Merkan Aksoydan: Marx’ın tahrifatı ve „ulusalcı sol“

10 Kasım’da isminde “Komünist-işçi” geçen partiler ellerine Türk bayrağı alarak sokaklara çıkmıştı, bugün Taksim’de patlamanın olduğu alan Türk bayraklarıyla donatıldı. Dün cumhuriyetin “ilerici kazanımı” safsataları işçilere, emekçilere ve soykırıma uğrayan halklara  anlatılırken açıktan burjuvazinin ulusal bayrağını ellerine almıştı “Komünist” partiler, bugün patlama sonucunda o burjuvazi devletin bekası adına Türk bayrağı ile her yeri donattı. 

Bonapart’ın 18 Brumaire’inde Marx hemen giriş sayfasına “devrimci bunalım çağında, korku ile geçmişteki ruhları, kafalarında candırırlar, tarihin yeni sahnesine o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkalarından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar” sözlerini  Bonapart döneminde ne yapacağını bilemeyen devrimcilerin, devrim için gerekli olanı işçi sınıfında değil de geçmişin ruhunda arayanlar için kullanır.

TKP ve türevlerinin bugün yaptığı da geçmişin sözde ulusal küçük-burjuva devrimcilerinin ruhunu çağırmak, onların bayraklarının altında sözde sınıfsal mücadele vermektir.

TKP ve türevlerinin sosyalizm mücadelesini getirip dayandırdığı bugünkü yer kaba laiklik, kamucu devlet kapitalizmi ve ikinci cumhuriyetçilik ve sosyal şovenizme dönüşen politikaları.

Sosyalist Güç Birliği ve Sosyal Şovenizm

Türkiye’deki sol hareketler zaman zaman ittifak-birlik-platform gibi çalışmalarına girişiyor.

SGB bileşenlerine baktığımızda  Sol Parti, TKP, Devrimci Hareket, Türkiye Komünist Hareket temel gücü oluşturuyor.

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki Kürt Özgürlük Hareketi’ni eleştirme hakkını kullanmak bir partiyi ya da kişileri sosyal şoven yapmaz. Ancak sosyal şovenizmden tarafından yapılan eleştiriler de bizler tarafından fark edilir.

Tüm bu partilerin geçmişten günümüze reformist yapılarına değinmeye ihtiyaç duymadan şuan ürettikleri politik hatlarından yola çıkacak olursak;

Seçim odaklı değilmiş gibi görünse de TKP ve Sol Parti sözcüleri ilk elden seçimler hakkında CHP lehine görüş bildirerek bu yola çıktılar. Ve temel iki konu üzerinden HDP ve ittifaklarından ayrıldıklarını söylediler.

1- Anti-emperyalizm
2- Sınıf siyaseti

Ancak iki söylem de birden bire “ilericilik-gericilik”, “cumhuriyetin kazanımları” “kamuculuk” gibi söylemlerin arasında  göstermelik olduğu anlaşılıyor.

TKP, Devrim Hareketi, TKH, Sol Parti uzun zamandır yürüttükleri politikalar “2. Cumhuriyetçilik” merkezli olup 1923 cumhuriyet yıllarından gözlerini alamıyorlar. Cumhuriyet yılları ise halkların, emekçilerin, işçilerin kanları, hak gaspları, grev yasakları, “saksıda burjuvazi yaratmak” üzerine yükselmektedir.

TKP’nin 10 Kasım’da Koç Holdinge “gönül” koymasıyla, CHP ile ilişkilerinden ise anladığımız  şey   cumhuriyet”  anlatısının  sınıf siyasetinden çok bu partileri sınıf işbirliğine götürmesidir.

Sınıf işbirliğinin ve şovenizmin sonucu olarak Taksim patlamasıyla TKP’nin, HDP ve ittifaklarına karşı ima yoluyla yaptığı kınama açıklaması „devlet ağzını”kullanmaktan çekinmemesine yol açmaktadır.

Türk halkını yıllardır “vatan, millet, sakarya” diye sömüren, işlediği her suçu Türk bayrağı ile örten devlet aklına karşı komünistler halkın milliyetçi duygularına doğru politika üretmekten kaçınması gerektiği yerde TKP ve türevleri sosyal-şovenizm etkisiyle aynı bir devlet partisi gibi politika üretmekten çekinmiyor.

Bugün gelinen noktada cumhuriyetin ilk gününden bugüne kadar ürettiği tüm devlet aklı, anayasası, sosyal-ekonomik ilişkileri baştan aşağı yıkılmalı-değiştirilmeli.  Bunu öngörmeyen, bunun üzerine politika üretmeyen, ve kendisini geleceğin özgürlük Dünya’sından örgütlemeyen hiçbir parti sol-sosyalist değil aksine çok hızlı bir şekilde D. Perinçek peşinden devletin yedek lastiği olma yolunda ilerliyor demektir.

“Tarihsel ilerlemeci” Anlayışlar

“Her kim Marx’ın “işçilerin vatanı yoktur” sözünü unutarak, burjuvazinin ilerici olduğu dönemdeki savaşlara karşı Marx’ın tutumuna atıfta bulunursa, Marx’ı rezilcesine tahrif etmiş ve sosyalist görüş açısı yerine burjuva görüş açısını koymuş olur” Sosyalizm ve Savaş- Lenin

Uzun dönemdir Marx’ın batı merkezli olduğunu iddia edenlerin yanında bir de “feodalizme” karşı burjuvazinin Dünya’nın her yerindeki sömürgeci halini de “devrimci” rolünün devam ettiğini zanneden, buradan da kendi ulusal burjuvazisinin yanında konumlanmaktan çekinmeyen günümüz Kautskyci anlayışı bulunmaktadır.

Bir tarafta Marx’ı teknolojik ilerlemeci, sömürgelerde ekonomik kalkınmacı, burjuva cumhuriyetçi ilan etmeye çalışanlarla, diğer tarafta Marx’ı Avrupa merkezci görüp Doğu toplumlarına karşı neredeyse ırkçı ilan etmeye kadar varan geniş bir yelpaze bulunmakta.

Marx’ı kaba determinizm özdeşleştiren bu yergiler ve övgüler Marx’tan git gide uzaklaşmayla kalmıyor, kendisine komünist parti diyenler de dahil aydınları, demokratları, küçük-burjuva devrimcilerinin kendisini liberal veyahut devlet kapitalizmiyle bulması da kaçınılmaz oluyor.

Bu iki grubun “Hindistan sömürge” meselesinde buluşmasına baktığımızda;

1. Grup; Hindistan’ın feodalizmi parçalamasında İngiliz sömürgeciliğini ilerici görüyor, uygarlık-aydınlanmacılı, modern proletaryanın oluşması durumuyla Marx’ı neredeyse sömürge destekçisi ilan edecek boyuta getiriyor ve bunu övgüyle anlatıyor.

2. Grup ise Hindistan yorumlamasıyla Marx’ı neredeyse islamifobik ve ırkçı ilan etmeye vardırıyor, tüm toplumları Avrupa’nın geçtiği süreçlerden geçmesi gerektiğini desteklediğini öne sürüyor.

Birinci grup övgüyle, ikinci grup ise yergi ile Marx’ı tahrif etmesi yetmiyormuş gibi kendi “ulusal kurtuluşları” hakkında kendisine referans yapıyor.

Bu grupların her söylediğini çürütmeye sayfalar yetmeyeceği için şöyle toparlayıcı bir biçimde anlatmak gerekirse;

Marx her kapitalizm öncesi toplumu feodalizm olarak görmediği gibi her toplumsal gelişimi de bu sıra ile olacağını iddia etmemektedir. Marx’ın Hindistan, Çin, Rusya incelemeleri bize bunu  gösteriyor.

Örneğin Hindistan tarihi boyunca sömürgeciler altında ezilirken, İngiliz sömürgesinin sonuçlarını “ileri” bir mesele olarak değil, kaçınılmaz bir durum olarak anlatırken, nesnel durum tahlili yapmaktadır. Eğer öyle olmasaydı  Hindistan’ı  “Doğu’nun İrlandası” olduğunu söylemez, kurtuluş reçetesini, sömürgeci karşıtlığı ile özdeşleştirerek vermezdi.  Bunun ya İngiliz sömürgesinin yaratacak olduğu proletarya elinden olacağını ya da Hintli halkın yapacağını söylemesi bir diyalektik işleyiş gereğidir, sömürgecinin ilericiliğini söylemek için değildir. Eğer öyle olsaydı Hindistan’da 1857 Sepoy ayaklanmasıyla beraber Marx hem Hindistan’daki sonuçları, hem de ayaklanmanın İngiltere’deki olağan sonuçları için Hindistan’ı en iyi müttefik görmez, gerici bir ayaklanma olarak betimler ve İngiltere’nin yanında yer alırdı ya da İngiltere’nin Afganistan işgali sırasında İngiliz sömürgecilerini yerle bir eden yerli halkı coşkuyla alkışlamazdı. Marx burjuva toplumunun eleştirisini yaparken İngiliz sömürgeciliğinin burjuvaziye içkin barbarlığını, insanlık düşmanlığı olduğunu, iğrenerek anlatmıştır.

Türkiye’den bakmaya devam edecek olursak;

Bugün Türkiye burjuva cumhuriyetin sözde ilericiliğini anlatmak için, Marx’ın Hindistan yorumundan örnekler vererek kapitalist toplumun bir önceki topluma göre ilerici olduğu anlatmaya çalışanlar, Lenin zamanında emperyalizmin ilericiliğini anlatmaya çalışan ekonomistler gibidir. ( Lenin’in ekonomistler olarak tanımladıklarının içinden daha sonra Menşevikler çıkmıştır)

İster dönemin 1923’üne bakalım, ister 1960’lara istersek AKP öncesi dönemlere. Kaba anti-AKPci siyaset yürütme, kendisini AKP “gericiliği” ile sınıfsal özünden kopartılmış cumhuriyetçilik arasındaki çelişkiye indirgeyen burjuva cumhuriyetçi TKP ve türevlerinin  Kürt ulusal ve demokratik sorun ve mücadeleden, işçi sınıfının talep ve özlemlerinden kaçmak için formülüze ettiği bu biçim sınıfsal mücadeleyi götürüp sağ popülizm ile özdeşleştirme halidir. Ve en nihayetinde bu politika sınıfsal bir politikaya dönüşmediği gibi “Burjuvazinin elinden kurtaracağız”  dediği Türk bayrağını, sosyal-şovenizminin gerekçesi haline getirerek burjuva cumhuriyetçiler gibi dalgalandırmayla sonuçlanmıştır.

Bu çizginin önlerine koydukları ulusalcı-kamucu programlar ve taktikteler, uluslararası siyasetlerinde ise yine anti-emperyalizmi götürüp anti-ABDcilik anlayışıyla betimleme hallerine dönüşüyor.

Afganistan’da Taliban destekçisi olan Perinçek’ten, TKP ve türevleri için “modern” olan Ukrayna-Rusya krizinde ise Rusya destekçisi konuma düşmekle sonuçlanıyor.

Anti-kapitalist özden gittikçe uzaklaşmanın sonucu olarak, devletçilik-kamuculuk ekseninde ulusalcılaşan ve ulusal çıkarlarının peşine düşen Komünist partiler sadece Türkiye’de değil, Rusya’da ve Çin’de de kendisini gösteriyor, devletçi politikalar ile “Komünist Partiler” aynı çizgide ilerleyerek her zaman güncel olan devrim fikriyatından uzaklaşılıyor.

Komünist hareket, anti-kapitalist özünden koptuğunda, anti-emperyalist mücadele ulusalcılık ile son bulması kaçınılmaz olduğu kadar işçi sınıfının önüne ise “kamucu sosyalizmle” çıkıyor.

Buna son örnek olarak bugünün TİP (Türkiye İşçi Partisi) Kurucularından olan geçtiğimiz aylarda vefat eden, döneminde Gorbaçov’u alkışlayan ve Lenin’in Devlet ve Devrim kitabını fazlasıyla “anarşizan” bulan Metin Çulhaoğlu, bugünün Türkiyesindeki “Komünist Parti”lerin  kendi devlet aygıtıyla-cumhuriyetiyle kurduğu ilişkilerinin “kamucu sosyalizm” olduğunu bize yıllarca göstermiştir. Ve TİP’in geldiği son durum ise TKP ile ayrım sebeplerini kenara bırakarak  İkinci Cumhuriyetçilik olmuştur.

Son söz yerine;

Marx tarihsel ilerlemeci olmadığı gibi ne sömürge yanlısıydı ne de burjuva cumhuriyetçiydi.  O her zaman işçi sınıfının, proletarya demokrasisini inşa edeceği durum ve koşullardan devrimci teorinin peşine düşmüş, ne Fransa’da burjuva cumhuriyetine ne de İngiltere’nin İrlanda ve diğer ülkelere götürdüğü sömürge politikalarına geçit vermiştir. O işçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin ve sömürge halkların yanında bir teorisyen-eylemci olarak yer almıştır.

 

İlginizi çekebilir