Müslüm Yücel: Mele Selim’in romanı; Dideban 

Türkiye cezaevlerinde, diğer adıyla “Medrese-i Yusufiye’de” senelerden beridir onlarca şiir, öykü ve roman yazılıyor ve biz okurlar, bunlardan çok azından haberdar olabiliyoruz. Bu da bir yanımızı eksik bırakıyor, sadece görünenle yetinen bir okur kitlesine dönüşüyoruz.

Son olarak edindiğim Edip Yalçınkaya’nın “Dideban” (Belge, 2019) romanı mutlaka görülmesi gereken romanlardan biri. Yalçınkaya, 1971 doğumlu; 28 yıldır cezaevinde yaşıyor. Burada kitaplar yazıyor; yazarak yaşıyor, böylece tutukluluğunu kırıyor; dışa açılıyor, dışarıyı içine çekiyor; 2010 yılından bu yana kitapları yayımlanıyor, Ma Ülkesi (2010), Mahzen (2013), Kardaki Kan (2014) yazarın diğer kitapları.   

Yalçınkaya’nın “Dideban” romanına gelince. Dideban aşağı yukarı 1910- 1914 yıllarını kapsıyor. Romanın kimi kahramanlarını tarihten biliyoruz; Xelil Xeyali, Said-i Kurdi, Abdullah Cevdet, Ahmet Ramiz, Ziya Gökalp ve Mele Selim. Romanın ana karakteri Cindi Bey etrafında bu kişileri, dönemin dernekleri ve partileri ve en önemli olaylarıyla birlikte okuyoruz. Ancak romanın ana ekseni Cindi ve Mele Selim’dirler, diğerleri, bu ikisinin daha bir görünür olması için romanda konumlanmışlardır; Cindi hayali bir karakterdir, Mele Selim gerçektir. Roman, hayalle gerçeğin bir vesikasıdır; Mele selim asılırken ya da o dönem ben yaşasaydım diye kurgulanırsa, çıkan bir tiptir Cindi.    

İstanbul’da başlayan roman tarihçilerin çok az üzerinde durdukları Bitlis Ayaklanması’yla (1914) sona eriyor. Romanın tarihsel arka planı II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Kürt ve diğer halkların Ermenilerin, Yahudilerin, Süryanilerin İstanbul’daki varlık- yokluk kavgalarıdır. Ara karakterler yok değildir, vardır; Delal, Mustafa vs. Halklar da vardır; Rumlar, Araplar, Çingeneler, Tatarlar ve az da olsa varlıklarını duyduğumuz Acemler… Cindi Bey, 1891’de İstanbul’a gelmiştir ve şimdi, yirmili yaşlarda olsa gerektir. 

Romanın ana zemini siyasal ve sosyal örgütlenmelerdir. Bu tarihte Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti (19 Eylül 1908) kurulmuştur. Cemiyetin kurulduğu yer, Gedik Paşa Mahallesi’dir. Kurucuları arasında Seyit Abdülkadir, Halil Xeyali, Emin Ali ve Şerif Paşa vardır. Söz konusu cemiyet çocukların eğitimi için küçük bir okul ve yayınlarını neşretmek için bir basımevi kurmuşlardır. Ayrıca Kürt öğrenciler Sirkeci’de, Erzurum Apartman’ında bir daire kiralamış, Hevi (1912) adıyla bir cemiyet kurmuşlardır. Roji Kurd adıyla bir dergi çıkartırlar, amaçları, “Milli Kürt Şuuru”nu uyandırmaktır. 

Roman açısından hoş bir dönemdir. Bilgi, belge açısından da bu dönem zengindir. Örneğin çok az kimse bilir, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Hevi Cemiyeti’yle yakından ilgilenir. Üye ve etkinlikleri artınca, başka bir yer arayışına geçerler. Bunu duyan Tanrıöver, başkanı olduğu Türk Ocakları Derneği’ne Hevi’nin katılmasını ister. Bir yerde Kürtçülük, Türk Ocakları’nda verilen, Türkçülükle de ilgilidir. Müslüman çatının çatırdadığı, din yerine, ulus kavramının benimsendiği bir zaman…  

Roman, Hevi Cemiyeti’nin üyesi Cindi Bey’le açılıyor. Cindi, medrese eğitimi almış ve bu eğitim etrafında Kürt meselesiyle de tanışmıştır. Kürtlüğü ona Mele Selim ve Xelil Xeyali aşılamıştır. Cindi Bey, İstanbul’dadır ve günlerden bir gün, Xeyali ona bir zarf uzatır: “Gözün aydın Melle Selim İstanbul’a geliyor.” Bu haber Cindi’yi bir yanda sevindirir, diğer yandan garip bir telaşa düşürür… Hoca’yla, talebenin buluşmasının da ayrı bir yeri vardır tabii. Bunu, Cindi, iliklerine kadar hisseder. Çünkü Selim Bey, içi sevgi ve şefkat dolu olan biridir, dahası her sözünün altında derin anlamlar olan biridir, dahası, her sözü ağzından çıkmadan önce çok fazla düşünülen, bir sürü teraziden geçen biridir (s, 24). Halkını yüceltmesi, hakkın ışığına doğru halkına yön vermek istemesi de Mele Selim’in erdemleri arasındadır.

Mele Selim, bir din adamı değildir yalnızca; bir şair, bir filozoftur da. Cindi Bey, onu en son on yedi yaşında görmüştür. Selim, İstanbul’a Seyit Abdülkadir’in daveti üzerine gelecektir. Abdülkadir, bu dönem Osmanlı Senatosu’nun üyelerinden biridir. Hükümet neslinde ağırlığı vardır. Sırasında (Kumkapı olaylarından sonra) Ermenileri evinde saklayacak kadar da farklı bir cesareti vardır. Hatta, savaş sırasında bir fetva çıkartarak asla ve asla Ermeni ve Süryanilere karışılmamasını emreder; Kürtlerden de bunu ister ve kendi imkanları doğrultusunda mavi bayraklar yaparak Hıristiyanlara evlerine asmalarını, böylece kimselerin onlara dokunmayacağını önerir.  

Romanın ilk otuz sayfasında Mele Selim’in mektubu ve Cindi’nin coşkusunu- Cindi’nin hocasını beklerken yaşadığı yıllar geçmiş olsa bile hala üzerinden atamadığı talebe duygusunu okuruz. Romanın ilerleyen sayfalarında Mele Selim’i biraz daha tanırız; o, katı bir din adamı değildir, farklı din ve inanışlara sahip kimselerle dostluk kuran biridir. Muş’taki Surp Garabet manastırının rahibi Vartan Vartabed’le dostluğu vardır, sırasında sohbet ederler; Kürt ve Ermeni ilişkileri üzerine konuşurlar. Burada iki taraf için de İstanbul’un “merkez” olma hali dikkat çeker. Selim, Seyit Abdülkadir ve onun bağlı olduğu örgüte; Vartan, Taşnak’larla ilişkilidir (s, 41).

Kendi aralarında anlaşsalar da, merkezle irtibatlı olmak ister ikisi de. Anlarız, Mele Selim, İstanbul’da yalnızca Kürtlerle değil, Ermeni cemaatiyle de görüşecektir. Romanın, Mele Selim İstanbul’a gelir ve Hevi Cemiyeti’ne misafirlerini ağırlar. Burada onu görmek isteyenlerle sohbet eder. Cindi, duyar duymaz koşmuştur. Hocası tam karşısındadır, yaşlanmıştır. O tanır, ama hocası tanımaz onu. Sonra tanışırlar yeniden. Romanın en dokunaklı sahnelerinden biridir bu. Cindi, kuş gibi hafifler. Eğilip hocasının elini öpmek ister ama hocası izin vermez buna (s, 199). Hal hatır, sonra Bitlis ve civar illerdeki sosyal, siyasal gelişmeler konuşulur. 

Mele Selim baskının bitmediğini, baskı yapanların adlarının değiştiği söyler. İttihatçılar, birilerini yanlarına alıyor, büyütüyor, besliyor ve onlara karşı olanlara da kan kusturuyorlardır. Romanın bundan sonraki bölümünde Kürt ve Ermeni, daha doğrusu Hevi ve Hınçak Partisi’nin ilişkileri de gündeme gelir. Cindi “Ermenilerle birlik olmanın fayda vermeyeceğini” düşünür. Ama Mele Selim, yoğun bir adamdır, yanıtı da yoğundur, şunu söyler: “ Birlik ve beraberlik ilk kez olmayacak. Geçmişimiz birlikte olduğu gibi geleceğimiz de birlikte olacak. Şimdi kızgınlık zamanı değil” (s, 121). 

Mele Selim, romanın on dördüncü bölümünde tekrar karşımıza çıkar. Yanında iki müridiyle birlikte Muş Ovası’na doğru gidiyordur. Bir süre sonra Cindi, Mele Selim’i arar. Cindi, Gayda adlı köye doğru gider. Bu arayışı romana mistik bir yan da katar. Cindi, “siyah atının üstünde taş” (s, 209) gibidir. Artık bağları saran şarkıların son demidir. Nihayet, Ölek adlı köyde hoca ve şakirdi karşılaşırlar. İstanbul’dan sonra, ilk karşılaşmalarıdır bu. Artık, dert yerini, davaya bırakmıştır. Selim, yaşlanmıştır ama yaş değil, bedeni onu sanki bırakmıştır, zayıflamıştır. ,

Cindi, heybesinden bir sürü dergi ve kitap çıkartır, hocasına verir, bunlar, Roji Kurd’un sayılarıdır. Selim’in gözleri dolar. Sohbet eder, dertleşirler. Bir süre sonra Selim, Xumaç’a gideceğini söyler ama bu gidişinde bir tuhaflık vardır, içi sıkıntıyla doludur. Dağdan esintiler yüzüne çarpar. Bir yanda, zulüm diğer yandan senelerden beri devletlerin nifakı yüzünden birbirinden ayrı düşmüş Nakşibendi ve Kadirilerin ayrılığı vardır ama halk için önemli olan “hangisinin daha çok milli olduğudur.” Bakılan göz de Selim’in yüzündedir; herkes ona bakmaktadır, devletten umut kesilmiştir, “varsa, yoksa Selim, varsa yoksa irşad” (s, 239) demektedir herkes. 

Bir süre sonra bir ses, bir haber; derler, şeyh yakalanmıştır, ince ve zayıf bedeni karın içine sürülmüştür. Bir kurtuluş var mıdır? Bağlar belirmiştir; Kadiri, Nakşibendi diye ayrılmışlar bir araya gelmişlerdir ve derler ki Şeyh Şahabettin, ateşten bir kılıçla onu kurtarmaya gelmiş, bulutların arasında saklı duran güneş birden yüzünü göstermiş ve Mele Selim’e doğrultulan silahlar birden, Allah’ın emriyle bir sopaya dönmüş, kurtulmuş…

Ama roman da, hayat gibidir, bütün bunlar, bir andır ve Mele Selim, yakalanır, ip boynuna geçirilir ve yedi gün, o ipte, asılı kalır… Kimisi der ki ip, Mel Selim’i sevdi, onu bırakmadı. Anlatıcı, Mele  Selim’in gözlerini asla kapamadığını, ipi boynuna geçirdikleri zaman bile Dideban Dağı’na baktığını söyler. Kimi bunu gördüm der, kimi yaşadım der. Cindi bir hayaldi, Mele Selim gerçek… Gerçekler de hayal içinden geçti.

İlginizi çekebilir