Meral Şimşek: Mızıkalı Ağıtlar

Gecenin hüznüyle demlenmiş bir sabaha uyandım yine. Bir fincan kahvenin ilk yudumunda içtim umudumu. Sahi ben uyanınca mı uyanıyor umudum yoksa, umudum mudur beni uyandıran? Yüzümü yıkamak istemiyorum bu sabah. Her sabah gözümü açar açmaz alnından öptüğüm Bingöl Dağları, bu gece senin dudaklarınla alnımdan öptü, yüzümü yıkayasım yok. Düşün ki bu sabah bir başka seviyorum, seni kucaklayan Bingöl Dağları’nı. Mesela sonra, ablamın elleri uzanıyor Urfa’dan saçlarıma, saçlarımın zikrini görmen gerek.

Oğullarımdan biri uyanmamak için direniyor, geç kalacak okula. Diğeri ise vaktinden önce uyandı, yeniden uykuya geçmemek için direniyor, uykusuz kalacak. İki çocuğun uyku harbinde bir kez daha anlıyorum yaşamın tezatlar toplamını. Sonsuza kadar uyumak isteyen yanımın ve umudunu yitirmeyen yanımın azılı savaşı gibi.

Rüzgarın elleri yüzüme dokunsun diye pencereyi açıp, dışarı sarktım. Dudakların alnımda. Ayaklarıyla sokağın tenini öpen, uyku mahmurluğundaki boy boy çocuklar geçiyor karşı kaldırımdan. Kiminin sırtında boylarını aşan çantalar var. Elimi omzuma attım, heybem ne kadar da ağırlaşmış, üstelik ağırlık atma lüksüm de yok. Rüzgarın elleri dokunuyor yüzüme. Alnından öpüyorum; bildiğim, bilmediğim bütün dağları ve seni diliyorum, soluksuz bir kederle…

Ben diliyorum dilemesine de sen yine gelmiyorsun. Sabahı avuçluyorum, babam kokan ellerimle. Evet, babam kokan ellerimle, parmaklarımda tütün sarısı. Mazıdağı’nın tozlu yollarına kızıl bir şerbet içiriyorum, dudağımdaki ezgiyle. Bir kez daha anımsıyorum; ben ne cesurlar gördüm, artık yoklar ve ne korkaklar gördüm aslında hiç yoklar!

Sabrım acıyor, bundandır havanın sisine karışan gözlerimin pusu. Bundandır, sabaha doluşturduğum tuz artığı sesim. Sırf bu yüzden günü demledim yine, tırnaklarımdaki o ince sızıyla. Duyduğum sesler bir ağıdın dinmeyen ritmi.

Hatırlıyor musun, eskiden saklambaç oynar, sırasıyla da ebe olurduk. Şimdi hepimiz sobeleneniz, ebe kim belli değil. Oysa şen tınılı masallar düşerdi avuçlarımızdan. Zifiri bir karanlığın eteklerinden düşüyoruz nicedir. Düş kırığı zamanlarda, hazan yığını kederleriz, çoğumuz ölü eksiği.

Güneş tepeye çekildi, kısaldı gölgeler ve kısaldı umudum. Güneşin yüzü canımı nasıl da yakıyor. Çıkmaz bir sokakta, bütün bilyeleri yutulmuş bir çocuğun yanağında asılı kalan bir gözyaşı damlası misali kondu suretime yokluğunuz. Ki ben sizi, toprak kokulu sokaklar kadar özledim. Sizi özledikçe eksildim, öldürdüm eski beni…

Bütün gün saçmaladı yine zihnim. Öfkem kor misali yakıp kavurdu içimi. Gördüğüm kabuslar karşısında çaresiz kalmanın yan etkisi vesselam. Kabuk bağlamayan yaraların reçetesi var mıdır? Varsa, hangi laboratuvarda kilitli kaldı?

Gün uğurladı yine günü ve başladı gecenin sessiz değil, sizsiz zamanları. Zihnimin içindeki uğultunun en doğurgan evreleri. El ayak çekildi, çocuklar çoktan uyudu, yine bitiremedim işlerimi. Çalışırken dinlediğim bir ezginin notaları kalbimin bam teline bastı. Zemherinin bu çetin demleri yüreğimin avlusunda tutuştu. Öfkem, kederimin önünde diz çöktü.

Evlat acısıyla dirhem dirhem eriyen annemizi düşündüm; göçerken gözleri arkada kalan babamızı; her biri bir ağıt deryası olan ve ruhunun uzuvları eksilmiş, geride kalan kardeşlerimizi. Sahi biz kaç kardeş eksildik? Kaç evren intihar etti ağıdımızın sesinde? Mesela ben, kaç tanrıyı idam ettim uzun geceler boyu? Kaç milyon harita yaktım dizelerimin çığlığında? Sahi ben kaç kez öldüm? İçime kanıyorum, susuyorum. Ben sustukça sis ve gölge kutsuyor geceyi ve mızıkalı ağıtlar ekiyorlar hüznüme…

Ah yine kırılgan bir zamandadır yüreğimin sırça köşkü. Hangi notanın merhametine sığınsam ki, hangi yağmur paklar acımı? Kalbim acıyor demek yetmiyor, kalbimde ejderhalar tepiniyor. Böyle zamanlarda tek bildiğim, düşlerimizi çalanları asla affetmeyecek olmam. Onlar ki ha düşlerimiz baltalamışlardır ha dizlerimizi. Biz ki dizleri baltalananlar; kızıl bir zamanın notalarıyız, yer ve gök arasına siper edilmişiz…

İlginizi çekebilir