Müslüm Yücel: Çorba, panealtı, Cemil Meriç ve gol

Epey zamandır merak ettiğim bir şey vardı: Sağ yazın! Elli yıldır iktidardalar ama bir tek romancıları olmadı; hikâye desem zaten epey bir zamandır Türkiye’de roman yazmak için bir sıçrama tahtası olmanın ötesini geçmiyor zaten.

Bütün bunlara rağmen haddinden fazla öykü, roman ve şiir ödülleri var ve bu ödüllerin hepsi belediyeler üzerinden veriliyor. İyi paralar veriliyor. Ama iktidar olmak, edebiyatta pek bir anlam taşımıyor; sanatı yavanlaştırıyor. 

Sağ kesimin şiiri denildiği zaman genelde iki şair akla geliyor; Cahit Zarifoğlu ve Sezai Karakoç ama bu iki şairin ne kadar bugün ki ya da elli yıla yayılan sağı temsil ettikleri de çok şüpheli. 

Karakoç’la ilgili olarak Cemil Meriç şunu söylüyor: “Camiden çok kiliseye yakın.” Zarifoğlu için Cemal Süreyya da aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyor: “Evet bir ‘kabala’ var Zarifoğlu’nun şiirinde ama cinlerle içli dışlı olmayan bir kabala, bir çeşit yazı pokerine yönelmiş.” 

Eleştirimiz bu!

Doğasıyla sağa hitap etmeyen ve sağ olmayan iki kişiyle temsil edilen bir sağ söz konusu. 

Zarifoğlu ve Karakoç sağ tarafından kültürel ata olarak kabul edilir, bunun nedeni ikisinin de eylem biçimi olarak sağı seçmiş olmalarıdır; Zarifoğlu’nun “Mavera”, Karakoç’un “Diriliş” dergileri de birer kült olarak yaşarlar.  

Bu korona günlerinde biraz “onların” edebiyatına bakayım dedim, aradığım tek şey içten olan tefekkürdü ama, sonuç hayal kırıklığıydı; iki kelimeyle şair oluyorlar ama haklarında üniversitelerde onlarca tez yayımlanıyor, örneğin bir İbrahim Tenekeci’yle ilgili yazılan tezlerin sayısını yirmi kişi bir olup tespit edemiyor.

Garibim bir genç geldi yanıma, “hoca yeni bir şey istiyor” dedi, ne yazacağımı bilmiyorum. Üzüldüm ve hemen yardım amacıyla, Tenekeci’yle ilgili tek satır bilgim olmamasına rağmen, kalemi elime aldım, şunu dedim, “tefekkür ve tahayyülün eşiğinde şiirini kuran Tenekeci, Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir/ modern ve post modern açılımlarıyla edebiyatımızın taze çiçeğidir.” 

Manasız ve mantıksız bir cümleydi ama üç ay sonra bu genç yanıma geldi ve buna şunları söyledi: “Tez danışmanım, tezimi örnek tez gösterdi.”  Sevileyim mi, üzüleyim mi bilmedim. Taze bir bilgi, üstelik Urfa’da, bir üniversite Tenekeci’yle ilgili yirminin üstünde tez yazdırmışlar ve daha da yazdırıyorlarmış.

Adam daha ellisinde bile değil, “Hayatı ve Eserleri” diye tezler bile varmış. Merak ettim, okudum, klasik, iktidar endeksli bir yükseliş hikâyesi: Dergâh Dergisi, Milli Gazete, Yeni Şafak ve hemen bir ödül: Yazarlar Birliği. 

Facia buradan başlamıyor, burada bitmiyor da. Sağ kesim, düşünmeyi bilmiyor, düşünmeyi bilmediği için iktidarın dili, dili oluyor, böylece bildiği tek şey, suskun kitleyi denetim altına almak oluyor, bu yüzden şiir, şiir olmaktan çıkıyor, hitaba dönüyor. Ama maalesef bunu da başaramıyorlar. 

İslamcı diye bilinen şairler, Zarifoğlu ve birazda Karakoç’un bırakın üstüne, sağına soluna bile tek bir taş koyamamışlar. Yahya Kemal, Yunan hayranıydı, semt şairiydi ve en azından en iyi yemek nerde yenir bilirdi. Roman zaten yok. Hala “Oğlum Osman”, “Aynada Batan Güneş”, “Minyeli Abdullah” diyorlar ki bunlar roman değillerdi ama bunları da arar hale gelmiş olmalı İslamcı kesim. Hamdi Tanpınar’ı ve Peyami Safa’yı da açık artırma bile yapılmadan, hatta indirimli satışlar sırasında fiyat bile koymadan bedavaya sola verdiler. 

Sağın eleştirmeni de yok. Cemil Meriç, Nazım Hikmet’i şöyle değerlendiriyor: “ Marksizm sert bir içki gibi başına vurmuştu.” Bu bir eleştiri cümlesi midir, meyhane muhabbeti midir? Sonra devam ediyor Meriç, her cümlede de Batı’yı bildiğini, sindirdiğini ifade etmekten de geri kalmıyor. Şunu söylüyor, “Nazım’ın, Resimli Ay’daki Putlara Deviriyoruz tefrikasını karalamak için şairane kabiliyet, Batı estetiği ile bir miktar yatıp kalmak yeter de artardı.” 

Batı edebiyatıyla yatıp kalkmak ne demektir acaba? Batı estetiğinden kastı nedir Meriç’in? Greko Romen mi? Yoksa düalist, analitik ve mekaniği mi kast ediyor? Yoksa olay ve olguları birbirinden ayırmaktan mı söz ediyor. Meriç’i ciddiye bile alamıyor insan. Laf kalabalığı ve kibir dolu bir anlatım, kendini beğenmişlik ayyuktadır. Alıntılar insanı boğar. Sonra bir Mehmet Kaplan vardı, yazıları tek kelimeyle kompleksti, Fransızca bildiğini ima etmek için, imaj, parantez içinde imago diye yazardı, bu kadardı. 

Türkçü de olamadı Kaplan, İslamcı da; sanırım kaderi Ahmet Kapaklı’ya benzedi; mazi de büyük bir millettiler. Bunu söylemek için edebiyatın bir değnekçi olmasına gerek var mı? 

Geniş imkanlar da işe yaramıyor. Bir hikâye yazıyorlar, bestseller oluyor; dahası TRT 1’den TRT 25’e kadar dizi teklifleri birbirini kovalıyor; bu arada gül ve çayır çimeni bol, bir yanından su akan TV’lerin yaptığı “kilipleri de” saymıyorum. Youtube de elerinde oyuncağa dönmüş. Sanki içki içme krizlerini, mağdur bir ses tonuyla şiir okuyarak gideriyorlar. Buradan bir yapaylık doğuyor. Çünkü şair olsun, okur olsun sahibi olmadığı bir dünyadan konuştuğu an tükenir.

Çünkü bir yanda devasa bir iktidarları var, diğer yandan mağdurun dilini kuşanıyorlar, bugün ki İslamcı çevrelerin ihtişamını görecek ve bunun edebiyatını yapacak bir gözleri de yok. Çile cömerttir ama bunların çile diye bir dertleri de yok. Başkasının iktidarı bizi tutsak eder ama dünyadaki en büyük zulüm, “kendi iktidarının bizi aptallaştırmasına” izin vermektir.   

Hikâyelerde anlatıcılar kusursuz, kahramanlar kusursuz; dünya güzel bir yer ve biz burada misafir olarak ağırlanıyoruz duygusu. Halide Edip ve Sait Faik yaşasa acaba ne der bunlara bilmiyorum ama bunlar, kendi adamlarını bile okumaktan uzaklar.  Hiç yoksa insan Nihal Atsız okur, siyaset katmadan okuyan, büyük zevkte alır, çizgi romanın farklı bir halidir yazdıkları ölüp dirilme motifi bile vardır; bir Necip Fazıl okur, Hüsrev kendini asmasın diye incir ağacı kesilir, basittir ama yine de bir şeyler vardır.

Necip Fazıl’ın hakkıyla bir “yalakalık” tarihi de vardır, dönemin reislerine mektup yazıp para istemeyi bile edebi bir form haline getirmişti. Adnan Bey, bıkar onun para istemesinden. Bu da bir şeydir, kötü; ama kıymetsiz değildir. Necip Fazıl, ayakkabısını yolda birine verecek ve yalın ayak eve gelecek kadar da merhametlidir. Din Mazlumları’ndan dolayı Necip Fazıl’a küçük bir borcumuz vardı. Bu Ramazan ayı, bunları yazarak ödeştik. 

Sonra biri vardı, evet biri, Nazan Bekiroğlu, Dergâh Dergisi’nde hikâyelerini keserdim, sırf onun için dergi alırdım, iyi bir hikâyesi vardı, derdim, keşke iki kalbim olsa da birini ona versem, sonra köşe yazarı oldu, best-seller oldu, ilk kitabını ne çok okudum, ne çok satın aldım, ne ince bir zekâ, ne güzel bir dili vardı, binlerce okur arasında yok oldu gitti.

Hala merak ederim, ne yazıyor acaba? Sonra bir de bakarız, seneler geçmiş sevdiğimiz hikâyeler de sönüp gitmişler. Kitaplar arasından düştü Nun Masalları da…

İktidar kötü bir şey. 

II

Bir de Kürtler iktidar olmak istiyorlar. Ben istemiyorum. Çünkü hak, adalet diye bir şey kalmadı dünyada. Vicdan da yok.

İnsan hakları mı? İnsan haklarını artık günümüzde, bu hakkı ihlal eden kimseler savunuyor, örneğin Kürt meselesi mi, aman yarabbi, artık Kürt meselesinden beslenenler Kürt meselesini savunuyor. Hatta bunlar kendi aralarında yapay gündemler oluşturarak, kavga ederek bizi de uyutuyorlar. 

Çoğu Kürt, Kürt meselesini çözmede mahirdir zaten; şunu söylüyorlar “bana imkân verin.” Bu, şu mu demektir acaba: Bana bir gazete verin, ben orada köşe yazayım; TV kanalı verin, burada sınırsız konuşma hakkına sahip olayım; bir üniversite verin, en büyük kürsü benim olsun, siyasette vekillik isterim, yerel yönetimlerde başkanlık…

Niye bunlara ihtiyaç duyuyorsun ki? Yanıt basittir, ben kendimi tanıtırken, diyeceğim ki falan gazetenin köşe yazarı, falan TV’nin yorumcusu, 63’üncü dönem vekil, falan ilçenin en çok oyla seçileni vs. Bir de şu vardır, yeri geldiğinde söylemek ve yeri geldiğinde yapmak; bu da bir koruma kalkanıdır.   

Oysa bunlar hilebaz ve çıkar düşkünlüğünün belgeleri olmaktan öteye gitmeyen ifadelerdir. Çünkü bunlar basit saygı öbekleridirler/ Kürtlerin önüne konulmuşlardır, sanki onur ve saygı bunlardır… Dava artık ekmek kapısıdır. Parası kadar Kürtçülük yapan siyaset ve hatırı sayılır bir entelektüel çevremiz vardır.

Bu arada Ahmet Şık’ın istifasıyla ilgili şunu söylemesem iki gözüm arkada gider; kimi Kürtler yazdılar, maaş, şu bu dediler, kendi adıma utandım. Kürtler ne zamandan beri sofralarında oturan adamın kaşığını saydılar. Kaşık sayanın gözü kaşıktadır.  

Bu hamur bu teknede kalmayacak, elbette rahat bunları konuşacağımız günler olacaktır. Tek derdim, sabahı beklemek. Üstelik kendi zamanıma bir türlü gelemiyorum. Şöyle bir uzansam, en az bin yıl geriye gidiyorum.

Bu bir hastalık ama tedavisi de yok. Kimileri iyi uyumak için bira öneriyor. Ama ben içki içmesini bilmiyorum. Dahası dinimiz için içki haram ama afyon için bir şey yok; esrar ise hukuken yasak, onu da nereden bulacağım? Gerçi af çıktı, yakında piyasalar canlanır ama kim uğraşacak. 

Neyse, sanırım ekonomik gidişat olsa gerek biraz gözlerimi kapattığımda birde baktım darphanede memurum…

III

Sanırım Ekim’di ve büyük veba salgını yeni başlamıştı; Pera ve Galata da her gün bin kişi ölüyordu. İki yıldır sürekli planlar yapan Rusya, bir an önce Akdeniz’e açılmak için fırsat kolluyordu; Bir, iki, III. Mustafa zor durumdaydı. Elleri ellerimin arasında küçülüyordu. Ne yapacağını bilmiyordu, 360 milyonluk bir serveti vardı, ya savaşa girecek ya da bu servetini kaybedecekti. “İkisi de bir” dedim Mustafa’m, ikisi de bir.

O zamanlar darphanede gece demeden gündüz demeden, “azgın denizlerdeki dalgalar gibi coşarak” çalışıyordum, emir geldi: Vergi. Vergi demek, ipleri vezirlerin eline vermektir. Bilmez miyim? Yandık dedim, padişahım üç yıl ya dayanır ya dayanamayız tam bu sırada, darphane müdürü Ali Ekber Çiçek dinliyordu. Bunu burada söylüyorum, başta “Türk ve Dünya gençliğinin” (Bana çok emeği geçti, bkz., Yalçın Küçük) bunu bilmesi lazım üçüncü Mustafa savaştığı için değil, savaşmayı beceremediği için öldü; öldü ama, kahrından öldü. 

İşte gece, birinci Abdülhamit, beni yatağımdan kaldırdı, “eyvah Ruslar” dedi, tamı tamına 4 500.000 ruble istiyorlar benden, ne yapacağız? O zaman Tevfik Fikret yoktu ama onun yerine dedim ki “paki pişani vakarına” yazık etme; not, bu “beyaz sakal” demektir. Dikkat büyük laf etmedim, sadece bilgili olduğumu belgelemek için eski kelimeler kullandım. Örneğin doruk demektense, şahika dersem, birileri beni iki eliyle alkışlayacaklar, nedir ki entelektüel olmak.

Tarih, “aydınlanma” diyecektir buna, eminim. Kara kara düşündüm, paşam demeyi bir yana bıraktım, kendimizi darp etsek bu kadar para çıkmaz dedim, söylesen bir, taksite bağlasak, hem sen yumuşak yüzlüsün, tatlı söylesen. Bu kafasına yattı, “üç taksit” dedi, Ruslar “yok” dedi, hatırın için iki… Taksitle alış veriş ilk o zaman başladı ve birinci Abdülhamit iki taksitle işi bağladı. Polat Alemdar yoktu tabii, olsa keser roconu, gelsin paralar, gelsin reytingler, Kürt iş adamını rol icabı öldürenler için gelsin büyük mağazaların reklam pastası… Neyse borç boğaza dayandı, sıcak yemekler gibi gemiler yandı boğazımızda.

Her zaman derim, Haçlı Savaşı diyorlarsa da aslen bizde bu doğu batı meselesi tam, 1699’da (Karlofça Antlaşması) başladı; bu anlaşmayı yapmayacaktık, o günden beri yenildik ve hala da yeniliyoruz. Kadri kıymeti bilinmedi birinci Abdülhamit’in, adam, şahsi eşyalarını satıp borçlarımızı ödedi, kimse duymadı, öyle kurtardı boğazları, yoksa bizde boğaz diye bir şey kalmazdı. İşte, bu anlaşmadan sonra hastalandı Osmanlı; ilkin Rus Çarı ve İngiliz büyükelçisi kendi aralarında konuşuyorlardı, Osmanlı demiyorlardı, Hasta Adam diyor ve bu adamın ne zaman öleceğini düşünüyorlardı.

Marks’ta, Dostoyevski’de onlardan öğrendi Hasta Adam denilmesini. Hele Engels, Doğu denilince hemen Osmanlıyı anlıyor ve iki lafından biri Hasta Adam oluyordu. Dostoyevski bir kere kendini tutamadı, dedi, “İstanbul, Rusların olmalı.” Nah! Ben alacağım. 

Çok geçmeden toy bir delikanlı olan birinci değil, ikinci değil, III. Selim başa geçti. Kibar adamdı. Yüksek sesle konuşmazdı. Parmağındaki yüzüklerden dolayı narin eli emir vermeye kalkmazdı. Yumuşacık bir teni vardı, dersin, Beyrut’tan yeni kesilmiş sigara kağıdı, ayakları kesilmiş salatalık dilimi gibi kokardı. Selim, kulağıma eğildi, “kuru ekmeğe bile razıyım” dedi, devlet elden gidiyor.

İçim yandı, atıldım hemen, dedim, ekmek gidiyorsa yapılacak ilk iş askeri düzene geçmektir. Asker, düzene girdi mi, halk da düzene girer. Bizim köyden Osman amca “iyi” dedi, Stalin’de bundan etkilendi. Hatta bir gün Mao ile Stalin konuşurken, konu her ne kadar Mao’nun oğlunun Moskova’da okumasıydıysa da söz Selim’e geldi! Neyse sıcak bir mayıs günüydü, yeni bir nizama geçtik; o söyledi ben yazdım.

O günden sonra keçi kılına, ipeğe, üzüme, mazıya, ipeğe, ipek için şart olan dut ağacına kadar her bir şeye vergi koyduk.  Devlet, üretilene ortaktı. Bundan sonra buğday pazarları karıştı, hal kavgalarında her gün en az üç ölü, sanırsın, 12 Eylül öncesi Siverek, yeni zenginler çıktı tabii bu arada, işini bilenler altın aldı, gördüm, hatta Şekspir’den önce ben söyledim, dedim harcanan değil, saklanan günün birinde herkesin ibadet edeceği bir mabuttur…

Tam o sırada, Kabakçı Mustafa, bizzat bana dedi, “halkın uğultusunu dinliyorum” ben. Sen kimsin yav dedim, ayağını topla, çekil aradan, yoksa Sıtkı Sıyrıldı’ya söylerim, seni bütün Silvan’a rezil eder. 

Laf aramızda Mustafa, Selim’i sevmiyordu, doğruya doğru, onu kurtarmakta istemiyordu… İşte o gece el etek çekilince ve bütün askerler bir ağızdan Esmeray’ın “gel teskere” şarkısını söylerken, söyleyip sonra uykuya dalarken, büyük şairimiz Müslüm Yücel’in söylediği gibi altın beşikte büyüyen Selim’in hasıra sarılan cesedini arz odasına attılar.

O sırada ben, işliğimi çıkardım, gözyaşlarımla hasırdan akan kanları silmeye çalıştım ama olmadı… Yönetmen dedi ki bu rol, İsa’dan çalındı, daha canlı örnekler lazım, daha büyük trajediler… Mübarek sanki Yavuz Tuğrul, her sahnesinde matematik gerek. Simetrisiz sinema olmaz. Matematik olmadan sinema yapılamaz. Şiir hiç yazılamaz.  

Ama o gece, ben en çok Pakize hanıma üzüldüm. Cellatlar saraya girdikleri zaman, kadın diz çöküp yalvardı. Şeb-i aruzdu. Selim yüzünü döndü. Nezir adındaki kısa boylu, kalın boyunlu cellat, “diz çök” dedi. Ay, kurban olurum boyuna postunu, yüzünde Amasya’nın bütün elmaları yandı. Kadınların çığlıkları kılıçtan keskindi (kesin, burayı Zülfü Livaneli seslendirmeli ya da oturup bu konuyla ilgili bir roman yazmalı).

Ben duydum, sanırım o da duydu. Boynu vurulurken birden bir ürperti aldı bedenini, Şems-i Tebrizi’nin sesi geldi, sonra ayak sesi. Ürperdim. Nezir, bostancı kılıcını, Selim’in boynuna vurdu. (Not, bostancı kılıçları şöyle olur, böyle olur kaynak Habertürk’ün herhangi bir yorumcusu). İlk kanı akınca, bir ud sesi yükseldi ve ben birden dile geldim, dedim, “Ah el aman ey ay yüzlü mahım nedir benim günahım.” 

Zavallı Selim, 16 kez dini, 16 kez dili nikâh kıydı ama çocuğu olmadı. Ne büyüler yapıldı, ne tırnaklar gömüldü kapı eşiklerine, mezarlıklardan ne kemikler çalındı, vermeyen Allah vermiyor zaten. 

Bundan sonra darphanenin tadı tuzu kalmadı. Bir arkadaşım vardı Adolphe Masenjoie, o gün, yani canımın sıkkın olduğu o gün dükkânını erken kapatmıştı. İstanbul’un en iyi saat tamircisiydi. Kafası da saat gibi çalışırdı. Birkaç gün sonra işin rengi belli oldu. Gücendim, benim haberim olmadan nasıl bir talep-name yazarlar… Yalnız o değil tabii lokantacı Jean Claude Besson, marangoz Pierre, çilingir Babtistin Verel, Babı- ali katibi Hilmi Bey ve elbise temizlemecisi Figuroa Bernardino’yu da yanlarına almışlar, cemiyet kuracaklar.

Cemiyet ben olmadan kurulur mu? Unuttuk dediler, kusura bakma dediler ama bir kere alındım, gönlümü zor aldılar. Tarih boyunca sarayın bütün kör kahyaları beni gördüler. Biz kurduk işte, sonra bir de baktım ordudaki subaylar da bir cemiyet kurdular. Diyeceksiniz ki bu işin Türkü, ecnebisi de mi var? Başyaver Rauf Bey, kaçıncı olduğunu bilmediğim Reşat o günden sonra birden değiştiler.

Bir evde otursalar, buraya mabet dediler, bir mangal yaksalar, buna mahfil dediler. Mahfillerde yanan alevler ki bilir hangi geceye aitler diye şiirler yazdılar. Biz, adalet, eşitlik, hürriyet; adalet tek, insanlar eşit ve müşterek derken onlar, yeme içme derdindeler.  

O sırada biri geldi, fikirleri bizim fikirlere benzemiyordu, adı Cemalettin Afgani idi; Edip ve İshak gibi adamlarda vardı ama bu adamın yanında dut yemiş bülbül gibiydiler. Bir de Namık Kemal Bey’i anmam gerek; Namık Kemal ve Suavi, Afgani yüzünden birbirine girdiler. Uzun mesele, biri diğerine, kaleminin mürekkebi domuz kanıyla dolu dedi, diğeri karısına metres dedi. Araya girsem Afgani kızıyor, iki horoz gibi adamları dövüştürüyor. Bu arada ulusal- milli gururumuz yerlerde sürünüyor.

Çok kafamı bozdular, Veysi Sarısözen’e söyleyeceğim, hepsini iki kelimeyle bitirecek, olmayacak. Yani batılaşmak dedikleri türden bir tartışmaydı bu. Bir de her şeyden önemlisi Namık Kemal benim tavla arkadaşımdı, yenilse bile “Hürriyet” demeye başlardı, zar gelmeyince, “Hürriyet, insan için besin kadar vazgeçilmezdir” derdi. Malta’ya sürgün edildi, vazgeçmedi tavladan, yenildikçe oynadı.

“Bais-i şekva bize hüsnü umumidir” mısraı yenilgi sonrası yazılmıştır. Şair yenilmedikçe bir ulus yenilmezdi. Kim tavlayı küçümserse, zar gibi atılırdı ya, bunun yeri değildi. Kozluk Okey İlkeleri’ne göre de bu etik değildi. Rahmetli Bukovski bu cümleme kesin hayran kalırdı. 

Neyse localar tütmeye başladı. Bizimkiler, milliyetçiliğe sıcak bakmıyorlar ama Türk locası buna karşı çıkıyor… Etmeyin diyorum, dinleyen yok. Bu koronavirüs günlerinde eğri büğrü oturalım, şapkamızı önümüze koyalım, doğru konuşalım, kendi adıma İzzet Altınmeşe’nin benini kıskandım ben, bir de sesini.

Dünyada başka bir şeyde gözüm olmadı. Geçen bir çizgi filmimsi bir şey yapmışlar, işçiler, İzzet’in o güzelim beninden kürekle siyahları atıyorlar. İzzet, bunu duyunca şu açıklamayı yaptı tabii, büyük adam “bilseydim, bir mayısa bunu armağan ederdim.”  İbrahim mi, İzzet mi bahsinde ben her zaman İzzet demişimdir. Hakikat münazara edilmez zaten. Hülasa!

Nerde kalmıştık, loca da, bizim loca bir tek Yunanlıların, Makedonya’yı ilhak etmesini istiyordu, bunun nedenleri basitti, birincisi Makedonyalılar çok ekmek tüketiyorlar, perhiz nedir bilmiyorlar, Yunanlar öyle değil, bir ekmeği kırk bir balıkla yiyorlar, neden? Çünkü rembetiko! Masonlar oynamayı seviyorlar, oynarken hür olduklarını düşünürler, oynatmayı sevmezler. Sanırım, bu aralar çok fazla Yeni Şafak okudum. On dokuzuncu yüzyıllardayız daha, başımıza bela bir de Herzen var! O da çıkıp gelmez mi?

Herzen açtığı ağzını yumdu gözünü şiir felsefedir dedi. Gerçi o da sözümü dinlemedi, ben günün birinde büyük bir “beni dinlemeyenler ansiklopedisi” yazacağım bu gidişle, neyse Sırrı abi gibi “Herzen, gardaş yapma” dedim, yaptı, dinlemedi. Sen küçük bir teorisyensin dedim, dinlemedi.

Rus kafası, soğukta çalışmaz, Londra yağmurunda ışıldar. Romanda genç bir kız var, dersin Nesrin Topkapı, göbeğiyle Osmanlıyı canlandırıyor; romanda bir adam var, dersin Behçet Nacar’dır, neyse, evlenirler. Yani bir romanda, bir kadınla bir erkek evlenirler mi? Evleniyorlarsa buna roman mı denir, saadet mi denir.

Yazdı mı insan Tolstoy gibi yazmalı, kadın evden kaçar, aşığı yüz vermez, kocası perişandır. İlle de Rus romantizmi yapacak ya, neyse, hem adam hem de kadın bir süre mes’ut olurlar ama zamanla başkalarını severler. Herzen dedim, şimendifer yüreklim, sen Çamlıbeli, Pir Sultan’ı, Bedreddin’i, Neşet Ertaş’ı Murat Çobanoğlu’nu bilmez misin? Meğer ki adamın kafasında başka şeyler var, yazacak, sonra da bunu tatbik edecek, uyanığın daniskası, önce karısına okutuyor, ne dersin? Karısı, “yani” diyor, “yani.” Sanırsın, Perihan abla, yani.  O zaman su tesisatçıları Londra’da daha cirit atmıyorlardı.

Bernard Russel, benim canım, kanım, bir tanem Eliot’un karısını gözüne kestirmemişti daha, sonra da oturup felsefe tarihi denilen zırvaları yazmamıştı, öküz; felsefe tarihini felsefe zanneden geri zekalı bir neslin imamı, pis. Romanın finali, ikisi de mutsuzdur. Çünkü ikisi de dörtlemişlerdir. Büyük romanlarda, büyük aşklar üçgendir oysa, bakınız Don Kişot! 

Bu arada ben, George Sand’ın kadın kahramanı olsam şunu söylerdim, derdim, benim işim talihsizleri teselli etmektir, erdem insan duygularıdır ve duyguların en asili aşktır ve utanç, bir kadın için aşık olduğu zaman değil, bir aşığı olmadığı zamandır…

Bir kadın sevilmediği zaman ölür. Bunları Sand yerine ben söylüyorum tabii; çünkü ben söyledim dersem, kimse beni ciddiye almaz. Halkımız alıntıları sever, alıntılarla boyluca büyümüşler. Halkımız küçük anılarını büyük tarih dersi gibi sunar; hele gazetecilerimiz konuştukları kimseleri arkadaşları yaparlar ve bu konuştukları ölürse üç beş fotoğrafla anılarını yazarlar. Bir gün ben ve o diye başlayan cümleler, Allah’ım!

IV

Sabah kan ter içinde uyandım. Sand’ın beyni beynime işledi sanki. İnsan beyni işte, bütün pisliklerin yandığı bir yerdir ve saflık, bu yangından sonra geriye kalan küllerdir. Bu cümlenin sağına batı, soluna doğu dersem, üç gün sonra üniversitelerde adıma konferanslar verirler. Ama tabii Dergah Dergisi’nde ya da Yeni Şafak’ta bunları söylemem gerek. 

Dün kaldığım yerden devam etmek istedim. Evin içinde dolandım. Masayı topladım. Dedim, İslamcı yazarlar ve “düşünce adamları”  güç hayranıdırlar, alıntılarla yaşarlar. Aforizma üretir ve bunu düşünce sayarlar. Cemil Meriç, Nurettin Topçu ve Nuri Pakdil ilk aklıma gelenler. Meriç bir yazısında şöyle diyor: “Ben göt korkusuyla yaşadım.” Demek ki birileri sormuş, Cemil demiş birileri, sen neden korkarsın. Nedenini de kendince açıklıyor:

“ Orada (ili belirtmiyorum) herkes ibnedir.” Bunu Jurnal’in başıboş ifadelerle dolu anlatımı, yayınlama ihtimalinin olmaması olarak değerlendirebiliriz belki ama Meriç’in takıntısı, homofobik hali burayla sınırlı değil. Meriç, Nurullah Ataç’ı değerlendirirken de benzer ifadeler kullanıyor: “(Ataç) Her değere düşmandı. Tırnaklarını kemirmekten ve liyakatsiz bir takım oğlanlara dalkavukluk yapmaktan başka marifeti yoktu.” Allah için, bu bir değerlendirmemidir, bu bir edebiyat mıdır? Tırnaklarını yemek suç mudur?

Meriççilerin sohbet konusuda şu olsun, göt korkusu mu tırnak yemek mi?  Yazarken bile utanıyor insan. Ayıp! Ne oluyorsunuz ya, bir de sizi adam yerine koyup okuyanlar, birden aydınlanmış gibi oluyorlar ve tabi bunları, okuyan kimseler, şimdi bana şunu söylüyorlar, o kadar değil, ben de diyorum ki, o kadar. Uzatayım mı biraz, ne demek şu “oğlanlara dalkavukluk yapmak?” Bugün, meymenetsiz sosyal medya ortamında bile bu cümleler kurulmaz. 

Benim için hava hoş; Meriç budur, bu kadardır. Çıtayı biraz yukarı çekebilirim ve Meriç’in kavun karpuz gibi (Dosto mu, Hugo mu?) yazar tartısına da girebilirim ama değmez. Yaptığı Balzac çevirileri, yazdığı üç beş deneme var, bunun için hatırını bilirim ama felsefe, sosyoloji, eleştiri adına bir yeri yok bende. 

Çok uzatmayayım, münazara edeceklerim benim kadar güçlü olmalılar. Biri adımı bile sorsa on iki dedemi sayarım; biri bir romandan söz etse, kahramanlarını nüfus memuru gibi tek tek bilirim. 

İslamcılar ve güç meselesine gelince, topu Hitler aşığıdırlar. Topçu ve Peyami Safa, Hitler yenilirken ağlamışlardır. Hatta, Topçu evine Hitler’in fotoğrafını asar. Necip Fazıl, üzülür, süzülür, “elimizde üç şey kaldı” der bunlardan biri “faşizma, nazizma ve milliyetçilik.”  Murat Belge, bir ara Cemal Süreya’nın sıkça bahsettiği, izlediği Sezai Karakoç’un meşhur Diriliş Dergisi’ne bakar, bir yazı görür, hayal kırıklığına uğrar, yazının başlığı, “Hitler’in Vasiyeti”dir. 

Bugün karar verdim, kendimi suçladım, evde oturuyorsun bari boş şeyler okuma, George Sand’dan utan. 

George Sand, Şeytanlı Göl’ü bitirdikten sonra çıkıp yürüyor ve can yoldaşı Ema’yla konuşuyor; kahramanıyla konuşmadan roman yazan sahtekârdır ama Sand, öyle değildi, Ema’ya dedi, yoksulluğun moral bozucu etkisine dayanamıyorum ve zaman dedi sonra, zaman onurlu bir adamın para kazanacağı zaman da değil… Başa döneyim değil mi? Evet başa döneyim, iktidardalar ama roman kahramanıyla, konuşan bir romancıları yok daha. 

Ve ben bir zamanlar beş parmak dağlarında yaşıyordum, orada ölümsüz uykuya dalmıştım. Çobandım. Kaval çalar ve kavalın ezgileriyle ayın kederini birleştirir keçilerimi de otlatırdım, adım Endymion’du, şimdi, büyük baş ağrılarıyla Hakkâri dağlarında hep bir rüya hali içinde yaşıyorum…

 

 

İlginizi çekebilir