Müslüm Yücel: Zar gelmeyince, Taş

Bir şiir ya da bir yazıda taş geçtiği an durmak gerekli. Taş durduran bir şeydir ve yalnızlığın en yalın biçimi taşta görülür. Yazdım, bir kez, bin kez daha yazabilirim ve her yazdığımda yine yazmak isteği uyanır bende; yalnızlık, taşla konuşmak değildir, taşın senle konuşmasıdır. 

Ben taşlarla Urfa’da tanıştım. Burada garip bir taş inancı vardı. Hayal meyal hatırlıyorum. Yeşile boyanmış bir mezar taşı vardı, kimin mezar taşıydı bu, hiç mi hiç hatırlamıyorum; yeri ise aklımdadır, mezarlığın girişindeydi: Dedemi, amcamı ziyarete giderken türbeden geçerdik ve bakardım, kimi kadınlar türbeye taş basıyor. Taşın, taşla konuşması mucizeydi. Sanırım bir taşın bir taşa söyleyeceği şeyler vardı ve bu kadın, hangi kadın, işte her hangi bir kadın, bir yanda taş kesilir, diğer yandan taşa, taş basardı.

Büyük bir sır vardı. Büyük dilekler, sır adına bildiğim ne varsa, orda sınanırdı. Sanırım taş basılırken, dua da edilirdi, niyet tutulurdu ve taş tutarsa, büyük ihtimal dilek kabul olurdu. Taşın altında yatansa, artık toprağa dönmüş biri olmalıydı. Şahıs! 

Sonra yine Urfa’da taşla ilgili başka bir şey vardı; Eyüp peygamberin mağarasına gidilir ve buradan bir parça taş koparılır, suya konurdu. Amaç, sabır etmekti. Taş, sabır veren bir şeydi. Sanırım benim doğduğum ülke de bir taşlar ülkesiydi. Taşa inanılan başka bir yer var mıydı, yok. Hewneman’da büyüyen bir taş vardı ve üstelik, bu taş her yıl, binlerce kişi tarafından az biraz kesilir çaya, şeker niyetine konurdu.

Sanırım benim ülkemde, taş içinde bir kalp taşırdı. Üstelik bu taşlar yosun tutmazdı, ince duyarlıktan gelen naif şiirin kaynağı da bu olmalıydı. Değilse bile, benim için böyleydi. İlk Nemrut Dağı’na çıktığımda; yazdı, çok sıcaktı, taşlar yanıyordu ve ben taşa basmamak istediğimi hatırlıyorum; sanki her taşın içinde bir tanrı gizliydi, canım yanarcasına ayakkabılarımı çıkartmam bundandı. Sonra çocuğu erken ölmüş bir kadın hatırlıyorum, kucağında bir taşla gezerdi, onu uyuturdu, süt verirdi. 

Evlerimizi yaptığımız bir şeydi taş; sonraları yıkılan dedemin odasını hatırlıyorum, arada sıva diye bir şey yoktu, saf taş, sırt sırta vermiş binlerce taş; orada, insan da sanırım insandı. Sanırım yalnızlığımın kaynağı taştı; dedem öldüğünden beri de yalnızdım… 

Taşın bir ruhu olduğunu çocuk denecek yaşta anladım. Devasa büyüklükte bir tarlamız vardı; burası benim için bir taş ormanıydı. Babam burayı tarla yapmak istedi. Taş temizlemek kadar zor bir şey de yoktur. Sabah erken tarlaya gidiyor, öğlen olmadan geri dönüyorduk. Havanın ısınmasıyla beraber kör yılanlar bitiyordu, babam taşla başlarını eziyordu ama ben korkuyordum. Taşlar da öyle bir sıcaktı ki, hangisine elini atsan, yanıyor, sonra el inceliyor, bir süre sonra kanıyordu. Ama buna rağmen babam bütün taşları temizledi; badem, fıstık, üzüm, incir ekti; dört beş bin fıstık ağacının yeşerdiği bir tarlaya döndü burası. 

Benim bu tarlada, en sevdiğim şey ise yalınayak yürümekti. Toprağı değil de taşı hissetmek bana bir güç veriyordu. Taşın bir parçası olmak güzeldi. Yaprak gibi bir şeydi taş; kendini doğurabilmek diye bir şey varsa, o da taştı. Bir takıntıydı bende taş: Bazen yürüyerek Fırat’a giderdim. Taşı öper suya atardım. Bunu kimseye söyleyemezdim; çünkü taşın dini, içindeydi. Sırrı açıklasam deli derlerdi. 

Taşları bende büyük ve yüce yapan bir şey vardı. Bunu yıllar yılı düşündüm. İnsanlar birbirine benzer ve bu benzerlik hiç kimseyi ilgilendirmez; çünkü doğal olan, hiçbir şeye indirgenmez ve doğal olan da bir kasıtta aranmaz. Ancak, üretilmiş benzerlikler iticidir ve bu üretilmiş olana biçim verdikçe biçimini de kaybeder. Bundan olsa gerek Çin, daha bugünkü Çin olmadan ve Çinli daha bugün ki Çinli değilken; Çinli sanatçı doğaya bakardı, buradan taş seçer, üzerlerine adını yazar ya da bir şeyler kazır, sonra olduğu yere bırakırlardı.

Japonların da benzer yanları vardı; onlarda çileci bir halde, yuvarlak taş toplardı; amaçları, aynı taşları arayıp bulmaktı ve bu amaç onlara bir tek şey verirdi; arayış, salt arayış! Taş, onlarda arayıştı. Octavio Paz, bu arayışı Duchamp üzerinden fark ediyor: “Çırılçıplak, soyulmuş görüntü” de bu olsa gerek, dahası, bu arayış bir tek şey veriyor; asıl yaratıcı olan doğadır. Duchamp’da aynısını yapıyor. Üretilmiş bir nesneyi alıyor ve bu nesneyi ret ediyor, meydan okuyor; bir jest ekliyor: İmza! 

Taşın elbette ki büyük şiirle de ilgisi vardır. Bir zar atımının tefsiri, son dizenin ya da son söz ya da son kelimenin şiirin bitmediği anlamına gelmemesidir; şiir, bütün şiir içersinde bir yerdedir. Taşın söküldüğü yer, evet bir tarladır, bir boşluk oluşmuştur ve bu boşluğa bir ağaç ekilmiştir ve ağaç ürün veriyordur; ürün pazarda kendine bir yer, sahiplerine bir güç… ama, ötede, taşların itildiği muazzam bir tablo da vardır; annem söyledi, bizim taşları alıp öğütüyor, mucur yapıyorlar; mucurla harç yapıyorlar; harçla, briket örüyorlar; briketlerle apartmanlar dikiyorlar…

Ve bir gazete haberi: Covit19 nedeniyle beş haftadır annesine gelemeyen Sukuti, komşularının belediyeyi araması üzerine eve gelince annesini ölü buldu. Taş!

İlginizi çekebilir