Müslüm Yücel : Müslüm Gürses’e İlahi

Müslüm Gürses (1953- 2013) bir kayıp olarak hayatımızdan ayrıldı. Bundan sonra şarkıları başkaları tarafından söylenecektir ama yeri asla doldurulmayacaktır ve bir nesil onu hep arayacaktır. Gözlerimiz onun eğik başını, ağlar gibi bakan yüzünü hiç unutmayacaktır. Çünkü Gürses’in başı eğiktir ama içinde dimdik duran bir adam vardır; ağlar gibi görülür ama göz göze geldiğiniz an acısını dostuna hissettirmek istemeyen bir adam edasıyla sarılır bize. Kendine ermenin ilmidir bu ve bugün, öldüğü için onu anlatarak ağıt yakmak değil, varlığına ilahiler okumak gerekir. 

Müslüm Gürses, Urfa’nın kara güller ve ketenköyneği fıstık ağaçları ile ünlü Fıstıközü, Kürtçe adıyla Tıs köyünde doğar. Bu topraklarda evler Kürt, Ermeni ve Türkmen toprağı üzerine kurulmuştur ve buralarda yüz yıl öncesine kadar insanlar bu üç dili konuşurdu.

Gürses burada doğmuştur ama daha sonraki yıllarda tıpkı Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi o da Adana’ya göç etmiştir. Kendi deyimiyle ilkokuldan sonra okumamıştır ve sesi Adana’da, Hürriyet Mahallesi’nde açılmıştır. Bu mahallede insanlar yazın dam üstünde yatar ve sesi güzel olanlar türkü söyler. Gürses’in sesi bu damlardan yükselmiştir ilkin ve sonra Halk Evi ile sesi kendine bir mecra bulmuştur. 

Adana acıların biçim aldığı bir kenttir. Gürses burada acıların en büyüğü ile yüz yüze gelir. Babası, annesini sokak ortasında bıçaklar. Gürses’in dili tutulur. Demek lazım belki Adana insana bilmediğini öğretmede ustadır. Gürses bundan sonra annesini görmez ama babası ile de bir daha görüşmez. Baba, murdar biridir. Ölünceye kadar da küslük devam eder. İlginç olan Gürses’in babasına maddi olarak bakmasıdır. Öldüğü zaman gazetelerden okuduk; Gürses’in bir üvey annesi vardır. Gürses, üvey annesine her ay para gönderir, ona bakar. Babaya bakmasını anlamsız buluruz, kızarız ama, üvey anneye para gönderilmesi anlatılmazdır. Anne olmayan, anne yerini ikamet eden ve dahası anne ile ilgili büyük bir acı ile karşılaşan birinin bir tek cümle ifade edebilir, vefa. Gürses için söylenecek ilahide ilk cümle de vefadır zaten; Gürses vefadır

Bu vefa bütün hayatını içine alır. Gürses öldüğü gün pek çok kişi pek çok açıklama yaptı. Orhan Gencebay güzel bir örnek verdi. Konu şu: Gürses anjiyo olmak istemiyor. Muhterrem Nur, Gencebay’ı arıyor. Gencebay kendi doktorundan randevu alıyor. Sonra Muhterrem Nur, doktora gidelim diyor. Gürses olmaz diyor, gitmem. Nur, Orhan Gencebay randevu aldı deyince, Müslüm Gürses tamam diyor. Gerekçe ise şu ayıp olmasın. Arabesk sanırım bu ve Müslüm Gürses bunu temsil ediyor. Dostluk- söz tedavi olmaktan önce geliyor.

Dostluk huşudur. Birbirini duymak ve anlamaktır. Gürses için hayat dostluktur. Bu ona çok şey kazandırmıştır. Herkes ona buradan bakmıştır. İbo Shov’da izledim bir kere; Gürses kendinden geçmişcesine Hancı adlı meşhur şarkıyı söylüyor. Terliyor. Onu izleyen Tatlıses, yanına yaklaşıyor ve bir çocuk gibi Gürses’in ceketini çıkartıyor ve seyirciye bir şey sezdirmemek için de kendi ceketini çıkartıyor, oynamaya başlıyor. Bilmiyoruz. Belki de Gürses fenalaşmıştır. 

Vefa ve dostluğun bir araya geldiği yerde aşk ayrı bir anlam kazanır. Gürses, senelerce zirvede kalmıştır ve bu zirve magazin haberlerine konu olmamıştır. Muhterrem Nur ile bir turnede karşılaşmıştır. O özür dilemez demişlerdir. Muhterrem Nur yanına gitmiştir. Öyle bir başlangıçtır. Nur, bu tarihte 54; Gürses 33 yaşındadır. Yani Türkiye’de meşhur olan kimselerin tam tersi bir durum söz konusudur. Para ve ün yalnızca “karı boşamak” içindir. Gürses tek bir kadını sevmiş ve bağlanmıştır. Hayat, ki zaten bağlanmak değil midir? Çoluk çocuğa karışmamamıştır Gürses. Kendisi çocuk kalmıştır. Sessizliği, az konuşması, konuştuğu zaman karşısındakine güven vermesi belki de bu hep çocuk kalmasındadır. Gürses bir trafik kazası geçirmiştir. Kimine göre sessiz ve az konuşması  bundandır. Bana göre kaza olmasaydı yine Gürses, sessiz biri olurdu.  

Müslüm Gürses, aynı kulvarda şarkı söylediği kimselerden her bakımdan ayrılır; tektir. O ne  Ferdi Tayfur gibi “bende özledim bende, derman yok dizlerimde, sana koşmak istedim, derman yok dizlerimde” gibi  bir yüzü çayır çimene, bir yüzü düşkünlüğe varan bir yerden sesini yükseltir ne de Orhan Gencebay gibi bazan “hatasız kul olmaz” bazan “Hayat sensiz de sürecek”  gibi bir “kasıntının” içinden seslenir. Zaten toplum neslinde Gencebay’da Tayfur’da abidirler; ikisi bir ayrışmaya girer sonra; Gencebay kral, Ferdi abi olarak yerinde kalır ve tabii bu çetele içersinde iş kollarının genişliği ile Tatlıses’te imparator koltuğuna oturtur kendini. Abi, küçüklerin sırtında geçinen, yeri geldiğinde baba yarısıyım deyip anneyi bile ihtiyaçları doğrultusunda yanına alabilen ruh halidir. Kral abi tam bir felakettir, o kendine bir takım elbise alsın diye küçük kardeşine gömlek alandır. 

Gürses bu üçünün ortasını, kenarını, köşesini söylemez; dosdoğru gider, felsefesini tek taşta oturtur:Vazgeçmem. İlahi artık burada, vazgeçmemektir ve ilahinin vahyisi İskankardır.  Vazgeçilmeyen “toprak gibi ezmiş, kullara onu oyuncak etmiş” biridir oysa; ama o, vazgeçmez. Çünkü isyankar, bu topraklarda “günahkar doğmuş”, kutsal bütün kitapları kaybetmiş biri olarak yaşar. Hayat onlardan bir şey istemez ve onlar nefes aldıkları an onları içine alır; gitmek istediklerinde, gitmeyin diye itiraz etmez; ölünce, ot dilince gömülürler. Konuşmazlar. Onları anlayacak olan dilleri ip gibi boğazlarındadır hep.   

Gürses demin de vurguladığım gibi konuşan biri değildir. Örneğin Tatlıses gibi konuşan, medyada hep görülen biri değildir; sonra Gencebay’ın otoritermiş gibi kesin bir duruşu da yoktur; Tayfur gibi garibanı da oynamadı hiç.

Gürses buna rağmen çok geniş bir kitle yarattı ve çok geniş bir dil kurdu. Bu dilin çıkış yeri susmak ve sessiz durmaktı; bunun için bir çaba da sarfetmedi. Müslüm Gürses, kendi olmaktı!  Yarattığı dil kendisiydi ve kendisi olduğu için batının sokaklarında, sırf batılı gibi davrandığı için ödüllendirilen kimseler tarafından sıkça eleştirildi. Müslüm Gürses’i eleştiren kimselerin tek özellikleri piyano çalmalarıydı. Gürses’in böyle bir yetenekten  yoksundu. Zaten piyano bize ait bir alette değildi. Hayattan önce edebiyatımıza şöyle bir girmişti.

Ahmet Mithat’tın Felatun Bey ve Rakım Efendi romanının kahramanı Rakım Efendi’nin entellektüelliğini pekiştirmek için (Fransızca konuşur, İngiliz dostları vardır) karısının önünü bir piyano konulmuştur. Halit Ziya’nın Mai ve Siyah romanında Lamia, Halide Edip’in Handan romanında Handan yine piyano çalan kadınlar olarak dikkatimizi çekerler. Bütün bunlar erkeğin entellektüelliği içindir. Çünkü piyano Batılı olmanın ölçütüdür ve çalınan bir müzik aleti değil, bir fikirdir; insanlar işte bu Batılı olma fikrini çalar. Doğulu birinin piyano çalmasını Batı ödüllendirir, cömerttirler. Bu ödül müzikteki başarı değildir; bu ödül, batının bir aletinin çalınması- icra edilmesinedir. Biz onlardan biri olduğumuz müddetçe ödüllerin sayısı artar, onlardan çıktığımız an onlar nezlinde bir kuruş etmeyiz. İngiltere hala Türkiye’nin Cumhurbaşkanından Başbakanına kadar her kese vize uygular. 

Bunun yanında belirtmem gerek; Batı’da Gürses ayarında sesi olan bir sanatçı el üstünde tutulur. İlk okul mezunu ve kulakları iyi duymayan, bunun yanında hafızasında yüzlerce şarkı- türkü bulunan bir sanatçı dünyanın kaç ülkesinde yaşar. Kuşku yok! Gürses, İngilizce ya da Fransızca söylemiş olsaydı dünya ölçeğinde bir sanatçı olur ve Türkiye’nin entel ekibinden de bir hayli övgüler alırdı. Dalida bu konuda çarpıcı bir örnektir. İtalya’da ve Fransa’da gayet ünlüdür ve Arapça seslendidiği parça yoktur. 

İşte Gürses’in erdemi burada başlıyor. Gürses kendi cehaletini kabul eden biri ve açıklarını aldığı ek derslerle kapatmıyor; zirvesini gazetede çıkan aşk dedikoduları ile “taçlandırmıyor” ve iki de bir siyasi açıklamalar yaparak kitlelerin dikkatini çekmiyor. Dinle ya da dinleme, Gürses varlığını kendisi ile koruyor. 

Yer siyasete gelmişken şunu da belirtmem gerek; Gürses, siyasete hiç girmedi; ne konuştu ne de bir taraf oldu. Gencebay arada siyasi mesajlar verdi ve bu mesajlar top gibi sağa da sola da gidebilen mesajlardı. Ferdi Tayfur, Devlet Bahçeli’yi ziyaret etti ve açıkça tarafını belli etti. Tatlıses Urfa’dan her dönem milletvekili adayıdır; Turgut Özal’ın özel bir ilgisi vardı ona, sonra Tayip Erdoğan kollar arada. Gürses bunlardan hiç biri değildir. Arada kalan dilsizlerin dili oldu. Ancak bu üçü hep Kemalizme bağlı kaldı. Örneğin İbrahim Tatlıses basın açıklaması yaparken bile, açıklamanın bir yerinde yüzünü Mustafa Kemal’e döndü, konuştu. Gürses’in resmi erkan içinde tek bir karesi yoktur. Müziği de öyledir, kendisi de. Esas duruşa asla gelmez bir müzik yapar Gürses ve kendisi asla eses duruşa girmez. Bu yüzden Gürses’i hiçbir izm kaldıramaz. Ancak bütün bunların yanında Gürses bir parti ederinde bir kitleye sahiptir ve bu kitle onun adıyla anılır: Müslümcüler.

Bu kitle kendine bir anlam dünyası kurar ve diğer dünyalara mesafelidir. Dünyanın iki direği vardır; biri aşk, diğeri isyandır. İsyan eden kimsenin sınıfsal bir duruşu yoktur ve tek kelime ile kendinden yola çıkar. Doğuştan günahkardır, doğuştan itibaren bir bedel ödenmesi istenir ondan. İçine kapanır; bu aslında, düzenle ilişkisini kesmektir; düzen onu konuşturamaz, kendi istediklerini yaptıramaz da. O sadece düzene katlanır. Düzen, katlanılacak bir şeydir. Aşk ise sevgiliyi yüceltmek içindir; sevilen Tanrı katındadır ve bunu açıkça söyler; aşık, eğer Allah’ı tanımasa, sevgilisine Allah diyecektir.

Gürses, Namık Kemal’in bir şiiri ile, bu tanrı katına çıkan sevgiyi anlatır ve aşık, her fırsatta, her yerde aldatılmış kişidir; hiçbir yere tutunamazlar; onları, gören onlardan uzaklaşır ve dili kanlı olmak, kendi kendine yetmektir çoğu zaman ve dilikanlının boynu ancak ve ancak sevgili ile bükülür. Güç peşinde değillerdir ve güçleri, güçsüzlükleridir. Birini tutunup hayatı yaşamak gibi bir umutları yoktur: “Bende isterem deyip” bir savaşı önlemez, düzenden bir şey talep etmezler. Kendi iç savaşları yeter onlara; burada yener, burada yenilirler. Gürses’in ilahisinde herkes yenilmiştir ve o kimseyi yenemez, bu yüzden mağlup da demez kimse onlara; öldüklerinde, ceplerinde isimlerini ve soy kütüklerini veren bir kimlik kartları yoktur- kimsesizler mezarlığına gömülürler. 

Gürses artık yok ve Müslümcüler, ölümünden sonraki ilk günlerde İstanbul dışından mezarlığa gelmeye başladılar. Sanırım artık, tutanamayanların gidebilecekleri bir yatır var. Burada dilek yok; taş yok, aplik yok sadece derdini anlatma var. Biri çok ilginçti, geldim diyordu ve derdimi anlatıyorum.  

Gürses’in hastaneden alınıp mezara götürülme sürecinin tümünü izledim. İstanbul’da olsaydım evet, cenazesine gitmezdim, tabutuna sarılıp ağlamazdım ama gün boyu içi hayat hikayesi ile dolu olan tabutunu içimde taşırdım; çünkü bu tabutun altında kimse yok. Tasavvufta insan Tanrı’ya erer. Gürses geniş bir kitleye seslendi, hatta demin andığım- adıyla anılan örgütsüz bir tarikat bile var. Müziği, söylediği şarkılar bir yana Gürses’in hayat hikayesinin bana söylettiği tek bir cümle var bu ölümde; O kendine erdi.    

 

/ Bu yazı, Mesele Dergisi’nde yayımlandı /

 

İlginizi çekebilir