Müslüm Yücel: Canavarların Zamanı’nda cumhur seçimi

I- An ve ark

Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri Türkçe edebiyatın önemli şiirlerinden biridir. Bu şiirde kasvetli bir hava vardır: Ufuklar inatçı bir duman içindedir, beyaz bir karanlık dört bir yana hakimdir ve havanın ağırlığı içinde her şey silinmiştir; manzara tozlu, görüntü yoğunlukla örtülüdür; öyle bir toz, öyle bir yoğunluktur ki şehrin derinliğine kimse sokulma cesareti gösteremez; korkar, burası zulümler sahasıdır, parlaklığa ve ihtişama hem beşik hem de mezardır ve şimdi en kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden safahata susamış bağrında yaşatıyordur; ölmüş gibi dalgın, uyuyan canlı gibi bir yığındır: Büyüleyici bir bunağa, bin kocadan arta kalmış dul bir kıza dönmüştür. Burada köpek havlamaları bile konuşma şerefiyle yükselmektedir, dört bir yanı faydasız ağlayışlar, zehirli gülüşler sarmıştır, bakışlar yüzden nefretle akmıştır, el öpme ikbal kıblesine dönmüştür; “örtün” diyor Fikret ama artık onu örtecek bir yüzde kalmamıştır. 

Fikret’in İstanbul’unda zaman, aşağıda anacağım canavarların zamanı gibidir. 

 Gramsci, elbette bu şiirden haberdar değildir; Canavarların Zamanı’nı Tocqueville ve Goya üzerinden biliyordur. Goya, “Aklın Uykusu Canavarlar Doğurur” diye bir gravür yapmıştır ve bu gravür, uyku ve demon edebiyatında hatırı sayılır bir yere sahiptir; Gustav Meyrink’in “Der Golem”,  Alfred Kubin’in “Öteki Yaka” ve Kawabata’nın “Uykuda Sevilen Kızlar” bu gravürden izler taşır. Türkçe edebiyatta da Bilge Karasu, bu hattı izler; (Kılavuz) Goya’nın resimlerine bakar; burada,  “yarasalar, baykuşlar, kediler” yani bil cümle “gece karınlığının yaratıkları, güçsüz anılarımızın uğursuz düşmanları, öncesiz korkunun kapkara ışınlarıyla” uyuyan adamı çevreler. Daha çok örnek çıkartabilirim, bu kadarı da yeterlidir.  

Hamit Bozarslan, edebiyat ve resim meraklılarının bildiği gravür üzerinden, Gramsci’nin söylediklerini yorumluyor (Canavarların Zamanı, İletişim yay., İstanbul, 2022); yaşadığımız zamana da (2010- 2020) “Canavarların Zamanı” diyor; yani 20’inci yüzyılın ilk çeyreğinin, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinden farklı olmadığını söylüyor ve bu günkü zamanı, “Eskinin, artık var olmadığını ama yeninin de henüz ortaya çıkmamış o gelecek arasındaki zaman” diye tanımlıyor. Kitabı bitirince insan hayal kırıklığına uğruyor, faşizm bitmedi; 30’lu yıllarda hâkim olan anlayış, hala ayaktadır. Kitapta en çok değinilen Arap dünyası da, adına “Arap Baharı” denilse de yenilgiden başka bir şey ifade etmiyor ama Bozarslan, oldukça iyimserdir; bu zamana “devrimci an” diyor: Boş ve anlamsız olmamıştır. 

 Gramsci, “canavarların zamanında” devrimlerin karşı karşıya olduğu tehlikelerden söz ediyordu; burada, iki şeyin de altını çiziyordu, biri an’dı, ikincisi ark’tı. An, kesinlik bildiren bir şeydir ve burada, kimse arkasına bakmaz, herkes elde ettiklerini sağlama almak ve kendi kazanımlarına sevinir ve giderek buna ikna da olurdu, direnme anı ise, krizdi, birbirini ikna ederek de bu kriz önlenemezdi, bu küçük, basit sevinçlerden öteye gitmezdi; kriz tüketirdi; an tüketirdi, esas olan arktı, akmasını, gerisini getirebilmekti; devrim, yerinde durmazdı, çemberi tamamlanamazdı…

Bozarslan’a bunları bize hatırlattığı için minnettarız. 

II- Cumhur’un dini ve menşei 

Şimdi, Türkiye’nin cumhurbaşkanı telaşı da bu canavarlar zamanı tekabül ediyor. Dünyada milliyetçilik gerilerken Türkiye’de her gün biraz daha büyüyor. Türk milliyetçiliğine her gün yorumlanmak gerekiyor. Anthony Smith, milliyetçiliğin çağın ruhu anlamına gelebileceğini söylüyordu, bu ruh, sembol ve fikirlerle dal budak salıyordu. 

Türk milliyetçiliği, sağ ya da sol fark etmiyor, çağın ruhu anlamına da gelmiyor. Bir dönem, bir hastalıktı denilip geçilmiyor. Türkiye’deki mevcut siyasi partiler, ne kadar çok milliyetçi oldukları konusunda birbirleriyle yarışıyor ve en fazla milliyetçi olan, kitleleri toplayabiliyor. 

Ernest Gallner, “geçmiş” üzerinde duruyordu ama bu geçmiş içersinde, mevcut kültürü göz ardı etmemizi salıveriyordu; Türkiye’de milliyetçilik, bugünkü kültür (siyaset, kültür sanat ve hatta mafyasıyla) sanki Türklüğü yeni keşfetmiş gibidirler; en sıradan mafyadan en tepedeki siyaset adamına kadar bir Türklük keşfi vardır ve hatta keşif öyle bir dal budak salmıştır ki, sanki, Türklük denilen şey onların tekelindedir. Mevcut olan, bizi en çok ilgilendiren, merkezi milliyetçiliktir; Eric Hobsbawm’ın ileri sürdüğü devlet aygıtının, tek ulusun elinde olmasıdır. Türkiye’de eğitim, sağlık, kültür sanat ve ekonomi, yekten milliyetçi kesimin elindedir. Sağ milliyetçilik, AKP, MHP, İyi Parti, İP; sol milliyetçilik CHP üzerinden gelişmektedir. Hatta buna, eskilerden, “Ermeni ve Rum mallarının Kurtuluş Savaşı gazi ve şehitlerine, ailelerine verilmesi gerektiğini söyleyen Doğan Avcıoğlu’nu da katabiliriz: Şeyh Said’e gerici diyen, Dersimi bombalayanlarla iş tutan, yekpare milliyetçiliğin babasıdır. 

Seçimlere, tarih anlamında en azından bir yıl kalmasına rağmen, sıkı anketler yapılmaktadır. Anketlerde geleceğin cumhurbaşkanı tezi işlenmektedir.  

Görülen tabloda AKP ve MHP, Recep Tayip Erdoğan adı etrafında birleşmiştir, farklı bir alternatifleri de yok gibidir. 

Aday bolluğu karşı taraftadır: Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu, Meral Akşener ilk akla gelen kimselerdir. 

Dikkat edilirse HDP’li bir cumhurbaşkanı tartışması olmadığı gibi, Kürt ve sosyalist bir aday söz konusu bile edilmemektedir. Hatta Kürtlerin kime oy vereceği, kime destek verip vermeyeceği bile tartışılmaktadır. “Son anda Kürtler AKP’yi desteklerse” gibi şimdiden, Kürtleri boğma hevesi bile vardır. Kimi sol akla göre, son anda Kürtler AKP diyebilirler… Böyle bir güvensizliğin olduğu yer, ırkçılığın ötesidir… Amaç, kafeslemedir… Sinsicedir… Haincedir ve çok ince bir işçiliktir… 

Kimi iyi niyetli söylemler de vardır. Kitaplarından, özellikle Ayet ve Slogan’dan çok şeyler öğrendiğimiz Ruşen Çakır, iki gün önce, “on soruda” Kürtleri markaja alan bir yazı kaleme aldı. Çakır’a göre, Tayip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin ne zaman başları sıkışsa “Öcalan’dan medet umuyorlar.”  Medet ne demektir? Ummak, bir şeyler umuyorlar. Bir şeyler istiyorlar. Karşı taraf, buna göre Öcalan’dan medet ummuyor. 

Sonra bu medet “Öcalan kartı’na” dönüşüyor. 

Kart nedir? 

Basitçe, oynamaktır; kullanmaktır. 

Karttan kasıt şu oluyor: Bir kez daha kullanma! Değerli yazarımıza göre, Öcalan, iktidar tarafından kullanılan biridir ve bu kart, şimdiden gösterime çıkmıştır, emareleri vardır. Kullanma insanı sıkacak kadar sıkça geçiyor. Değerli yazarımıza göre Cumhur İttifakı, seçimlerin ikinci tura kalması halinde, HDP seçmenin oy vermesini, vermiyorsa sandığa gitmemesini istediğini dile getiriyor. Buna göre HDP oy vermez, “Kandil ayrı bir sorun”, geriye Öcalan kalıyor… Dikkat edilirse, on sorunun ilk ikisinde, Kürtlerin sosyolojisi çok kötü çiziliyor. Öcalan “kullanılan”, Kandil “sorun” olan, HDP her an, karşı tarafa geçebilecek olan bir partidir… Aynı ya da benzer şeyleri, bir Kürt, Türk sosyalistlerine söylerse, kim bilir ne kadar incineceklerdir ama Kürtler, değerli yazarımıza göre belli ki incinmezlerdir, onlar istedikleri zaman bağırlarına taş basacaklardır;  yazarımıza göre Kürtler ve onları temsil eden kurumlar, kişiler “kullanılan”, sorun olan ve her an kaleyi terk edecek olan kimselerdir. Bir fikir dünyaları yoktur.

Değerli yazarımız devam ediyor. Öcalan, Ali Kemal üzerinden mektup yolladı. Öcalan bu mektupta, bir taraf mı belirtti yoksa kendi gücünüzün farkında olun mu dedi. Bir de şu sorusu var: Öcalan tabanda ne kadar etkili? Ama yazarımız, burada küçük de olsa bir muhasebe yapıyor, kırarak, dökerek de olsa, “Öcalan’dan, istedikleri gibi açıklama” alamayacaklarını söylüyor. “Ancak” diyor, sonra “Öcalan kartının” sıkıntılı olabileceğini de dile getiriyor. Öcalan burada yine, “iktidar havuzundan bazı kanallarda görülebilir” diye çiğ bir yoruma tabii tutuluyor.  Öcalan devreye girmek ister mi? Burada değerli yazarımız, garip ve tuhaf bir kişilik çözümlemesine giriyor. Kürtler söz konusu oldu mu Türk basını sosyolog, psikolog kesilir… Değerli yazarımız da bu hataya düşüyor; ona göre Öcalan, “egosu ne kadar güçlü olduğunu bildiğimiz” biridir: “Seçimlerin kaderinin kendi elinde olduğunu görmeyi zafer olarak telakki eder.” Kantarın topuzunun kaçtığı yer ise şu oluyor; değerli yazarımıza göre, “İktidar çevrelerinde çizilmek istenen, yerli ve milli imajının…”  

Elbette, kalemle kalp arasına köprü kurulmaz, elbette kimse değerli yazarımıza ağır ol bay düzyazı, burada şair var demez… On soru diyor değerli yazarımız ama soruların hepsi birbirine benziyor. 

Buradan Öcalan’a ve Kürtlere baktığımız zaman, bize yol gösterenlerin ne kadar Kürt sorunundan uzak olduklarını görüyorum. Hala, bugün bile anlıyorum ki Kürt sorunu Türk kardeşlerimizin sorunu olmamıştır. 

Genel af olmalı dediğimiz anladıkları tek şey Fethullah Gülen taraftarları ve Gezi’cilerin serbest bırakılmaları oluyor; Kürtlerin ve sosyalistlerin hapis hayatı onları ilgilendirmiyor. Kürtler ve sosyalistler için hiçbir şeyin değişmeyeceği, ama kendileri için hayati mesele olan cumhuru büyüttükçe de büyütüyorlar. 

İmamoğlu’na oy verdik; İmamoğlu, bize bir tablo hediye etti; dahası, bir teşekkür etmeyi bile beceremedi; HDP’nin adını düzgün telaffuz etmedi. Mansur Yavaş, dün söylediğine, bir sonraki gün çark ederek yanıt verdi… 

Bir de Kılıçdaroğlu meselesi var…

 CHP’yi Deniz Baykal gibi Kürt ve Alevi karşıtı birinden yüzde 14’ten alan ve bugün AKP ve MHP’ye karşı yüzde 24’lere getiren, büyük şehir belediyelerini alan Kılıçdaroğlu’nun adı son zamanlarda bir suçlu hanesine döndü. 

Anketlere göre Kılıçdaroğlu hariç bütün liderler (Yavaş, Akşener ve İmamoğlu) Erdoğan’ı geçiyor. Kılıçdaroğlu ise, Erdoğan’a yeniliyor. 

Hesaplar Akşener, Yavaş ve İmamoğlu üzerinden yapılıyor. Kılıçdaroğlu’na CHP’liler bile “dostum” muamelesi yapıyor. Ötekileştiriliyor. 

İyi Parti ise anketler üzerinden yükseltiliyor. Akşener’in en basit bir açıklaması bile başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere, muhalif yayın organlarında sere serpe veriliyor. Bu yüzden sırf izlemediğim haber siteleri var. 

İyi Parti kurulduğu günden sonra oldukça büyük gösterilmişti, baraj altında kalıyordu oysa. 

İyi Parti, 2017’de kuruldu ve MHP içinden çıktı; 2018’de, yüzde 9 oy aldı; 43 milletvekili var. Millet İttifakı olmazsa İyi Parti, yüzde 10 barajı aşamıyor. Çok açık. İyi Parti’nin yerel seçimlerde oyu yüzde 9’dur; aldığı belediye sayısı, 24’tür. İyi Parti’nin oyu, iki seçimin olduğu dönemde kimi anket firmalarınca yüzde 17 gibi bir rakamla açıklanmıştı! İyi Parti’nin iki yıl içersinde oyunun, iki misli gösterilmesi tuhaftır. Bu bir realite değildir, algı yaratmadır. Bir tek işe yarıyor; Millet İttifakı, Cumhur ittifakının önüne geçiyor ama yine de yüzde eliyi bulamıyor. 

Bir diğer nokta, tek muhalefet olarak,  İyi Parti gösteriliyor. Sol, sosyalist ve HDP gözardı ediliyor. Muhalefet ve seçimin belirleyeni olarak HDP, asla görülmek istenmiyor. Açıktır, denklem kurulurken, sol ve sosyalistler, HDP yoktur. Bunlar olmadığı gibi Aleviler de yoktur. Alevilerden istenen kayıtsız şartsız, CHP’ye oy vermeleridir! Bunu söyleyenlerin malzemeleri AKP karşıtlığıdır; ne Alevilerle bir ve bütün olma vardır ne onların sorunlarına eğilme… 

Kılıçdaroğlu’nun ise sürekli ipi çekiliyor. Şimdi nerdeyse, herkesin mecbur kaldığı bir aday dikkat çekiyor: Mansur Yavaş! Yavaş’ın birkaç özelliği var; sessiz kalıyor, yanıt vermiyor, açıklamalarını yazılı yapıyor, ciddi devlet adamı, geleceğin güvencesi bir tip olarak lanse ediliyor. Hiçbir şey söylemeden, bir şeyler söyletiliyor. Zafer Partisi, onu açıktan besliyor, o aday olursa, biz varız diyor, hatta, “biz onu aday gösterebiliriz” diyor başkanları… CHP’liler, onu Ahmet Necdet’e benzetiyor. Kılıçdaroğlu’ndan şu isteniyor: Ezileceğin bir yarıştan çekil, bak, açık kazanacağımız bir adam var… Fedakarlık bekleniyor. 

Kılıçdaroğlu’na karşı garip bir küstahlık da var. Birkaç tanesi var, isim vermem yersizdir. Bu bir anlayıştır. Bunların ağa babalarını biliriz; Tehcirden, 20 kilo 20 dolardan, Trakya’daki Yahudi katliamlarından, Şeyh Said’den, Seyit Rıza’ya kadar biriz bunları…

Bunlar bir şeye inanır, inandığını söylerler ama sonra bunun yanlış olduğu anlaşılır, geri adım atar, özür diler, doğrusu özre sığınırlar; özürleri de küstahçadır, içten değildir; içten adamlar, susar. 

İnandığı şeyin, onu ne hale getirdiğini sorgulamaz asla, sağlam bir düşüncesi yoktur, derme çatmadır, yanlışlarıyla doyum yaşar, bağıra çağıra konuşur, yüksek sesle bir şey söylese haklı olacaktır; çark eder, bunu söylemek istemedim, asıl derdim bu değildi deyip çiğliğini çamura çevirir… Ele aldığı meseleyi sıradanlaştırır; derinlere bakma cesareti yoktur; bir şey değildir, benim üzerimden konuşuyordur, varlığı basit eylemlerinin çöplüğüdür… 

Özür dilemek, bunca bilgiden, bunca belgeden sonra anlamsızdır: Özür dilemek, istek, kip ve teorinin çakıştığı bir noktadır; teorik zeminde katliamlar vardır, istek olarak “beni bağışlayın” yoktur, dahası, özür dileyerek, daha ileri giderek burada bir büyüklük yapma vardır, çokça bir “sinsilik” ifade eder, bizden de şunu ister: Beni mazur görün…

Mazur görün, muğlâk bir ifadedir; burada bir suçun bedeli hukuki olarak ödenmemiştir ve biri çıkıp özür diliyorsa bu, kim adına özür diliyor sorunu barındırır yalnızca, kendi adına bunu yapıyorsa, burada bireysel bir çıkış değil, bir efelenme, kendini büyütme söz konusudur; burada borç bağışı da söz konusu değildir, burada, açık ve aleni bir affa sığınma da yoktur, burada özür yalnızca provoke etmek vardır, bütünün altında yatan dil aşinalıktır! 

Neye aşinayım, kime aşinayım? Yanıt, elbette ben katliama aşinayımdır. Niçin aşinayım; çünkü sen yoksundur, evet bir şeyler olmuştur ve olan şeyler, sen ve benim yaşamadığım bir zaman diliminde gerçekleşmiştir ama bugün ben özür diliyorsam, birinin, birilerinin ya da ölçülü biçili bir arazinin kadastrosu senin elendiyse, bugün bu özrün bir anlamı da yoktur, çünkü sen, bu özrü, benden dilemiyor ve hala karşında, ben diye bir şey yok; oysa, “naif” bile bir sen ve ben arasında olabilir. Ben özür diliyorum, kimden özür diliyorum? Özür diliyorum, Derrida üzerinden bağlayacak olursam, yani günah işledim, suçumun bağışlanması için de “ceza mantığına meydan okuyorum” demektir. 

III Suni devlet, Türk Başkan

Kılıçdaroğlu, Kürt olmadığını söyledi. Aleviliğinin köklerini Konya’ya bağladı ama buna rağmen, CHP algısında bir karşılık bulamadı. Kılıçdaroğlu, Kürt ve Aleviliğini dile getirmese bile bu iki şık, cumhurbaşkanlığına engel olarak ileri sürülüyor; diğer adayların en büyük özellikleri ise Türk olmaktır; dahası, Türk ve İslamın Sunni babı onlar için önemli bir etkidir; Akşener, “ülkücü”; Yavaş, “eski ülkücü”, İmamoğlu, kuran ve hatim indiren, Türklük ötesi, bir Müslüman, üstelik Karadenizli! Karadenizli, Fatih’ten beri…   

 Kılıçdaroğlu’nun Dersimli olması ayrı bir konu olarak bir yerde duruyordur. Dersim’in devlet neslinde ne Yavaş’ın ülkücü Ankara ne İmamoğlu’nun Karadenizli olmasına denk gelmiyor bir türlü! Devletin temeli olduğunu söyleyen her kimse, açıkça aba altından şunu gösteriyor: Cumhurbaşkanı, Türk ve Müslüman olacaktır! Tercihimiz Karedeniz ama orası olmazsa, Ankara, olmazsa Akşener’in Aydın’ı… Yani, coğrafi olarak derin bir hesaplaşma, uzaklaştırma söz konusudur.  

Kılıçdaroğlu, iki şeyden dolayı tarafından tecrit ediliyor. Bu tecrit bizzat CHP tarafından uygulanıyor. Ne İmamoğlu ne Yavaş, saygı gereği bile olsa o varken, bizim adaylığımız olmaz demiyor. Dünden razılar. Hatta, anket firmalarına göre Akşener, Erdoğan’ı geçiyor. Kılıçdaroğlu’da bu yarışta elbette ki çekinceli duruyor. Kılıçdaroğlu’nun neden olmaması gerektiği ise makul bir şekilde açıklanmıyor. Bizim aklımıza iki şey geliyor: Kılıçdaroğlu Kürt, Alevi ve Dersimli’dir ve bu yüzden adaylığı tartışılmıyor. Böyle değilse, gerçek neden ne? Bu ise, bizi milliyetçi bir cumhurbaşkanı bekliyor. 

Kürtler milliyetçileri sevmiyor. Sosyalistler sevmiyor. 

IV- Kürtlerin adayı

Kürtler, bu canavarlar zamanında denklemin sadece “bize destek olun, oy verin ve hiçbir şey istemeyin” yerinde duruyor. Sadece verin. İktidar olduğumuz da size vereceklerimiz var? Nedir bu, “bize yakın, hatta kankalardan birine Kültür Bakanlığı, Turizm, Tarım ve Zirraat…”

Niye Adalet Bakanlığı verilmiyor, en fazla avukat Kürtler de var? İç İşleri Bakanlığı da Kürtlere verilmiyor… Sağlık Bakanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı da… Milli Eğitim ise asla! 

Kürtlerden ne isteniyor, verin! Vermediğimiz zaman en alışılmadık sözlerle itham edilme; yok efendim, son anda vazgeçerler, yok efendim kart’lar, yok efendim şu, yok efendim bu! Böylece Kürtler, onların nezlinde insan bile değiller; kullanıma açık kartlar…   

Böylece halimiz bir hal olmaktan çıkıyor, onların hali vakti yerinde olsun da bize ne olursa olsuna dönüyor. 

Kürtlerden bir erkek adayın, en fazla yüzde 13 alacağı açıktır. Demirtaş’ın elbette onore edilmesi gerekir. Kürtlerin yetiştirdiği mümtaz siyasetçilerden biridir. Çok esaslı bir adalet bakanı olur, dış işleri bakanı olur… Ancak Kürtlerin, yüzde 20’yi aşacakları bir çıkış yolu da var. Bu, Kürtlerin önünü açar. Masa ortaya çıkar: Denklem, Kürtler olmadan kurulmaz.  Öcalan üzerinden Kürtler, yönetilme duygusundan çıkmış, ilk kez yönetmeye ve yönetmeye talip olmuşlardır. Bunun en büyük göstergesi de Türkiye sosyalistlerini de içine alan kadın hareketidir. HDP’yi HDP yapan da kadınlardır. Eğer HDP, kılık kıyafetiyle bir şeyler anlatan popülist imajı kırar ve bir kadın aday çıkartırsa, AKP ve CHP kadar oy alabilir. Bunun moral olarak büyük bir üstünlük anlamına geleceği de açıktır. Evet, kendisine Türküm diyen herkes, Türkiye’de, erkek olarak istediği her yere gelir ama bugüne kadar bir kadın, cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmemiştir. Canavarlar çağında, canavarın boğazını kesecek olan el, kadın elidir, bunu görüyorum ben. 

Kim mi? Daha zamanımız var ve sırasında yazacağımdır adayımı…Ölürsem de iki dostuma söyledim, söylerler…   

İlginizi çekebilir