıra, bilişsel ve duygusal dönüşümü sağlamak için askerî disiplin eşliğindeki eğitim müfredatı da devreye konuluyordu. “İstiklal Marşı, Gençliğe Hitabe, Andımız ve bunlardan gayri kırk altı marş öğrenilecektir” hükmünün talimatlarla uygulamaya konulduğu Diyarbakır Cezaevi’nde, ayrıca Atatürk’ün hayatı, inkılap tarihi ve Türklerin tarihi gibi içeriklere sahip resmi devlet söylemine göre hazırlanmış kitaplar eğitim materyali olarak değerlendirilmişti (Yılmaz 2013; Welat 2011; Ayata 2011). Sakine Cansız’a göre amaç şuydu: 

“Düşman dirilen Kürtlüğe düşmandı. Türk’üm demeyi dayatıyordu. Türk bayrağı altındaki herkes Türk’tü, bu vatan bölünmez bütündü ve herkes de askerdi!”(2014:157)

Hapishanelerde dayatılan Türklük kimliği mahkemelerin de temel stratejisiydi. Daha önceki yazılarda da dikkat çektiğim üzere, örneğin 1970’li yıllardaki Kürt siyasetçilerin yargılandığı davalarda esas alınan iddialar ve iddianameler 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında da aynı şekilde devam ettirildi. Bu iddianamelerde de istisnasız Kürt diye bir milletin olmadığı, kendilerine Kürt denilenlerin de aslında Kürttürkleri oldukları ileri sürüldü. Hatta bu iddianın propaganda edilmesi için epey yayın da yayımlandı. Özellikle 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra devlet eliyle piyasaya sürülen pek çok kitap ve dergi 12 Eylül darbesi sonrasında da temel araçlar haline geldi. Ancak traji-komik olan şu ki, 12 Eylül darbecileri aslında yeni bir şey üretmiyorlardı, aksine önceki dönem darbecilerinin propaganda ettikleri metinleri yeniden bir hevesle piyasaya sürüyorlardı ve böylece öncekilerin yerine getiremediğini düşündükleri misyonu bu kez kendileri tarafından yerine getirileceğine inanıyorlardı. Ancak bütün bu yayınlarda Kürtlerin aslında Türk olduklarına dair argümanlar tamamen aynıydı; sadece bir farktan söz etmek mümkün olabilir. O da şuydu; örneğin 1981-85 arasında Kürtlerin Türklüğüne dair savsataları içeren 30’u aşkın kitap yayımlanmıştı ve bunların önemli bir kısmı daha önceki darbelerden sonra yayımlanmış olanların yeniden baskısından ibaretti. “Fakat bu kitaplardaki ‘Kürt’ kelimesi geçtiği her yerde değiştirilerek ‘Kürttürkleri’ biçiminde yazılmıştır.” (Anuk 2015) 

Anlaşılacağı üzere Kürtleri Kürttürkleri adıyla yeniden keşfeden 12 Eylül darbecileri hapishanelerde olduğu gibi dışarıdaki hayatta da Kürtlere nefes aldırmamakta kararlıydı. Nihayetinde, 12 Eylül darbe hapishanelerinde mahkûmların millî / etnik kimliklerine yönelik uygulamalar, belirtildiği üzere birçok bakımdan özgül bir bağlamı ifade etse de, esasında darbenin daha genel politik stratejisiyle uyumluydu. Bu strateji, daha genel planda tüm topluma dayatılan Türkleştirme stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla örneğin Kürtçe yasağı sadece mahkûmlara yönelik bir uygulama olmaktan ziyade, bütün Kürtlere yönelik bir uygulamaydı. 

12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren, darbeden 32 yıl sonra, 4 Nisan 2012’de hakkında açılan darbe davası kapsamında savcılığa verdiği ifadede darbeyi yapmaktan pişman olmadığını, o günlerdeki koşulların bugün olması durumunda yine darbe yapacağını söylemişti. Evren, darbe dönemiyle ilgili olarak bir “hata yaptığını” ise daha önce, 2007’de Fikret Bila’ya (2011) verdiği mülakatta dile getirmişti. Evren’in “hatası” şu konudaydı: 

“Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz. Neden dedik? Ben Devlet Başkanı’yken bir köyde ilkokula gittim. Üçüncü sınıfa mı dördüncü sınıfa mı girdim, hatırlamıyorum. Açtım kitabı, oku şunu, dedim çocuğa. ‘Kem-küm’ çocuk okuyamıyor. Kızdım. Orada söyledim. Öğretmene döndüm; ‘Dördüncü sınıfa gelmiş Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş?’ dedim. Sonradan anlaşıldı ki, öğretmen de Kürt. Kürtçe yapıyor tedrisatı. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk, Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama biraz ağır yasak koyduk.” 

Evren’in “ama biraz ağır yasak” olarak dediği Kürtçe yasağı, aslında oldukça ağır bir yasaktı ve elbette sadece “Kürtçe tedrisatı” kapsamıyordu. Evren’in de işaret ettiği gibi hayatın her alanını kapsayan Kürtçe yasağı esasında kurumsal bir çerçeveye dayanıyordu. Yasal ve anayasal düzenlemeler söz konusuydu. 

Darbeden sonra 19 Ekim 1983’te çıkartılan 2932 sayılı “Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun”a göre, “Türkçe’den başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunulması yasaktır.” Aynı yasada ayrıca, “Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır” da deniyordu. Böylece bu yasayla sadece Türkiye’de yaşayan Kürtler değil, Irak’ta yaşayan Kürtler de hesaba katılmıştı. (Bu arada bu yasa 27 Ocak 1991’de dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın girişimiyle yürürlükten kaldırıldı. Ancak hemen ardından Terörle Mücadele Yasası kabul edildi ve bu yasa çerçevesinde aslında Kürtçe yasağı, Kürtlerle ilgili diğer bütün etkinliklere dair yasaklar gibi sürdürüldü (Bkz. Fırat 2015). Bugün de benzer bir Terörle Mücadele Yasası yürürlükte ve Kürtlere dair yasakların dayanağı olmaya devam ediyor.)

Bu kadar teferruatlı bir biçimde geliştirilen Kürtçe yasağının aynı zamanda anayasal dayanakları mevcuttu. Hala yürürlükte bulunan 12 Eylül anayasası önceki anayasayı tekrarlayarak “egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletinde” olduğunu vurguluyordu. Daha en başta devletin Türklere ait ve dilinin Türkçe olduğunun altı çiziliyordu (Madde 3). Vatandaş olan herkesin Türk olduğu kaydediliyordu (Madde 66). Türkçe dışında hiçbir dilde eğitim – öğretim yapılamayacağı (Madde 42), kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamayacağı (Madde 28), düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilin kullanılamayacağı (Madde 26) belirtiliyordu. Böylece konuşma ve eğitim yasağının yanına şunlar da eklenmiş oluyordu: “Kanunen yasaklı hiçbir dil, düşüncelerin ve fikirlerin ifade ve basımı için kullanılamazdı. Bu yasağı ihlal eden yazılı ve basılmış materyaller, kayıtlar, bantlar, videobantlar ve diğer ifade yolları müsadere edilecektir.”(Hassanpour, Kagnas, Chyet 2004:251) 

12 Eylül darbesinden sonraki bütün siyasî, hukukî, toplumsal, ekonomik, kültürel vesaire düzenlemeler zaten Türklük esasına göre kurulmuş olan devletin yeniden fabrika ayarlarına geri döndürülmesi çabasıyla ilgiliydi. Bu dönem itibarıyla şişeden çıkmış olan Kürt cini kuruluş ayarlarını bozan en önemli faktör olduğu için de Kürtlerin yeniden Türkleştirilmesi stratejisi bu kez 12 Eylül darbecileri tarafından bütün vahşiliğiyle yürürlüğe konulmuştu. 

Bu vahşilik her geçen yıl katmerleşerek Kürtlere uygulanmaya devam edildi. Bu noktada denebilir ki, 1990’lı, 2000’li ve hatta 2020’li yıllarda da bir rejim olarak 12 Eylül darbesinin Kürt karşıtı siyasetine olan sadakat devam ettirildi. En nihayetinde her şey hala yürürlükte olan 12 Eylül darbecilerinin yazdığı Anayasaya göre düzenleniyor. 

Ve yazıyı bitirirken, Diyarbakır Cezaevi’nde 12 Eylül’ün her türlü vahşetine maruz kalmalarına rağmen, Mazlum Doğan, Hayri Durmuş, Ferhat Kurtay, Kemal Pir, Sakine Cansız ve arkadaşları Kürtlerin hakları ve özgürlüğü için ortaya koydukları iradeden geri atmadılar. Hayatlarını ortaya koyarak savundukları Kürtlerin davası ve mücadelesi, onların sayesinde bugüne ulaştı ve milyonlarca insanın davası haline geldi. Özellikle ağır işkenceye rağmen mahkemelerde inkârcı rejimin temsilcilerinin yüzüne karşı Mazlum Doğan ve Hayri Durmuş’un tereddüt göstermeden Kürdistan’ın varlığını, tarihini, davasını savunmaları tarihsel bir olaydı. Bir kez daha saygı ve minnetle anıyorum…

 

İlgili Podcast Yayınları

12 Eylül Darbesinin ‘Kürt Bilançosu’: https://youtu.be/EifkBYv_PJk?si=ksdzYilR5Baxx6H4

12 Mart: DDKO Davaları: https://youtu.be/gq2hujIVCyw?si=cXiWNXgZxZhMvOpz

27 Mayıs Darbesi ve ‘Kendini Kürt Sananlar’: https://youtu.be/wEMf_gO-6mg?si=NqHh_limvuJ5kWcc

 

Kaynakça

Anuk, Nevzat (2015). Bir Türkleştirme Aygıtı: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. İstanbul: Kürt Tarihi, Sayı: 19

Aretxaga, Begona (2013). Kuzey İrlanda’da Etnik Şiddet Bağlamında Sembolik Çoklu Belirlenim ve Toplumsal Cinsiyet. İstanbul: Toplum ve Kuram, Sayı: 8

Ayata, Muzaffer (2011). Diyarbakır Zindanları – 1. Diyarbakır: Aram Yayınları 

Belge, Murat (2011). Militarist Modernleşme. İstanbul: İletişim Yayınları

Berktaş, Nevin (2011). İnancın Sınandığı Zor Mekanlar: Hücreler – Dava Dosyası. İstanbul: Belge Yayınları

Bila, Fikret (2011). Evren, Kürtçe’yi nasıl yasakladı?, http://www.milliyet.com.tr/evren-kurtceyi-nasil-yasakladi-/siyaset/siyasetyazardetay/09.06.2011/default.htm

Can, Barış (2015). Türkiye’de Siyasi Mahkûmların Kapatılması ve F Tipi Cezaevleri. İstanbul: Öteki Yayınları

Cansız, Sakine (Sara) (2014). Hep Kavgaydı Yaşamım – 1. Diyarbakır: Aram Yayınları

Çalışlar, Oral (2010). Mamak Askeri Cezaevi – Anılar 1971-1980. İstanbul: Everest Yayınları

Dut Ağacı Kolektifi (Haz.) (2013). Öykülerle 12 Eylül. İstanbul: Dut Ağacı Sosyal Bilim Araştırmaları ve Dayanışma Derneği

Fırat, Nuri (2015). Politikanın Kürtçesi. İstanbul: Everest Yayınları

Hassanpour, Amir (2005). Kürdistan’da Dil ve Milliyetçilik. İstanbul: Avesta Yayınları

Hassanpour, Amir, Kangas, Tove Skutnabb, Chyet, Michael L. (2004). Kürtlerin Eğitilmemesi; Kürdi Bir Perspektif. İstanbul: Vesta, Sayı: 2

Temel, Celal (2015). 1984’ten Önceki 25 Yılda Kürtlerin Silahsız Mücadelesi. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları

Topaloğlu, Hande, Mut, Öndercan (2014). 12 Eylül Hapishanelerinde Gündelik Hayat: Hayatta Kalmanın ve Direnmenin Yolları. İstanbul: Teorik Bakış, Sayı: 4 

Üstündağ, Nazan (2013). “Diyarbakır Cezaevi Gerçeği ile Yüzleşme” Üzerine. İstanbul: Toplum ve Kuram, Sayı: 8

Yılmaz, Ali (2013). Kara Arşiv 12 Eylül Cezaevleri. İstanbul: Metis Yayınları

Welat, İrfan (2011). Auschwitz’den Diyarbakır’a 5 No’lu Cezaevi. Diyarbakır: Aram Yayınları

Zeydanlıoğlu, Welat (2013). Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde İşkence ve Türkleştirme. İstanbul: Toplum ve Kuram, Sayı: 8

 

İlginizi çekebilir