Muhittin Beyaz: Uygur Türkleri

Ortadoğu’nun en acı çeken Kürt milletinin, çığlıklara dönüşen dengbejleriyle, gerçeklerden kopyalanmış şiirleriyle ve toplu mezarlar üstünde ağıt yakan annelerinin feryatlarıyla büyüyen  bir fert olarak sözlerime başlamak istiyorum.

İnsanlık matem içinde olma hukukuyla yer yüzüne gelmedi. Çünkü tabiatça böyle bir kanun yaratılmamıştı. Bu gerçeği ne hayvan kanunlarında görebilirsiniz ne de tabiatın kanununda. 

Çünkü  elem verici duyguların olduğu her yer tabiatça ölüdür. Ve dünya ise yaşamın olduğu bir yerdir. Biz yaşadığımız halde sanki yer altında mitlerin korkulu dünyalarındaymışız, sanki  ölümün karanlığındaymışız gibi matemin muktedirliği önünde diz çöküyoruz. 

Gerçekten bu insanların bir kaderi değildi, kim tarafından mecbur kılındık bilemiyorum ama bize bir kadermiş gibi dayatılıyor. Şaşırtıcı bir şekilde tüm yaşamımız, düşüncelerimiz, duygularımız bu matemle çevrilmiş,  onurumuz, ruhumuz bu matemle kirletildi. 

Sanki güneşin tevazu cömertliği hiç yokmuş gibi, buna hiç şahit olmamışız gibi matemin buyruklarına boyun eğmişiz. Halbuki  yaşam tüm canlıların olduğu gibi insanın da bağlı olduğu, hatta kutsadığı bir gerçektir. İnsanlığı hayvan kanunlarından ayıran asıl gerçek ise yaşamın korunmasıydı. 

Ama biz tabiatın yaşamını değil, lekelenen onurun, kirletilen ruhun, matemin yaşamını yaşatıyoruz.

 Elbette ki ölümden sonra yaşam bulunduğu için ölülerin mekanları, önemi kutsanmıştır. Şayet ölümde yaşam olmasaydı bilinmeliydi ki ortalarda çürüyen bir hayvanın ölüsünden hiç bir farkımız kalmazdı. Onun için en derin duygumuz yaşamın ta kendisidir. Ayni şekilde insanlığı sahiplenen geliştiren büyüten yegane duygu yine yaşamdır. 

Ama bahsettiğimiz onurlu ve özgür bir yaşam. Şayet böyle bir yaşam değilse peki hala hangi yaşamdan bahsediyoruz? Bu da tabiatta olmayan matem gibi  yeni bir  illet mi? 

Ne yazık ki acı ve kederi insanlık yaşamına ekledi. Aslında matem insanlık yaşamında hiç olmayan bir şeydi. İnsanlık tahakküm için tüm hünerleriyle onu yaratabildi. Ve insan yaşamdaki  tüm güzellikleri bu çirkin duyguyla değiştirdi. Yani açı demiyorum, açılara ses olan çığlıkları demiyorum. İnsanı ruhuna küstüren, insanı monoloğunda çürüten, bir ömür kendine sakladığı o tarifi olmayan duyguların, yaşamı öldürmesinden bahsediyorum. 

Bu duyguyla tanışan insan bir daha nasıl güneşin cömertliğine gülümseye bilir. Nazi kamplarından  kurtulan Yahudiler ölümün onları gerçekten kurtardığı vakte kadar kim diyebilir onuruyla, ruhuyla yaşadıklarını, o cehennemden doğan onursuzluk, canice kirletilmişlik,  yaşamın hangi güzelliği tarafından  unutturuldu. 

IŞİD’in özelde  „Ezdai“ dinine mensup Kürtlere yaşattığı o korkunç gerçekler, tecavüze uğramış bir kadının gözleri önünde annesinin, kardeşlerinin tecavüzüne, babasının, abilerinin ölümüne şahit kılınmış biri sırf bedeni barbarlardan kurtuldu diye gerçekten kurtulduğunu mu düşünüyoruz? 

Onuru, sevinci, inancı elbette tüm yakınlarıyla kirletilip öldürüldü. Babil’in Yahudilere yaptığı hiçbir zaman unutulamadı, o acıyı yaşayanlar için. ABD’lilerin kızılderilere yaptığı, Beyazlar’ın Siyahiler’e yaptığı gibi, o cehenneme tanık olanlar için unutulamadı. Tarihsel olarak belki unutulabilir yeni bir birliktelik başlatılabilir ama o zamanın acılarına şahit insanlar ölüm onları kurtarana kadar hiç bir koşul yaşananları onlara unutturamaz. 

Görüyoruz ki insanlık tekrardan tarihin iğrenç bir gerçeğine şahit kılınıyor. İnançlarından dolayı Çin hükûmetinin Uygur Türklerine yaptığı bu Nazi uygulaması her şeyden önce insanlık onuruna sığmayacak bir muameledir. 

Belki de en acısı küreselleşen dünyada alenen yapmasıdır. Bu durum elbette gelecek için hepimizi korkutuyor. Devletlerin sırf çıkarı için bu zalimliğe ciddi bir tepki vermemeleri tüm insanlığın geleceğinin karanlıkta olduğunu gösterir. 

Bügün Ortadoğu’ya demokrasi getiriyorum diye  binlerce insanı kıyımdan geçirenleri, demokrasi havariliğine tüm çirkinliğiyle soyunanları, ne kadarda aldatıcı ve hilebaz olduklarını bu uygulama karşısında, sessizlikleriyle görüyoruz. 

Amaç insanların, insanca yaşamaları değil, petrolün, madenin, çıkarın, sömürüsüdür.  Ve bu görüş tüm devletler için geçerlidir. Tam anlamıyla  „haklının güçlü değil güçlünün haklı olduğu“ bir düzendir. Yani devletlerin çıkarı söz konusuysa haklı güçsüzdür ve güçlü haklıdır. 

Onun için devletlerin dışında  insanca koşulların, kurumların, sivil toplulukların, eğitimlerin olması gerekir. Aksi halde bu çıkar temeli üzerine inşa edilen devlet yönetimi gelecekte tüm insanları tehdit etmektedir. 

Belki de Nazi toplama kampından kurtulan ve bir lisede müdürü olan bir kadın; her eğitim yılı başında öğretmenlere mektup göndermesi en güzel örnektir buna. Mektup der ki: “Kamptan sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar… Sizlerden isteğim şudur: Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma ve matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak önem taşır.” 

Bugün yapılabilecek her ne varsa gelecek tüm insanlık için yapıldığı bilinmeli. İnsanlığın gözü ününde Uygur Türklerine işkencelerle  dayatılan onursuzluk karşısında haykırışın ne getireceğine bakmaksızın en insanca tepkinin verilmesi gerekir. Aksi durumda yeni zalimliklere tüm devletleri gebe bırakmış oluruz… 

İlginizi çekebilir