Müslüm Yücel : Bütün bunların sorumlusu sensin Nazım Hikmet, kimse bağışlamayacak seni

Savaşın üzerinden günler geçiyor. Herkes TV’lerden, gazetelerden, sosyal medyadan “savaş” haberleri izliyor. Bu arada “savaş” demek, suç sayılıyor. Doğrusu savaş demenin kişilere göre bir yasal düzenlemesi var. 

Numan Kurtulmuş “Nihayetinde savaşa giriyoruz” derken, bu bir suç sayılmıyor ama asgari demokrat ölçüleri olan biri “savaş” dediği an, bu suç hanesine işleniyor.  Türkiye’de ilk kez sınır ötesi operasyon yapılmıyor; iki hafta önce Pençe Operasyonu vardı ve dünyada kimse bu operasyonu önemsemedi ama Rojava’ya dönük bu operasyonda Türkiye’yi destekleyen çok az ülke var; Arap ülkelerinden bir tek Katar bu operasyonu destekliyor. Diğer ülkeler işgal diyor. Bu günlerin yalnızca fiziki tahribatı yok. Bu günler insan ruhunu zedeliyor. 

Herkes, korkuyor, özellikle de sosyal medya kullanıcıları dikkatli bir dil kullanıyor. Her gün, yapılan paylaşımlar nedeniyle onlarca kişi hakkında dava açılıyor ve bu davalar, bir anlık öfke ya da eleştiri olarak kabul edilmiyor. 

Kimileri arkadaş listesini gözden geçiriyor, kimileri sakıncalı buldukları arkadaşları listeden çıkartıyor. Facebook ve Twitter’dan dolayı karakola götürülüp ifadesi alınan kimselere hangi örgüt diye soruluyor… İnsanların bir şey söylemesi illa da bir örgütle mi bağlantılı olmalı… 

Havadan sudan konuşmalar, yüreğimizin buzları eritiyor, cesur arayıcılar elbette ki bu dile yer çekiminin tini diyebilirler, itirazım yok; tümden bir kabul içindeyim. Biri bizi izliyor ve hatta bu izleyen, adım atışlarımızı, kimle ne konuştuğumuzu saati saatine pahalı telefonlar aracılığıyla öğreniyor… 

Suç hanesi genişliyor, barış demek, savaşlar olmasın demek garip bir taraf duygusu yaratıyor, bu yüzden kelimeler itinayla seçiliyor; yurtdışında yaşayanların kullandıkları dil, burada yutuluyor…  

Burada garip bir cesaret terazisi kuruluyor. Türkiye’de yaşayanlar susuyor ya da kimi simgelere başvuruyor, yurtdışında yaşayanlar radikal şeyler yazıp konuşmaları yazdıklarını şarj aletine dönüştürüyor. Öyle bir kuşatılmışlık yaşanıyor ki benim gibi sekiz saat uyuyan, en az dört saatini dışarıda geçiren; kahveye giden, eve gelip Halit Ziya okuyan ve tabiri caizse eski yunanlıların outside dediği – her ne kadar Homeros akıllı dese de toplum dışında yaşayan, aykırı-  kimseleri trajedinin bir parçası haline getiriyor. 

Düşündüklerim ya da gün içinde benle konuşan birinin söyledikleri beynimde bir suç halesi oluşturuyor. Deleuze, bir konuşmasında “budala olun” diyordu; çünkü budala, felsefeyle içli dışlıdır. Çünkü budala, ötekine ulaşabilir… Ama benim, bugün ötekine ulaşma imkanım yok; çünkü ben yok’um. Niye diye bir soru soramıyorum, bunun yerine, basitçe “işte böyle”lere boyun eğerek geçiriyorum.

Siyasilere oy veriyorum, vatandaşlık görevi ama artık, bir partiye oy vermek diye bir şey söz konusu değil. Bir tek şey var, ülkemizde çok partili bir sistem yok, tek bir parti var; hepsi bir ve bütünler. Bugün de bir araya gelmiş değiller, hep birliktelerdi zaten desem içim rahat eder mi? 

İçim rahat etmiyor, çünkü ben senelerdir Sheakspear okurum ve her sene bu adamda yeni bir şey bulurum. Bu sene, kibirli karakterler dikkatimi çekti. Yüksek sesle, hem de birkaç defa  “Measure for Measure’ u okudum, hatta yolda yürürken şu mısraları kendimle konuşur gibi yüksek sesle okuduğum da oldu: “Dressed in a little brief auhority/ Most ignorant of what he’s most assured/ His glasy esence, like an angry epe/ Plays such fanatic tricks before high heaven/ As makes the angells weep” (2’inci sahne, s, 118-122). Yani, kısa süreli bir otoriteye bürünmüş kimselerin diyor Sheakspeare, en emin ve en habersiz olduğu şey, camdan özü, tıpkı öfkeli bir maymun gibi, öyle umulmadık oyunlar oynar ki gökyüzünün altında ağlatır melekleri. 

Herkes savaşın kendi bilgi ve ilgi dağarcığı içinde boyutlarıyla ilgilenebilir. Ama ben kendimi doğuştan, dişe dokunur tek mısram olmasa da şair diye tanıtırım ve inanırım, bir ülkenin şerefi, haysiyeti ve vicdanı şairi ve yazarlarıdır. 

Uluslar şair ve yazarlarıyla vardırlar, bir ulusun şairi yoksa, şerefi, haysiyeti, vicdanı da yoktur.  90’lı yıllardan örnek verdiğimiz Sartre ise, bu gün bana yalnızlığı ve kimsesizliği söylüyor. Evet, 19 Ekim 1961’de Fransız polisi yüzlerce Müslüman’ı vahşice katletmişlerdi ve 1 Kasım’da yapılan protestoya Sartre da katılmıştı. Köktenci solun can çekiştiği bir dönemde Sarte’ın bu eyleme katılması bir gurur kaynağı olmuştu. Bununla da sınırlı kalmamıştı, Fransız askerlerinin tecavüz ettikleri ve daha sonra öldürdükleri Cemile için, o bizim namusumuzdur demişti. 

Kaç gündür, gazetelerde, sosyal medyada Hevrin Halef’in adına rastlıyorum… Bu güzellik nasıl yok olur, hangi savaş tanrısı, yeryüzünün öfkesini almak için bu kızı aldı, bilemiyorum… Bu güzelliği yok etmek, akla vedadır. 

Savaşa insanlık yabancı değil. Bir nesil diğer nesle, gözyaşları vermekten öteye gitmiyor. Yirmi birinci yüzyılda sevdiğini öldürmek mi demek gerek. Bütün dünya Kürtleri sevdiğini söylüyor ve bütün dünya, Kürtleri severek öldürüyor. 

Kim bu savaşın sorumlusu ve niçin bizden hesap soruyor. 

Rus tankları, Prag’a girdikleri zaman herkesin sorumlu tuttuğu bir tek kişi vardı ve bu kişi Dostoyevski’ydi. Castillo, Kardeşim Budala’sını Dostoyevski’ye yazılan bir mektup gibi de okuyabiliriz,  bir sohbet gibi de, sonuç değişmez ama: “Seninle yüz yüze olmak istememin nedeni, senin her kitabında o tedirgin edici ve belli belirsiz tiksindirici şoku yaşamış olmam”

Bir süre sonra Dostoyevski koca bir ülkeye döner ve her kitabı Castillo’nun gittiği bir şehir olur; ilk şehir Beyaz Geceler’dir; bir baba çocuğunu boğazlar ve akan bu gözyaşları Dostoyevski’ye aittir: Nastenka, güvercinim benim! 

Boğazlanma Ölü Evinden Hatıralar’da da sürer; küçük masum çocuklar boğazlanır, yine küçük masum kızların ırzına geçilir ve küçük masum kızlar hayatın kötülüğüne karşı canlarına kıymak zorunda kalırlar. Ancak katil bazen kurbanını sever, öldükten sonra yeni bir kurban bulamadığından ya da gerçekten kurbanını sevdiğinden dolayı büyük acılar çeker. Dostoyevski, Ebedi Koca’da nefret ettiği için seven insanların duyduğu sevginin gücünden söz eder. 

Uysal Kız’ın erkek kahramanı böyle biridir yine; rehineci adamın kendisine bir eşya gibi aldığı ve dükkanındaki eşyalar gibi kolladığı uysal kızın intiharına üzülür. Castillo, onu ölüme götüren katili tanımlar: “İnsan bazen kurbanını çok sevebilir, buna karşı ona büyük acılar da çektirebilir.”  

Hatırlanacaktır, Lukerya kendini aşağı bıraktıktan sonra, kocası evin içinde çaresizlik içinde dönüp durmuştu, ağzında tek bir kelime vardı: Peki yarın onu gömdüklerinde ne yapacağım ben? 

Kardeşim Budala’nın ikinci bölümünde tekrar karşımıza çıkar Lukerya; Castillo, bu kızın bir ikonayı göğsüne bastırıp, kendini aşağı atmasını Dostoyevski’yi çarptığını söyler ve dahası bu intiharla, onda tuhaf bir boşluğun oluştuğuna dikkat çeker, bu intiharla Dostoyevski garip bir akrabalık kurmuştur.

Dostoyevski için intihar, kimi zaman suça döner; intihar eden kişi- Lukerya, intihar nedeni olan kişi tarafından, koca ya da yeraltı insanı tarafından bir konuya döner, bir masanın üzerine yatırılır, etrafında dönülüp düşünülür. Bu dönüş ve anlatım tek bir şeye, suça dikkat çeker. Lukerya’yı anlatan kişi, kocası en nihayetinde böyle yapmıştır. Soluk soluğa çıkan bir sesle Lukerya’yı anlatır, ancak bu anlatım sevdiğinin kaybından sonradır. 

Castillo’ya göre, Antigone ile Lukerya aynı kişilerdir, aşağılanmaktan kurtulmak için ölümü seçmiştir her ikisi de ve Dostoyevski bu anlatıyla, bu intiharla çocukluğuna dönmüştür adeta, şöyle der Castillo, “ Göğsüne bir ikona bastırıp ölen kızdan sonra, çocukluğunun manastır ziyaretleri; zaman içinde geri gidiyorsun. Aile içi zorbalığın oluşturduğu suça ışık tuttun. Cesedin çevresinde, babanın vaktiyle yaptığı gibi kendine acıyarak dolaşan katilin adımlarını saydın.”

Castillo anlatının ilerleyen sayfalarda çocukluğunu kustuğunu söyler ve devamla Dostoyevski’nin de her kitabında çocukluğunu kustuğunu belirtir ve hep bir öç vardır, dönülür, durulur ve bu öç hep kendinden alınır, sonuçta herkes gibi, Castillo ve Dostoyevski’de kendi düş kırıklıklarının birer kurbanı olarak çıkarlar karşımıza. 

Castillo’nun bütün anlatısı boyunca Lukerya bir izlek olarak akıp durur. Tarihin içinden örneklerle de Castillo, Lukerya’ya ayrı bir anlam kazandırır; Rusya’nın, Prag’ı işgal etmesine değinir, bir tankçıya uzanır; tankçı, Prag’da başkaldıran kimselere ateş açarken ağlamıştır. Bu imgenin sahibi de Dostoyevski’dir; şunu söyler: “Genç bir fahişeye, soluk yüzlü, soğuktan titreyen bir çocuğa rastlamaya gör, onlara cebinde kalan son kopekleri veriyor, hıçkırıklara boğuluyor, önlerinde diz çöküyor, yüzün yere eğik, alnında, göğsünde haç işareti yapıyorsun. Kim bağışlayacak bizi?

İsteyen isteğini desin, isteyen işgal isteyen, barış gücü isteyen savaş; artık kim ne isterse desin, soru aleni ve açıktır: Kim bağışlayacak bizi. Asker bismillah diyerek yola çıkıyor, camilerde Fetih Suresi okutuluyor.  Hiçbir cami hocası hıçkırıklara boğulmuyor. Görenler bilir ve anlatırlar; Suriye’nin Kürtlere ait köy, kasabalarındaki her evde bir Kuran bulunur ve bu Kuran başın üstünde bir yere asılmıştır. İndirildiği zaman üç defa öpülür. Herkes bilir yine; Suriye’deki Ermeni ve Ezidilerin evinde mutlaka bir namazlık bulunur, bir Müslüman misafir geldiğinde namazını kılsın diyedir bu…  

Rusya’dan kaynaklı her işgal de Avrupalı yazarın, entelektüelin Dostoyevski’yi bulması bir dünya onurudur. Fransa, Belçika’yı işgal ettiğinde, kalabalık bir kitle Viktor Hugo’nun kaldığı oteli taşlarlar… Attıkları tek slogan vardır: Kahrolsun Jan Valjan… Hugo, bu slogan yerine atılan taşlarla ölmeyi yeğlerdi…   

Kim bağışlayacak bizi! 

Bana göre yüz yıldır başımıza gelen bütün belaların tek adresi, tek sorumlusu Nazım Hikmet’tir. Sensin! Halit Ziya desek omurgası, evladıyla kırılmış bir adamdır. Reşat Nuri’nin Feride’si mi? Her gün Feride’nin okuduğu okulun önünden geçerim, aklıma gelmez. 

 Nazım Hikmet haşa, Dostoyevski emsali değildir- değilsin ama, bu edebiyatçısı olmayan topraklarda sen bir numunesin; siyasetten de MHP- CHP’nin ruhusun.  

Nazım Hikmet! Aziyade’nin yazarı Piyer Loti’ye, “Maddeden ayrı bir ruha inansaydım eğer, şarkın kurulduğu gün, senin ruhunu, köprübaşında çarmıha gerer, karşında cıgara içerdim” dediğin günden beri linçi ve katliamların ayak sesleri geldi, hatta seninle linç meşru bir hal aldı. Değil mi? 

Değilse, Aziyade ile Malatyalı hamalın aşkını mı kıskandın. O erkeksi dilin altında yatan ne, söyle. Ama sırası değil, değil elbet! Sen bu şiiri yazarken 1925 yılıydı ve gerçekten de Diyarbakır’da darağaçları kuruldu, Şeyh Said asıldı ve Ali Saip karşısına geçip cigara içti. O zaman ben, cigaranın dumanındaki topal karıncaydım. Ali Saip, “Kuzu da keseriz” dedi Şeyh Sait’e, onu yoldan etmek istedi. Sen tarihleri seversin, inci boncuk mercan gibi mısralar dizersin. 

Sen, Nazım Hitmet, “Karıştı Madrid opospularının kanı kanımıza” dediği anda ırza geçme bir hak sayıldı… O dil bilmez vardı, Kemal Tahir’in yazdığı, senin üstünde durduğun, hani o kabahatini artırmak için “kulampara kocasını, aşığıyla öldüren kadın” dediğiniz, o kadın, o Adıyamanlı, o Kürtçe dışında, dil bilmediği için müdafaası dahi kabul edilmeyen, o kadın, evet, o kadın asıldı. Onu devlet değil sen astın, ilmeği boynuna sen geçirdin. Kulağına dua okuyan sendin… O kadın, işte asılmadan iki dakika önce “havada, karada, denizde yaşayan” bütün mahlukat için af diledi… Sen, o kadını asan Nazım Hikmet, sen o kadının tırnağının arasındaki kir bile değilsin… 

Dörtnala gelip uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanmıştın, bir yerin bir yurdun yoktu senin. Bir dişi atın, bolca atasözün, başka neyin vardı; tarihin mi, kalıntın mı? 

Gavur ve Müslüman ayrımını sen yaptın Nazım Hikmet! İki elim senin yakanda olacaktır hep ve insanlığın şiirinde benden af dileyerek ancak ayağa kalkabilirsin sen! 

Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazarken Ermenileri “kurnaz” yaptın, “Bizim Türklere benzemez” dedin onlar için, sahi sen kimsin, bunu sana kimse söylemedi hiç? Hamit olamama kompleksiyle şiir yazdın! Tipler ürettin. Ermeniler senin için fuhuşla birdi, “Kiyef kapısı” seninle edebiyata girdi.

 Sen bir otoriteydin ya, senle “kültürümüz” başladı; sol, demek sendin- oysa köktenci sol sendin; film çekmek isteyenler, roman yazanlar seni izledi, başardın! Ermenilere, Kürtlere, Rumlara hakaret etmeden, hakareti inceltip karakter yaratmadan yazar demezler kimseye ve yükselmek isteyen herkes, bunu yapınca yükselir. Yükseklik nedir ki? Kibir! Nerden gelir bu? Aşağıda olanın burnu yukarıdadır.

 En kötüsü de ne biliyor musun Nazım Hikmet, kendini aşağılayarak yükseldi birileri hep… Devlet neydi zaten! Kullan gölgeleri gerisine bakma sen.  

Azınlıklar sende pansiyonerlerdi. Ah o Türk filmleri! Sonra dil yasağı seninle geldi. Dedin ve bıraksalardı daha da diyebilirdin, bunu söylemek için, ormanları kesip kalem yapabilirdin, dedin, “Eskiden İstanbul’da, Beyoğlu’nda gavur dükkancılar/ Frenkçe de yazarlardı levhalarına/ Bak şimdi, yasak ettiler bunu, iyi oldu/ Türkçe yazmalı, Türkün ekmeğini yiyenler…” 

Evet son mısrayı biliriz, son mısra devlet- mafya merkezli dizi filmlerde çok kullanıldı; hatırlar herkes, hatta bugün hatırlanmalı, Osman Sınav’ın kahramanı, esir aldığı bir Kürde şunu diyordu “Türkün ekmeğini yiyenler, ekmeği yediği yerden kurşunu yerler.” Bunları yazarken sen, Berlin- Bağdat Demiryolu ilgisini çekmedi, çekseydi, derdin, Türk milleti taze buğdaya Kürtler sayesinde yedi. Urfa olmasa saray erbabı açlıktan ölecekti. Bolulu aşçıların kazan kaldırmasına ramak kalmıştı. 

Nazım Hikmet, sen hiçbir zaman halkların birliğine, beraberliğine inanmadın, hiçbir zaman sol ya da sosyalist olmadın. Bu yüzden Türk yazımı, edebiyattan çok siyasetten etkilendi ve bir tek siyaset vardı ve bu siyasetin edebiyatı, ötekini yok etmek üzerine kuruluydu. Kimi istisnalar hariç Türk edebiyatını okuduğumuz zaman açıkça şunu görürüz, 19’uncu yüzyılda zenci ne ise onlar içinde Türk olmayan herkes, odur ve kötüdür!

Zenci alçalma ve bayağılık demekti. Zenciden insan tiksinti duyabilirdi, pis kokardı, kötü konuşurdu, körelmiş bilinciyle aptalla, kancık arasında bir yerdeydi. Kusursuz olansa beyazdı. Beyaz, renklerin efendisiydi. Zenci kendi kaderini yazamazdı, çünkü o bir ulus bile değildi, dahası o aklını kullanamazdı, aklı da yoktu; kalbini kullanamazdı, kalbi de yoktu. Bu yüzden Allah’ın ona reva gördüğü kaderle barışık yaşaması gerekirdi, bu barışıklığı, yılışma kaydıyla başarabilirdi. 

Zenciyi köleden ayıran ince bir çizgi de vardı; köle, azda olsa sahibi- efendisiyle kavgalı olabilirdi ama zenci, kavgası olmayandı. Onun için önemli olan efendisiydi; efendi tehlikeye girdiği an, o da tehlikeye girerdi… Bunu bilen efendi kölesini korurdu, kollardı, hatta, severdi; çünkü efendisi bilirdi ki, o köle, özgürlüğe layık değildir- özgür olursa eğer, köle özgürlüğü de telef edecektir. Cennette yanık duran ateş, karanlığı- renginden dolayı onu hiçbir zaman fark etmezdi. Sonuç Tocqueville gibileri onlar kendilerini yönetmezlerdi. 

Uzun bir zaman sosyalistler de zencilere hor baktılar. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin onlara uymayacağını söylediler; onlar, ırktılar, ulus değildiler. Acı çeken iradeler, bağımsızlığı hak edemezler! 

Dinlerin engin dünyası da zencilere kapalıydı. Belkıs ve Süleyman üzerinden kurulan küçük bir köke tutunmak isteyenler oldu ama çok fazla karşılık bulamadılar. İsa’ya sığındılar ama, beyazların gittikleri kiliselere onlara yer verilmedi. Hatta, onların İncil okuması, cinlerin bir işi olarak bile yazın da yer aldı. Kendi kiliselerini kullandılar, beyaz değil, esmer ve kana bölenmiş bir İsa heykeli önünde Tanrının onları görmesini istediler. 

Hannah Arendt, ulus devletlerin işte bu zenci- beyaz ayrımından geldiğini söylüyordu. Beyazlar, kendilerini onlar üzerinden inşa ettiler. 

Güncel olarak da bütün taşlar Kürtler üzerine yığılıyor. Kim, kime karşı bir savaş ilan etse, Kürtler söz konusu oluyor. 

Bunun sorumlusu da sensin Nazım Hikmet! Örneğin bilincimizde anıları hala diri olan İstanbul seçimleri. Dün bir ilçede sıradan bir belediye reisiyken, şimdi İstanbul’un belediye reisi olan Ekrem İmamoğlu; oy toplamak için bir camiye gidip Yasin okudu, sonra Fetih suresi. Bu adamı gördüm ben, zavallıydı. Bu adamı Pazar yerinde gördüm, hani senin Piyali ile çok sevdiğin Pazar yerleri… 

Hani domates biber kesmeyi severdiniz ya, o Pazar yerleri… Ta, Turgut Uyar’a kadar, bir umut kapısıydı buralar. İşte seçim çalışmaları yürüyordu bu adam. Bir çocuk vardı, yalınayaktı…  İmamoğlu çocuğu yanına çağırdı, adını sordu, sonra “senin kimsen yok mu” diye devam etti… Çocuk, “abim var” dedi, herkes bu çocuğun abisini aradı, seslendi. Derken abi geldi… İmamoğlu, çocuğun abisine sarıldı, ağladı- çaktırmadan ama, kameraların gözüne soka soka, abinin cebine biraz para yerleştirdi, kardeşine ayakkabı al. Bu arada çocuğun yaptığı işi de öğrendik. 

Kâğıt topluyor. Çukur ve Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz dizilerinden etkilenen kimselerin kâğıtçılara sempatisi var. Eserlerin. Fakir fukara edebiyatı derdi eskiler. Böylece, hiç konuşmadan oy alabilirler. Meydanlarda senin şiirlerinle halka gittiler. Senin derdini dile getirdiler. Bedrettin Destanı’nı öyle çalakalem yazmasaydın. 

İki defa iriş demenin basitliğiyle bir dil kurmasaydın ve şiire, sanki açıklama gerekir, şiir kendini açıklayamaz (şiir bu kadar basit mi, be adam) diyerek, kitaba şunları döşedin, uzun etmedin, tek şey “Milli Gurur” dedin… Bu destan, “milli gurur” içindir. A be adam, bu gurur, bu gün nelere mal oluyor düşünmedin hiç… Benim milli gururum ne olacak, Rumların milli gururları ne olacak, Kürtlerin, Ermenilerin milli gururları ne olacak… 

Bir oyundu bu ve bizde bu oyuna da tanık olduk… Bu sahneyi izledik, fark ettik ama seçim deyip tarihi- özellikle dini tarihi bir tarafa attık… 

Bu sahne, Yahuda’nın sahnesiydi. Bilirsiniz, bir kese altın karşılığında İsa’yı sarılmış ve onu ele vermişti, satmıştı… Kürtlere sarıldı ve Kürtleri sattı… Bazı insanlar, yapılan iyiliğin altında kalmak yerine, onu hemen satışa çıkartırlar… Sen bunu iyi bilirsin Nazım Hikmet, yeri değil belki ama, hapisten çıktıktan sonra sahi Kemal Tahir’i niçin arayıp sormadın?  Vefasızlık, soldan gelirdi; Benjamin de söylerdi, can alıcı vuruşlar sol elle yapılır. Doğru. 

Evet sen, Mussolini’den nefret ederdin değil mi? Mussolini için “çok korktuğu için, çok konuşuyor” diyordun… Faşist olduğu için nefret ettiğini söyleme sakın, onun da bir milli gururu var, incinmesin…  

Nazım Hikmet bu topraklardaki cehaletin sebebi sensin, eskiden korkardım senden ama şimdi, bu gece niçin korkuyorsun benden; milli gurur mu, Madridli yosma mı? Pansiyoner Ermeni mi, tabelasını dilinde yazan adamlar mı? Yoksa, o dil bilmez Adıyamanlı kadın mı? Merak etme, okuduğundan fazla yazdın, kimseye söylemem, ben şairim her şeyden önce o gururu kırılmış benim, o yosma ben, pansiyoner ben, dil bilmez ben, seni bu dünyada kimseye vermem.  

İlginizi çekebilir