Müslüm Yücel: Melih Cevdet Anday’ın Romanları

Melih Cevdet Anday (1915- 2002) Türkçe edebiyatın her alanında eserler vermiş ama adı ne yazarsa yazsın, kayıtlara şair diye geçmiştir. Anday’da şairliği, hayatı boyunca taç gibi başında taşımıştır. Anday, Garip Şiiri’in üç kurucusundan biridir. Bu akım Orhan Veli (1914- 1959) ve Oktay Rıfat (1914- 1988) ve Anday’ın Varlık Dergisi’ne yazdığı (1936) birer şiirle başlar ve Orhan Veli’nin İstanbul Türküsü (1946), Anday’ın Tohum (1948), şiiriyle sona erer. Oktay Rıfat’ın Perçemli Sokak ile de (1956) akım tarihteki yerini alır.  

Anday’ın Tohum’u, İstanbul Türküsü’nden sonra yayımlanmış ama kopuşun ilk ürünüdür. Söz konusu şiir, Mehmet Kemal’in yönettiği ve bir tek sayı çıkan Meydan Dergisi’nde (1948) yayımlanmış ama şiirdeki “Ah, işgücümü yemişler” mısrasından dolayı Mehmet Kemal polis tarafından sorguya çekilmiştir. Ancak şiir sevilmiş, benimsenmiştir. Ahmet Muhip Dıranas, Tohum’daki “Anladım ki farkı neden sonra/ Tohumdan başka şeymiş bitki/ Bu küçük delifişekteki/ Ne ki? Ağaç mı allı pullu/ Yoksa ayrık mı, başak mı ki?” dizelerinden yola çıkarak, Bahar Gökleri adlı bir şiir yazmıştır: “Meltem mi ki bu esen, renk mi ki şarkı mı ki?/ Şu dağdan aşağı ak bir bulut salkımı ki/ İçime bir buruksu sarhoşluk akıtmada/ Düşler mi ki şu burcu burcu kokan havada/ Renk mi ki üzerimden akaduran bu nehir?” Anday’ın izleği sürmüştür. Necati Cumali’nin Maden şiirinde yine benzer bir izlek (Maden- tohum) vardır:

“Karanlık ormanda gece/ Nasıl bakarsa kaplan/ Parlıyor gözleri derinde/ Bana bakıyor maden.”  Şiirin ilham kaynağı büyük ihtimal Yavuz Sultan Selim’in “Gözlerin şivede ebrun ile hembaz mı ki/ Dil asılmağa iver zülfünü canbaz mı ki/ Bizi kahr eyledüğün lütfuna ağaz mı ki/ Neyi ki şive mi ki cevr mi ki naz mı ki” beyti olmalıdır. (Bkz, Haluk Oral, Şiir Hikâyeleri, 2019, s, 49- 65).

Anday bol malzemeyle şiirini kurar ve malzemeyi duygudan çok düşünceyle biçimlendirir.  Belki de bu yüzden Anday edindiği bilgileri, kütüphane memuru gibi fişler ve sıkı bir Anday okuru, bu fişlere bakarak Anday’ın şiir kaynaklarına iner.

Anday için şair, araştırma hali içinde olandır, en küçük bir bilgi bile onda bir hazinenin kapısını aralayabilir. Anday’da çilingir, fevkalade bir su perisine dönüşebilir ve çıkış, kapı tokmakları üzerine yapılan uzun bir araştırma olarak karşımıza çıkabilir. Böylece bir resim gelişir, sonra duygu ve nihayet “düşünce.” Anday, kendisiyle yapılan kimi söyleşilerde bu malzemeyi açıklamaktan çekinmez. Mesele malzemeyi kendi potasında eritmek ve daha da illeri giderek zaman ve bellek etrafında bir şiir kurmaktır. Anday’ın şiirleri, altı çizilmeden salt bir okumaya tabii tutulduğunda en fazla aklımızda kalanın zaman olduğu; zamanın, çok yerde, bellek olarak karşımıza çıktığı hissedilecektir.

 Ama zaman, bellek değildir, bellek de zaman değildir; hatta, ikisi arasında sınırda duran bir hiyerarşi bile vardır. Bellek, zamanın parçacıklarını kendinde, geniş zamanlı bir şimdi içinde toplar. Tarih de zaman ve belleğin görüntüsü, daha ileri giderek fonunu oluşturur. Zaman, insana hem biçim hem içerik verir. Yok, eğer insan kendini tarihle sınırlarsa, bir semt şairi (Yahya Kemal), bir kent şairi (Kavafis), bir vatan şairi (Sandor Petöfi)  olmaktan öteye gitmez. Bunlarda şiir yazmak için kimi zaman yeterlidir ama şair olmak için yeterli değildir.

Zamana, tarihe, mitolojiye en fazla atıf belki de Anday’da görülür ama bunun yanında Türkçe yazan diğer şairlerin çoğunda (Fazıl Hüsnü Dağlarca, Nazım Hikmet gibi) egemen olan çocuk- çocukluk Anday’da farklı bir öğe olarak karşımıza çıkar. Çocuğa bağlı olarak anne, baba, dede, nine de (aile) Anday’da bir biçim (çokça koku) olarak arz eder. Sanki hayat bir yol, çocukluk da bu yolda bir daha karşılaşılmayacak bir duraktır; buraya hiç dönülmez- kavuşulmaz ama burada, limon, üzüm ve portakal kokuları da eksilmez. Zamana bağlı betimlemelerde (gelse, gitse, havalansa, olsa; ihtimaller), ki bunlar gizle ifade edebileceğimiz fal, büyü, efsun da dâhil, her koşulda çocuk ve çocukluk bir merak öznesidir. Anday, bir yerde “Ey Çocukluk, mutluluk simyacısı” diye bir nidayla karşımıza çıkar. Bu çocuk bir şeye inanan, bizi de inandırandır ama gerçekte o daracık (zamanın birimi olarak) süre (çocukluk) içerisinde bizim ve kendisinin burukluk anıdır… Burada kırılma vardır. Anday’da çocuğun geçtiği yerde, kesin bir bahçe de belirir.

İlk şiirlerinde bu barizdir. Rahatı Kaçan Ağaç’ta yer alan Yolculuk Şiirleri adlı şiirinde “Uzak ülkelerin birinde/ Çocuk bahçelerinde oturmuş” (s, 34) birinden söz edilir. Ağız Mızıkası adlı şiirde çocukluk, anıdır; süreden anıya geçer:“Dün gece yatmak üzere iken/ Evin önünden biri geçti/ Ağız mızıkası çalarak/ Ve bana çocukluğumda/ Akşamüzeri mangal yaktığımız/ Bahçe kapısını hatırlattı” (s, 34).  Noktrüm adlı şiirde yağmurun bittiği bir yerden söz edilir yine; burası çocukluktan beri merak edilen bir yerdir, belki “şu anda bir ebemkuşağı/ Mersin ağaçlarının üzerinden/ Yalnız geceleri yaşayanların/ Elleri ve gözleri için/ Doğmuş bulunuyor”dur (s 49). Çocukluk, bir de bitmiş bir zaman imi olarak ölmüş kimseleri hatırlatır: “Çocukluğumun gündüz uykuları/ Bana gene o mutluluğu verir misiniz/ Mutlaka bir dolaşan vardır sofaları/ Ölülerim, şimdikiler… Hep bir evdeyiz” (s, 73). Benzer, hatta aynı duyarlık Rüya adlı şiirde de vardır. Yalnız, Rüya’yı diğer şiirlerden ayıran kimi biyografik özelliklerdir:“Bir rüya gördüm gündüz uykusunda/ İncecikten bir kar yağıyordu/ Sabahat’im hasta yatağında doğrulmuş/ Bir aydınlığa bakıyordu/ İncecikten bir kar yağıyordu/ Bahriyeli ağabeyimi düşünüp/ Erzincan’da annem ağlıyordu/ Kar yağıyordu” (s, 48). Bir başka şiirde çocuk, onarılamayan zamanın, belki de yaranın tamirini üstlenir: “…kör bir çocuğun baktığı/ yaşlı mürver ağacını sallayan kırmızı kuş.” Anday’ın romanlarında benzer çocuklara rastlarız; Raziye’de “Sıcaktı (…) yalınayak bir köylü çocuğu, arkasında kocaman bir köpek, koşarak yanımdan geçti” (Raziye, s, 11).

Anday’ın kaynakları arasında burukluk- kırgınlık üzerinde durulmamıştır. Bir Misafirliğe (1941) adlı şiirinde, “Her şeyi, adımı bile unutup/ Uyusam” der. İnsanın soyadı ailesini, adı ise ona verilendir; ona verileni unutmak, kırılmadır.  

Anday, Yağmurun Altında adlı şiirde (1995) yüzyılda kendini konumlandırır. Yirminci yüz yıl onun için ertelenmiş bir yüzyıldır ve yıkık surlar, insanların yazgısı olmuşlardır. Günün bir adı bile olmamıştır ve buna izin de verilmemiştir. Erdem, bu yüzyılda “yanıtsız yaşam” olarak özetlenmiştir. Bu yüzyılda, bir dönem kapanmış, yeni bir dönem açılmıştır. Bu yeni dönemin yenisi olmayı istemiştir Anday. Ama bu yüzyılda da “aklık başarısızlığa uğradığı içtenlik” sarmıştır dört bir yanı… Anday, kimi Marksist kuramcıların Marksizm’e tarih ve edebiyat üzerinden (Sartre ve Adorno, tarih; Benjamin, nostalji (sıla özlemi), imgelem; Marcuse, Alman Romantizmi) biçim vermek istemeleri gibi Kemalizm’e bir biçim vermek istemiş, hatta, Marksizm ve Kemalizm arasında bir ilişki aramıştır. Cumhuriyet gazetesinde hukuktan, felsefeye kadar uzanan denemelerinde bu biçim arayışı dikkat çeker. Ama bu bir arayıştır, doğrudan bir bağlanma söz konusu değildir. Arada buraya atıflar yapılacağı için burada kesiyorum.

II

Anday’ın çocukluğunda, eksik bir parça vardır ve bu parça Anday’ın roman ve oyunlarıyla birlikte düşünüldüğünde (büyük ihtimal) babadır. Babasını yaşayamayan, hatta babasının nasıl biri olduğunu öğrendiği an, yıkılmış biridir. Baba şiirlerde yoktur, anılarda da; varsa da bu, bastırılmıştır. Aşağıda anacağım bir söyleşide Anday, babasını çocukken sevdiğini, hatta tanrı gibi gördüğünü söyler ama sonra bu sevgi nefrete döner. Yukarıda andığım bir şiirlerin birinde ağlayan bir anne vardır ama çocuğun başını okşayan, elini tutan bir baba söz konusu değildir.

Bu açıdan bakıldığında Anday’ın şiirlerinden çok romanları az da olsa bize bir kaynak sunar. Anday’ın romanlarıyla ilgili çeşitli çalışmalar yapılmıştır; Mehmet Can Doğan’ın Melih Cevdet Anday’ın Romancılığı (2012), Murat Belge’nin Anday’ın romancılığı, Birikim Dergisi, sayı, 331, 2016) ilk akla gelenlerdir. Bu iki çalışma Anday’ın romancılığı açısından sağlam bilgiler verir, okuru başka okumalara davet ederler (özellikle Aylaklar). Kendi adıma Anday’ı yeniden okurken eksik parçalar fark ettim; Raziye’deki ensest imajı, Aylaklar’daki intihar figürleri ilk dikkatimi çekendi. Sonra Aylaklar’daki biyografik özellikler ve bunun bir ucunun anne ve babaya değmesi… Tabii bir de Anday’ın bir tarafının Kürt olması da vardı. Neyse!

Anday, sayısı azımsanmayacak sayıda roman yazmıştır. Bu romanların kimisini kendi adıyla, kimisini başka adlarla, kimisini de yakın arkadaşı Arif Damar’la yazmıştır. Kendi adıyla yazdıklarında dertleri, dile getirmek istedikleri; başka adlarla (Murat Tek) ve Arif Damar’la birlikte yazdıklarında para kazanma derdi vardır ve bu romanlar genelde zamanın Tercüman Gazetesi’nde tefrika edilmişlerdir. Tefrika edilen romanların aşağı yukarı ilk otuz sayfaları güzeldir. Ortalamada duran bir kurgu vardır ve Anday, argümanlarla okur çeker. Zifaftan Önce’nin (1957) ilk iki sayfasında zamanın atmosferi verilir. Romanın kahramanı Vamık şunları söyler: “Resim öğretmenliği alır Anadolu’ya giderim canım, dedi. Bir daha İstanbul’a ayak atmam artık. Mahmut Makal gibi köy notları tutarım. Köyün kalkınması için çalışırım” (s, 2).

Romanın ikinci bölümü, trajik bir sahneyle açılır. Vamık’ın mektup yazıp evlenmek istediği akrabası Jale tanıtılır:“Babası öldüğü zaman Jale on üç yaşındaydı.” Çok geçmeden Jale’nin annesi Pakize devreye girer. Pakize’nin gözü yükseklerdedir. Kızını ölmüş kocasının yakın arkadaşı Veysel Karkara adlı zengin bir doktorla evlendirmek ister. Bu adam elli yaşın üstündedir ama parası vardır. Böylece üçgen aşk ve küçük aile entrikalarına doğru okur evrilir. Anday’ın takma adlarla yazdığı romanlar bu ve benzer konular (yaşlı adam, genç kız; yakın akraba aşkları) üzerinden gelişirler.

Melih Cevdet’in kendi adıyla yazdığı romanlarda ise dünya edebiyat tarihiyle Türkiye tarihi ve giderek “iktidarı” birey üzerinden yorumlama söz konusudur. İsa’nın Güncesi (Hürriyet yayınları, 1974) ve Gizli Emir (Adam yayınları, 1992) bu iddiamın örnekleridirler. Her iki romanın girişleri Kafkavari’dir. İki roman da Kafka’nın Dönüşüm’ü, Beckett’in Godot’yu Beklerken ve George Orwel’in 1984’nın bileşkesidirler. İsa’nın Güncesi’nin girişi şöyledir: “Olay bir Çarşamba günü başladı, işyerimdeki yeni çalışma odamda” (s, 5) diye başlar. Ortalara doğru 1984’ten kıvılcımlar alırız: “Sayın Şefim dedim. Ben size bir kötülük etmiş değilim, ayrıca yardımda bulunmak da istedim. Yoktan var edemem ya” (s, 101). Final de Godot’yu Beklerken’dir: “Yatağımı yapın dedim. Çünkü yorgundum. Kuşyüzlü: Yatağınız yapıldı dedi” (s, 197).

Anlarız, aranan kurban (İsa- Mesih) bulunmuştur. Romanın konusu bugün düşünüldüğünde basittir. Küçük bir memur olan kahramanımız, günün birinde eski şefinin ısrarını kıramaz ve onun bulduğu yeni bir işe başlar. Burada bir masa ve uğursuz bir çelik kasa vardır. Salı günü işe başlayan kahramanımız, Çarşamba günü bu kasayı açar. Arada kahramanın bu iş yerine (İthal ambarları ve Uluslar arası Elektronik Birliği) girmeden önceki hayatını görürüz. Örneğin Ticaret Lisesi mezunu, askerliğini yapmıştır.

Gizli Emir’de herkes, iktidar yanlıları (ezen) ve iktidar karşıtları (ezilen) gizli bir emir beklerler: “ Emrin birkaç saat içinde kesin olarak geleceği söylentisinin çıktığı Salı gününden beri” (s., 25). Romanın girişinde de kasvetli bir hava verilir: “Sessizlik, kocaman bir göktaşı gibi oturmuştu kentin üstüne; bu yüzden şaşkına dönen insanlar birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar, uyuyan bir canavarı uyandırmaktan korkarmışçasına ayaklarının ucuna basarak yürüyorlardı sanki” (s, 7). Ama sonra, birden- gizli emrin ne olduğu, kim tarafından geleceği bildirildiğinde bir ayakkabı boyatma sahnesiyle de güleriz. Ayakkabısını boyatan biri “ne emriymiş” diye sorar abdesthane bekçisine. Bekçi “ Abdesthaneleri kapatacaklar belki. Çünkü apteshanelerde saklananlar varmış” (s., 8) der. Bundan sonrasında hem bizim hem de karşı tarafın kahramanları bir bekleyişe tabii tutulurlar ve Anday’ın “adamları” siyasal ve felsefi görüşlerini tek tek dile getirirler.

Bu, edebiyatı fikir için aracı konuma düşürür, hatta kimi yerlerde söylev havası bile verir ama Anday’ın diliyle bu pek sırıtmaz. Çünkü biz ve onlar diye bir ayrım vardır Gizli Emir’de ve biz okurlar, romanın başından itibaren yazarın fikirlerine teşneyizdir. Hatta, tarafını tuttuğumuz biri “Sorulmamış sorular değil miydi insanları durup dururken başkaldırmaya iten” (s., 262) dediği an kim bilir kaç kişi içinden “evet” demiştir. Sonra emre saatler kala Nigar’ın aşk ve cinayet arasındaki (yer yer Lous Althusserci) fikirlerine kim katılmaz: “Onu ben öldürdüm, biliyor musun? diye ekledi. Ama nasıl olsa ölecekti… Öldürülecekti demek istiyorum. Kimler öldürecekti onu. Bunu bilemem. Ama niçin öldürüleceğini söyleyebilirim. İnsan kalmak istediği için. İşte benim yıllardan beri kendimi alıştırmaya çalıştığım gerçek budur. İnsanların öldürülmesine alışmak gerek. Yaşadığımız dönemin gerçeğidir bu” (s., 367). “Yaşadığımız dönemin” gerçeği de kanımca Anday’ın güçlü diyaloglarının birinde görülür:

“Burası tehlikeli değil mi senin için?

Sonra kızının cevabını beklemeden:

-Sizin için diye düzeltiyordu.

Kutlu ise:

-Evet tehlikeli olmasına tehlikeli. Ama şimdi tehlikeli olmayan bir yer mi var bizim için diyordu” (s., 125).  

Açıktır, yaşadığımız dönem bir depresyondur. Althusser’in deyimiyle dünyadan çekilme, hastalığa sığınmadır (Gelecek Uzun Sürer, s, 156). İnsanın öldürülmesine alışmanın başka bir açıklaması yoktur. Kafka’nın ürküntü veren ve ürküntü verdiği kadar da saçma olan labirenti Anday’da, emre- bürokrasiye dönüşmüştür.

Bir daha belirmekte yarar var, Gizli Emir biz ve onlar (ezen ve ezilen) üzerinden gelişen, herkesin bir şeyden kurtuluşun geleceğine olan inancın romanıdır. Temelde duran umut ve beklenti ve gelecek olana (emre) karşı gelişen inanç romanı son sayfaya kadar gerilim içinde okumamızı sağlar. Romanda iki sınıf vardır bunlardan ilki, açık, bizim taraftır; gazeteciler, memurlar, sanatçılar, ressamlar, kahvecilerdir; bunlar, saf, dürüst ve entelektüel kimselerdir.  İkinci sınıf Asayişi Yerleştirme Olağanüstü Teşkilatı’nın bürokratlarıdır; bunlar da hayatın her alanını denetleyen ve insanların en bakir sırlarına dahi dokunabilen kimselerdir. Ancak, ezilenin bilinci, emri bekleme halleri dahi, tek kelimeyle gülünçtür; iktidar onları, kendi varlığı için temerküz (bir yerde toplama) etmiştir, o kadardırlar. Bu onları erdemli kılmaz, ironi, hepimizin aynı emri bekliyor olmamızdır. Biz, yani romanda karşı kutupta duranlar ise suçunu bilmeden yargılanır ve birbirlerine kuşkuyla bakar, böylece az da olsa yozlaşırlar.

Polis devleti figürü Anday’ın romanlarının bir bakıma eksenidir. Korucu güç ise Marksizm ve bunun Türkiye’deki okunuşu olan Kemalizm’dir. Gizli Emir’de büyük bir şehir vardır ve bu şehir kasvetiyle dikkat çeker. Anday, Raziye’de (1975) ise düşüncelerini daha küçük bir yerden (köyden) hareket ederek toparlamaya çalışır. Burada, Türk dışında bir halkın varlığını da hissederiz: Çingeneler. Ama bu köyün yerleşiği olan ve romanın üç kahramanından biri olan Dayı, Çingeneleri hiç sevmez; onları köye gelince kovar, köye yakın bir yere, ormana geldikleri zaman da silahını çeker, üstlerine yürür. Onlarda, Dayı’nın korkusundan yukarılara çekilirler (s., 101). Köy olduğu için bir imam ve bir de deli vardır ama köy ahalisi cılızdır.

Köy denize yakındır (Ege, Marmaris). Balıkçılık yapar kimi köylü. Köy, limon kokar ve dayının yeğeninin geldiği zaman hava sıcaktır. Yılanlar bile ayakkabılar arasından geçerler. Burası, “hiç kimseyi beklemeyen bir yerdir” (s., 11) ve bu yüzden, her taraftan doyum olmaz bir sessizlik duyulur. İnsan burada, “kendine değer” yalnızca.

Ressam yeğen, Dayı’nın yanına arandığı için gelmiştir. Amacı, bir süre kalmaktır. Açık, bir Marksist’tir. Bir de kız vardır. Dayı onu, yeğenine kızım diye tanıtır ama kızı değildir, sadece onu büyütmüştür. Dayı, bir zamanlar annesine âşık olmuştur. Bu yüzden Dayı gerçek ismiyle değil de emanet anlamına gelen Vedia ismiyle seslenir; kızın, gerçek adı Raziye’dir. Dayı ve kız arasında örtülü bir ensest de söz konusudur; bir zamanlar aşık olunan kadını çağrıştırdığı için erotik, kızım dediği için ensest; içgüdüsel bir tiksinti, adı üzerindeki oynama da elbette ki buna eklenebilir. Freud ensesti fobi, tabu ve kimi zaman korku olarak tanımlar. Vedia’da kimi zaman fobi, kimi zaman tabu, kimi zaman korkudur. Ama Vedia’da (garip bir aile bağı olsa gerek) Dayı ve yeğeni tercih etmiyor; içgüdüleriyle köklerinin peşine düşen bir kadın oluyor. Ev, bahçe ve mobilya- yani yerleşik bir hayat yerine, sazlık ve ormanı tercih ediyor, ruhunu sepete taşıyor, örüyor. İmamla birlikte oluyor, başkalarıyla da… Namusu, bedeninde değil de ruhunda taşıyor. Burada, ötekini belden aşağıdan görmek var belki ama, bu Raziye’ye biçilen erdemler yanında cılız kalıyor.

Dayı, Murat Belge’nin bir yazısında dikkat çektiği gibi “aydınlanmacı” biridir. Hedefleri var: Yaban domuzu yenilmesini, etinin satılmasını istiyor, sera işiyle ilgileniyor ve yaptığı işleri bir ilerleme olarak görüyor (Romancı Melih Cevdet, Birikim, Kasım 2016, s., 56- 64). Dini bütün millet için, ilki imkânsız, ikincisi haram çıtasının üstüne çıkıyor. Domuz yemek, dini bir faktörden çok, kültürel bir kod halini alıyor. Ressam’ın Marksistliği ise kaçma ve aranma motifi dışında pek kayda değer bir şeyi yok. Kemalizm ve Marksizm’in karşıtlığını karşılayan tek şey, dindir ve din şahsında Yusuf’tur. Kimileri uçtuğuna bile inanırlar (s., 193). Dayı ve yeğen buna güler- burada birleşirler ama ikisinin “ulaşamadığı” Raziye’ye ulaşan da Yusuf’tur. İkisi de Raziye’yi değiştirmek isterler; Yusuf, doğaya ait olanı, kendi doğası içinde yaşamak ister.  

Anday’ın ilk romanı olan Aylaklar (1965) ise biyografik ya da otobiyografik özellikleri açısından dikkat çekicidir. Türkçe edebiyatta benzer kuşak- aile romanları vardır: Yakup Kadri’nin Kiralık Konak (1922), Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul (1938) ve Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları (1982) türün örnekleridirler. Thomas Mann’ın oldukça hacimli romanı Buddenbroklar (1901) da Batılı anlamda 20’inci yüzyıla damgasını vurmuş önemli bir aile romanıdır.

Aylaklar’da tarihsel bir dönem (Osmanlı’dan Cumhuriyete) söz konusudur ve bu tarihsellik içinde bireysel sorunlar irdelenir. Romanın çerçevesi dönüşümdür. Aile, tıpkı imparatorluk gibi çözülmüştür; mülkün yerini devlet, sultanın yerini cumhur-reis, köşkün yerini apartman almıştır. Köşkün çöküşü, apartmanın gelişimi bir dönemin açılıp kapanması olarak okunabilir ki, buna benzer örnekler de vardır; örneğin Memduh Şevket Esendal’ın Ayaşlı ve Kiracıları, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ı evin, giderek kapitalizmle birlikte insana koşut bir dizge içinde yer aldığını- tıpkı, evler gibi insanların da değişimini anlatırlar. Apartman doğrudan kent ve kapitalizmdir ve insanların, köylerini, konaklarını apartmanlara taşıması elbette ki ruh hallerine kadar sinmiştir ve siniş, her zaman- gecekondu dâhil, bir kusma biçiminde olmuştur. Üst üste oturan insanlar, birbirine edilmiş küfür gibi yaşarlar, biri diğerini sevmez asla, salt tahammül eder… Apartmandaki oda garip bir komşuluk ilişkisi barındırır, burada sınırlar, duvarlarla çizilmiştir, her kes yerini bilir… Apartman herkesin yerini ve haddini bildiği bir yerdir.      

Aylaklar’ın ilk kahramanı Leman’dır. Leman, Şükrü Bey’le evlenmiş, sonra boşanmış biridir. Bu haliyle Leman, zamanın yerleşik yargılarının dışına çıkan, zoraki bağlanmanın yerine, kendisine uydurulanı değil, kendine uygun olanı seçme hakkına sahip biridir. Leman, ikinci evliliğini yaptığı Davut Bey’e ise aşktan çok (ikisinin de atları sevmesi romantik bir çıkış olabilir belki ama çok zorlamamak gerekir) mantığı ile gitmiştir. Leman’ın bu evlilikten Pakize ve Mürşide adlı iki kızı olmuştur. Kızlar, büyür. Pakize, Galip Bey’le evlenir ama zor bir kadındır, bir hafta sonra kocasıyla zifaf odasına girer. Kocasını kabul süreci zor olmuştur.  Evlilikleri bir yıl kadar sürer. Pakize, Muammer adında bir oğul bırakarak sırlı bir şekilde ölür. Galip ve Muammer, Erenköy’deki Lemanların kaldığı konağa taşınırlar. Muammer el bebek, gül bebek büyür, küçük paşadır; okur, avukat olur ama işine bağlanamaz. Küçük kız Mürşide’nin içki düşkünlüğü, Leman’ın parti merakıyla aile sarsılır, borç batağına girerler. Aile borç yüzünden konaktan olur, apartmana taşınır. Romanın kahramanı Muammer, bir vapura biner, karşıya geçer, Tepebaşı’nda bir otele yerleşir, cebinde bir lira vardır. Vapurla açılan roman, vapurla sona erer.

Roman bu kadardır ama romanın konusu, sürekli işleyen bir maden gibi malzeme sunar. Bu sefer kişiler dikkatimizi çeker. Herkes hırslı, herkes hastalıklıdır. Leman hanım ve Davut hırslı kimselerdir. Romanın ilk bölümünde Leman, mühür kimde ise İskender odur hesabı konağın birinci dereceden sahibi rolüyle karşımıza çıkar. Konak aynı zamanda, Leman’ın nerden geldiğini de söyler; bu yer ona Paşa babadan kalmıştır, mirastır. Ancak konağı içinde yaşayan kişilerle birlikte ayakta tutmak gibi bir sorun vardır ve bu kişiye döndüğünde asalet diye romanda yerini alır. Asaleti korumak da yavaşça yıkılmaya doğru evirilen ülke için tam bir borç batağıdır. Korumak, yıkmaktır; Leman, bu asaleti korumak istedikçe konağın bir taşı düşer, romanın ilk bölümünde de yıkılır. Davut ise hayal bir adamdır, hayalleri olan bir adam olarak karşımızda durur. Politika ile ilgilenir. Altın postu ele geçirmek, Yuşa Tepesi’nde bir Fatih heykeli yapmak ister (s., 119). Davut da, tıpkı Leman gibi köklü bir aileden gelmiştir ve ikisinin de asaletlerinin tasdik belgesi atlardır. Konağa, karısı öldükten sonra oğlu ile birlikte gelen Galip ise saralıdır, ruhunun eşiğinde bir nöbet bekler, ne zaman nöbetin geleceğini de kimse bilmez. Leman, aristokrat olduğundan ve iç güvey formundan dolayı Galip’i sürekli hor görür, küçük düşürür.

Bunlar, konağın sallandığının belgeleridir. Daha sonra konak ve apartman arasında aylakları görürüz. Muammer burada belirir. İlk başta özel hocaların ve özel okulların şık talebesi olan bu adam hukuk eğitimi alır. Aile onun üzerine titrer, konağın sigortasıdır sanki, eğitilir, beslenir ama oda başarılı olamaz. Ailede herkes otoritedir; herkes, kendisi için uygun bulduğu rolü oynamakla mükelleftir. Erkekler, siyasal ve toplumsal olaylarla; kadınlar, ev içindeki rollerle ayakta kalmaya çalışırlar. Davut ve Dündar, ittihat ve terakki karşıtıdırlar; onlar için Talat ve Enver Paşa, bu memleketin hayatıyla kumar oynamış kimselerdir. Ama bu iki kişi bazen hayırla yad edilirler. Talat Paşa, bir zamanlar Dündar’a- bir saat hediye etmiştir; şimdi bu saat rehinede olsa bile bir karşılığı vardır (s., 15).  

Sonra Leman, Talat Paşa’nın hanımıyla arkadaştır. Eve gelen haciz memurlarını Talat’ın hanımı ile tehdit eder ama nafiledir. Talat’ın adı, bir haciz memurunu korkutacak güçte değildir artık. Kadınlar arasında da bir hiyerarşi vardır. Leman, üst durumunu her zaman korumak ister. Muammer’in eşi Ayla’ya sürekli haddini bildirir: “Küçük hanımefendi.” Saralı Galip ise tek kelimeyle mıymıntıdır. Baba ve oğul; Osmanlı ve Cumhuriyet rejimi de romanda bir zemin, kişileri ortaya çıkartan sağlam birer öğe olarak karşımıza çıkar. Saray’ın yerine alan Meclis ve bunun yolu olarak parti dikkat çekicidir.  Parti ve parti arkadaşları için Muammer “içtenlik payı” (s., 247) diye bir tanım yapar. Kim ne derse desin, hatta kimi varoluşçu krizlerde buna dâhildir; Muammer, yıkılan konağın yerine kurulan apartmandan başka bir şey değildir.

Romanın, yeniden okunup yorumlanması babında beni ilgilendiren Muammer ve Ayla’dır. Romanın biyografik özellikleri dikkate alınırsa Muammer, Melih Cevdet’in babasına benzer. Ayla’da annesine. Mağdur bir kimse olarak Ayla’yı görürüz. Muammer’le bir kez karşılaşmış ve daha sonra çıkmışlardır. Utangaçtır. Muammer’in ciddiyetini görünce, bir kalp var diye düşünmüştür ve okulunu bırakıp evlenmeye karar vermiştir. Ancak, konak sahibi aile kızın adını bile hafife alır. Kapı dinleyen, içki içen, ortalığı karıştıran Mürşide bile “Adı Ayla mı? Ay ne gülünç” (s., 99) diye takılır. Düğün sonrasında da adı doğru düzgün söylenmez, herkes “gelin” (s., 143) diye seslenir. Ayla’nın kimsesi yoktur zaten; ne anne, ne de baba, teyzesinin yanında büyümüştür. Gaye diye bildiği her şeyini okulunu bitirmeye bırakmıştır ama okula da devam etmemiştir. Evlilikleri iyi gitmez. Muammer kendini içkiye verir. Dipten bir kasvetle beslenir. Kulağına değmiştir, zaten Mürşide de bunu dillendirmiştir, annesi; Pakize, başka biriyle birlikte olmuş, Muammer doğmuştur (s., 148). Asıl babası bir dans öğretmenidir ve Pakize, bunu kendine yedirememiş, intihar etmiştir. Bunlar söylentidir ama Muammer’i bu söylentiler çileden çıkartır, kendini içkiye verir, herkesten uzaklaşır ama her uzaklaşmaya bir fikir uydurmada da mahirdir: Cehennem başkasıdır.

Başkasının ateşi ile hayatı yakılmıştır ve kendisi de bu ateşe hayatından kıvılcımlar, dar geçitler eklemiştir. Annesine uzaktır, ninesine uzaktır ve en önemlisi Ayla’ya uzaktır ancak o bu uzaklığı, bana uzaklar diye açıklar her seferinde. Aileden uzaklığı aylaklıkla giderir; Ayla’ya uzaklığını, genelevle. Yaptıklarına da bir mantık bulur: Ayla, benden uzaklaştı. Sonra, Nesime’yle sevişir. Garip bir vicdan azabı çeker. Arada Ayla vardır, evlenemez. Sevişip, hemen sonra evlenmek isteyen kadınlardan zaten nefret eder: “ Çünkü böyle düşünen kadınlar, acıma duygusu uyandırırlar bende” (s., 185). Bir keresinde intihar girişiminde de bulunur ama bu girişiminde, hayatın verdiği ömre bir itiraz değil, bir dikkat çekme vardır.

Muammer, roman bitip şöyle bir düşündüğümüz zaman Anday’ın kimi zaman varoluşçu fikirlerle donattığı, kimi zaman acıdığı bir roman kişisi olarak karşımızda durur. Kötü bir eş, kötü bir dost, ama garip bir naif… Bunalımlarıyla evet, naif ama bunu, başkasına mal ettiği an murdar bir adamdır.

III

Aylaklar, biyografik özelliklerden dolayı, Anday’a en yakın kaynaktır. Romanın kahramanı ve büyük oranda anlatıcısı Muammer, tıpkı Anday’ın babası gibi avukattır. Muammer konak sahibi büyük bir ailenin son halkasıdır. Anday’ın babası Cevdet Bey’de öyledir. Cevdet Bey, Çanakkale’nin bir köyünde doğmuş, sonra paşa yanaşması olmuş, bunun karşılığında da yalıya yerleşmişlerdir. Cevdet Bey, zengin ve şımarıktır. İyi bir eğitim almıştır; Saint Joseph ve Galatasaray’da okumuştur. Aile ona güvenir, Leman hanımın Muammer’e güvenmesi gibi ama bu adam da har vurup harman savurmuştur. Cevdet Bey sürekli şikâyet eder. Bazen kardeşlerine hakaret dolu mektuplar yazar. Anday, yoksullaşmış ama bunu doğal karşılayan anne ortamında büyür ve babasından çok amcalarından söz eder; Kadri Paşa ve Mukim Paşa… Bunlardan Kadri amcasını sever. Babasını çocukken tanrı gibi görür ama büyüdükçe nefret eder. Baba, üç çocuğuyla hiç ilgilenmez. Anday, Zeynep Oral’a ailesini anlatırken, özellikle bir şeyi not etmesini ister, lütfen şunu yaz, “Babamı hiç sevmiyorum.” Annesini ise anlatmaktan kaçınır, kısaca geçer: “ Annem Malatyalı, Kürt bir aileden gelme. Babası İstanbul’da öğretmen olduğundan burada oturuyorlar. Babamı, ailesi evlendirmek istediğinde, rahat etsin diye, yoksul bir kız arayıp, annemi bulmuşlar. Annem olmazsa biz üç kardeş ölürdük. Sağlam çıkan annem oldu. Şımarık paşazadeye katlandı. O yoksullukta bizi büyüttü” (Zeynep Oral, Edebiyatımızdan On İnsan Bin Yaşam, Milliyet Sanat, 1998, s.1988). Zeynep Oral, Anday annesini anlatırken, bir yerde durup, “Onu ne çok sevdim, onu öyle severdim” demesini bekler ama, böyle bir söz çıkmaz ağzından. Şiirlerinde olduğu gibi, özel hayatında da Anday, anne konusunda ketumdur.

Annesi Nadide hanımın Kürt olmasının Anday’da bir yeri var mıydı? Aylaklar’ın bitiş sahnesi dokunaklıdır. Muammer, yazıhanededir. Nesime gelir. Muammer, artık kimseden şikâyetçi değildir. Ayla’dan bile… Ayla’ya karşı garip bir vicdan azabı içendedir. Onu aldatmıştır. Yalnız bırakmıştır. Ama gene de sever onu. Bu yüzden, ihanet ettiği her seferinde acı duyar, çeker.

Sanırım Anday, Nadide hanımı, kutsallık derecesine çeker, anmaz, içinde sayıklar. Onun Kürt olması da Kürt meselesiyle ilgilenmesine (ihtimal) büyük oranda yol açar.  Paris’te yaşadığı (1979) yıllarda Kürt meselesi ile ilgilenir. Hatta, Fransız gazetelerinde çıkan kimi haberlere kızar. Bu haberlerde Türkiye’de Kürtlerin varlığının tanınmadığı, Kürtlere “Dağlık Bölge Türkleri” denildiğinden yakınır. Dahası Kürtlerin sola yakın olmalarını bu gazeteler yoksullukla açıklarlar. Anday, bu yazıları dikkatle izler ve bu yorumları yapan kimseleri, “Türkleri sevmeyenlerin işidir” deyip geçilmemesi gerektiğini ister. Kimi çözüm önerileri de sunar. Anday, Batı’da çıkan Kürt Tarihi adlı kitapları görmediğini ama Türkiye’de bilim adamlarının bu konuya üniversite düzeyinde sahip çıkmasını ister ( Paris Yazıları, s., 14).   

/Nepel/

İlginizi çekebilir