Meral Şimşek: Köz; ”Tarihi Özneler Yazar, Nesneler Değil”

Türk egemenleri, Kürt ulusal mücadelesine karşı yok etme projelerinde zindanları hep bir araç olarak kullanmış, 12 Eylül cuntacıları da bu yolu izleyerek bu sistemi Amed zindanlarında en vahşi şekilde uygulamaya koymuştur. Bu amaçla da insanlık dışı her türlü yöntemi devreye sokarak, özgürlük tutsaklarını teslim alma ve ihanete götürme amacı gütmüştür. En üst perdeye ulaşan işkence ve teslim alma çabalarına karşı tutsaklar da insan üstü bir mücadele sergilemişlerdi. Düşmanın her türlü savaş ve işkence donanımına karşı çıplak bedenleriyle gösterdikleri çabada tek silahları ise davalarına olan bağlılıklarıydı.

1980 Eylül’ün de başlayan vahşet, takvim yaprakları 1982’yi göstermeye başladığında hedef, topyekün teslim alma stratejisine dönüşmüş, işkence dayanılmaz bir doza ulaşmıştı. Tarih boyunca muhaliflerini mankurtlaştırmayı amaçlayan Türk egemen sisteminde yine aynı taktik uygulanıyordu. Amed zindanlarında yapılmak istenen kişisel imha değil, topyekün mankurtlar yaratmaktı.

Dönemi yaşayanlardan o anları dinlemek, insan onurunun ne denli katledildiğini de gözler önüne seriyor. Hiç umulmadık bir anda bedeninizde cepler açıldığını hissettiniz mi? 12 Eylül vahşetini yaşayan yüzlerce insan bunu hissetmekle kalmayıp gerçekten yaşadılar!

“Büyük olasılık çatıda yarıklar vardı, hücrelerin tavanları akardı. İşkencenin her türlüsüne maruz kalan bedenlerimize giydiğimiz kanlı gömlekleri o sızan sularla ıslatır, damlayan sularla, susuzluğumuzu gidermeye çalışırdık. çatıda fareler ölürdü, damlardı sular. Susuzluk… Kanlı gömlekler… Bitler, tenimizde aç kalınca etlerimizi keser ve kemiklerimize inip yuva yaparlardı. Ölmezdik.”

Cepler…

Çatıdan sızan su…

Bitler…

Tüm bu direnişin yanında Şahin Dönmez ve Yıldırım Merkit gibi PKK eski merkez üyelerinin de içinde bulunduğu bazı isimler ihanete gidince, cuntanın teslim alma amaçlı vahşetinin de dozu arttı. Düşman mahkemeleri de bu amaca hizmet ediyor, yargılama mekanizması olarak değil, teslim alma aracı olarak kullanılıyordu. Çözülmelerin başlaması ardından 1982 Mart’ında Mazlum Doğan’ın Newroz gecesi bedenini ateşe vermesi, tutsakların topyekün yeni bir döneme geçmesi noktasında büyük etki yaratmış, kurtuluş ve direnme taktikleri de göstermiş olmuştu.

Elbette bu yol öyle kolay bir yol değildi. Mazlum Doğan, bedeninde tutuşturduğu yangınla kendini bir köze dönüştürmüş ve zor olanı başarmıştı. “Kendiniz olmak ve özgürlük ateşini geleceğe taşımak istiyorsanız, gerekirse kendi bedeninizi bir köze dönüştürmelisiniz!” mesajını vermişti. Elbette kendini köze dönüştürmenin ne anlama geldiğini düşman da biliyordu ve yeni közler yaratılmasın diye işkencenin dozunu arttırmıştı. Eğer yeni közler yaratılmasına fırsat verirlerse, 12 Eylül’den beri yürütülen politikalar yerle yeksan olacaktı.

Temmuz 1982’de başlattığı ölüm orucunun 52. gününde yani 7 Eylül 1982’de şehadete ulaşan Kemal Pir şöyle der;

“Düşman koğuşumuzu işgal edebilir, ranzamızı işgal edebilir, hücremizi işgal edebilir ama irademizi işgal edemez!”

Evet tutsakların bedenleri de dahil her yanları her yanları işgal altındaydı. Ancak düşman ara ara çözülmeler yaşanmasını sağlasa da genel anlamda tutsakların iradelerine ve inançlarına hükmedemiyordu. Koğuşlar arası iletişimin neredeyse hiç olmadığı zamanlardı. Mazlum Doğan eylemi diğer koğuşlarda Mayıs’ın ilk haftalarında duyulmuş ve son zamanlarda dozu artan işkencenin sebebi de tutsaklar tarafından anlaşılmış olmuştu. 33. koğuşta bulunan 141 tutsak Mazlum eylemini öğrendiklerinde, Ferhat Kurtay öncülüğünde eylemin amacı üzerinde analizler yapmış ve artan işkence karşısında yeni direniş stratejileri oluşturmaya çalışmışlardı. Ferhat başta olmak üzere Dörtler, eylemin devamlılığının gerekliliği ve genele yaymak konusunda hemfikir olmuşlardı.

Ancak koğuşlar arası bağlantı mümkün olmadığı için bunu diğer koğuşlara iletememişlerdi. Öyle ki bazı koğuşlarda tutsakların birbirleriyle bile konuşmaları yasaklanmıştı. 33. koğuş konumu itibari ile sahip olduğu şansın yanında bir de Ferhat’ın orada oluşunun avantajını yaşıyordu. 33.koğuş esasında bir depo olmasına rağmen cezaevindeki doluluktan dolayı koğuş alanına çevrilmişti. Havalandırmaya açılan iki pencere dışında dışarıya açılan pencereler olmadığı için kapılar kapatılınca dışarıdan gözetlenmesi mümkün değildi. Ayrıca koğuşta bulunan yüksek ayaklı iki demir su deposunun alt kısımları da birer doğal hücre gibiydiler. Stratejik konuşmalar burada yapılır ve bu konuşmalar yapıldığında tutsakların bazıları kapıda nöbet tutarlardı.

15 Mayıs sabahı askerler 33. koğuşa girip aylar sonra ilk kez kantin alışverişi için liste yapabileceklerini söylediklerinde önce gerçek olduğuna inanmasalar da yine de listelerini yapıp teslim ettiler. Listeye kahvaltı çeşitleri, temizlik malzemeleri, mevsim meyveleri ve çokça helva yazıldı. Helva sever misiniz? Ya helvanın nasıl yaşam kurtarıcı bir besin olduğunu hiç düşündünüz mü? Peki yediğiniz helvaya kan karıştı mı? 1982 Mayıs’ında 33. koğuştaki 141 kişi kendilerinin ve yoldaşlarının kanlarının karıştığı bölüştüler. Biz mi? Biz közün demini anlayamadığımız zamanlarda savuruyoruz inancımızı!

Öğlen saatlerinde koğuştan birkaç kişi askerler tarafından kantine götürüldü ve listelerinde yazılmış her şey teslim edildi. Bu, koğuşta şaşkınlık yaratmıştı ancak malzemeler koğuşa ulaşır ulaşmaz, askerler koğuşa saldırmış ve alınan malzemelerin çoğu kullanılmayacak ve yenilemeyecek hale getirilmiş, tutsakların kanlarıyla yıkanmıştı. Askerler çıktıktan sonra sağlam kalan malzemeler ayıklanıp, temizlendi. Kantin alışverişine izin verip sonra da onları kullanılmaz hale getirmek bir yıldırma politikasıydı. Kantin vahşeti sonrasındaki gün yani 16 Mayıs Pazar günü sabah sekizde tutsaklar işkence edilerek sayıma alındılar. Kahvaltı beklendi ama gelmedi. Koğuşta bulunan az miktardaki içme suyundan birer yudum içerek güne başlamışlardı ki koğuşun tamamı havalandırmaya çıkarıldı ve onlarca askerin işkencesiyle karşılaştılar. İşkence bir süre devam ettikten sonra havalandırma alanına bütün nefretiyle Esat Oktay Yıldıran girdi. O, havalandırmaya girer girmez tutsaklar, zor kullanılarak nizami bir sıraya koyuldular. Esat Oktay önde, köpeği Co arkasında, Co’nun arkasında askerler olacak şekilde tutsakların karşısına geçmişlerdi. Esat Oktay birkaç saniye insan onurunu tiksindirecek şekilde voltalar atıp, Ferhat’ın önünde durdu. Burun deliklerinden çıkan gri buğu, tutsakların getirilmiş olduğu halden aldığı hazzı havaya karıştırıyordu. Yüzüne kondurmaya çalıştığı sahte ve aşağılayan gülümseme, derinlerde yaşadığı korkuyu makyajlama çabasından öte değildi aslında. Bunca işkence ve zorbalığa rağmen insan üstü direniş gösteren ve karşısında duran adamların bu gücü nereden aldıklarını biliyor ve o gücü bir an önce yok etmeyi başaramazsa bütün çabasının boşa çıkacağının farkındaydı. dudak kıvrımlarından, içindeki karanlığı dışarı salan bir ses tonuyla tutsaklara dönüp;

“ Ferhat Kurtay kim?” dedi.

Ferhat bir adım öne çıktı.

“Benim!” dedi.

Gördükleri tüm işkenceye rağmen duruşunda ve sesinde zerre titreme yoktu. Esat Oktay, ona bakarken gizlemeye çalıştığı korkuyu tamamen saklamayı başaramıyordu. Gözlerini Ferhat’ın gözlerinden kaçırıp devam etti;

“Evlatlarım! Bakın, ben olmasaydım bu adam elini kolunu sallayarak, buradan çıkıp gidecekti. Bu adamı iyi tanıyın! Bu adam öyle sıradan biri değil! Bu adam Diyarbakır, Mardin ve Siirt eyalet komutanıdır. Şimdiye kadar kendini gizlemeyi başardı ama ben onu ortaya çıkardım. Onun artık buradan çıkışı mümkün değil! İdam cezası alıp çürüyecek!” dedi ve tehditler savurarak havalandırmadan hızla çıkıp gitti.

O çıktıktan sonra tutsaklara yeniden işkence edildi. Bu işkence öğlen saatlerine kadar havalandırmada sonrasında da akşama dek koğuşun içinde sürdürüldü. Akşam kapıların kapanma saatinde işkenceye ara verildiğinde tutsakların hepsi yaralıydı, her yanlarından kan sızıyordu ve bazılarının kemiklerinde ciddi kırıklar vardı. Kapılar kapanıp, baş başa kaldıklarında ilk yaptıkları, önce durumu en ağır olandan başlayarak birbirlerine yardım etmek oldu. Sabah kahvaltısı verilemeyen ve bütün gün işkence edilen tutsaklara akşam yemeği de verilmemişti. Bir önceki gün kantinden kalan malzemelerden ortaya koyup yemeye başlamışlardı ki Ferhat arkadaşlarına dönüp;

“Arkadaşlar, kantinden kalan ne varsa getirin yiyin, kalmasın” dedi.

Başka bir tutsak;

“Abi olur mu? Hastalarımız var, onlar ne olacak” dedi.

Bunun üzerine Ferhat hafif tebessüm ederek;

“Bu malzemelerin yarın askerlerin postallarının arasında ezilmeyeceğinin garantisi yok, o yüzden bu gece yiyin bitirin.” dedi. Bunun üzerine sağlam kalan yiyeceklerden herkes karnını doyurana kadar yedi. Yemek sonrası Ferhat, herkesi etrafında topladı ve sohbetler başladı. Koğuştaki çok az tutsak farklı örgütlerdendi. 141 kişinin çoğu PKK davasından esir alınmıştı. Aralarında müthiş bir dayanışma vardı ve Ferhat’ın bunda etkisi çok büyüktü. O, tüm koğuş için bir motivasyon kaynağıydı. Yaşanan işkence etkisinden ve korku çemberinden çoğunlukla onun etkisiyle uzaklaşıyorlardı. Aslında her an koğuşa saldırı olabilir ve işkence görebilirlerdi. Zaten yapılmak istenen de tutsakları bu psikoloji içerisinde bırakmak, bu şekilde tüm zamanlarını işgal edip düşünmelerini ve çözüm yolları bulmalarını engellemekti. Ancak onların sahip oldukları inanç ve aralarındaki dayanışma bu korku çemberini her defasında kırmayı sağlıyordu.

Bazı insanlar tüm zor koşullara rağmen etraflarına ışık saçarlar, onların varlığı bir lütuftur. Ferhat o insanlardan biriydi ve her daim etrafına pozitif enerji saçmayı başarıyordu. Bu bağlamda hepsinin üzerinde büyük emeği vardı. Yoldaşlık bilincine sahip olmanın bütün incelik ve yetilerine sahip olmasının yanında bunu karşıya gerçekten geçirme yetisine de sahipti. Bu yüzden 33. koğuşu teslim almayı başarmak neredeyse imkansızdı.O gece diğer gecelerden farklıydı. Ferhat, arkadaşlarına koşullar ne denli kötüye giderse gitsin direnmeleri gerektiğini ve en önemli faktörün birbirlerini korumak olduğunu yineliyordu. Bunu yaparken tarihten örnekler vermeyi de ihmal etmiyordu. Kürt tarih bilinci oluşturmanın gerekliliğini anlatıyordu. Mayıs ayındaydılar ve konuşmalarında tarih boyunca ölümleriyle Mayıs’ı kutsamış olan isimlere de atıfta bulunmayı ihmal etmemişti.

12 Mayıs 1974’de idam edilerek katledilen yiğit Kürt kadını Leyla Qasım’dan, 9 Mayıs Kızıl Ordu zaferine; Deniz Gezmişlerden, Diyarbakır zindanlarında korkunç işkencelerle 18 Mayıs 1973’te katledilen İbrahim Kaypakkaya’ya, yine 18 Mayıs  1977 de şehadete ulaşan Haki Karer’e  birçok örneklendirmeyle Mayıs ateşinin özgürlük mücadelesindeki önemini vurgulamıştı. Ayrıca 1981 yılında başlattığı açlık grevinin 66. gününde 5 Mayıs’ta yaşamını yitiren ve birçok özgürlük tutsağına yol göstericilik yapan IRA militanı Bobby Sands’ı da anmayı da unutmamıştı. Son olarak yakılarak katledilen Fransız Katolik azizesi Jan Dark’tan söz ederken ve yeniden Mazlum’un eylemine değinirken ateşin insan bedeninde yarattığı közün, özgürlük mücadelesindeki yerinin ne denli önemli olduğunu ve o közün sürekli canlı tutulması gerekliliğini anlatırken aslında yapacakları eylemin de sinyallerini vermiş ancak hiç kimse o an için bunu algılayamamıştı. O gece sadece sohbetler edilmedi, şiirler okunup, türküler söylendi, anılar anlatıldı. Aslında o gece Ferhat, Necmi, Mahmut ve Eşref arkadaşlarına bir veda gecesi düzenlemişler ve

kendilerinden sonraki sürece hazırlamaya çalışmışlardı. Saat gece yarısını geçmişti ki Ferhat kolundaki saati ince bir dokunuşla çıkardı ve avucuna alıp yanında oturan Nevzat Elik’e uzatıp, onun şaşkın bakışları arasında;

“Nevzat, bu saati mutlaka aileme ulaştırın.” dedi.

Başka bir arkadaş ekledi;

“Abi sen kendin neden vermiyorsun da Nevzat’a söylüyorsun?”

“Benim konumum ortaya çıktı, yarın da mahkemeye gidiyorum. Belki beni farklı bir yere

koyabilirler ve bu imkanım olmayabilir.” diye karşılık verdi Ferhat.

Çok kısa bir sessizliğin ardından Eşref hemen yanındaki Mehmet Tanboğa’ya döndü ve yanından hiç ayırmadığı kalemi cebinden çıkarıp ona uzatarak;

“Memo, bu kalem Kemal Pir’in bana hediyesidir. Burada olup bitenleri bu kalemle yazarsın.” deyip gülümsedi.

Sen neden yazmıyorsun sorusunu da karşılıksız bıraktı. Sözleşmişler gibi peş peşe ve araya boşluk koymadan hareket ediyor, daha fazla soru sorulmasına engel oluyorlardı. Mahmut, hemen yanındaki Ramazan Bozkoyun’a dönüp;

“Ramazan bu gömleği sana veriyorum. Bu gömleği bana Cuma Tak, Avşın’da Bucaklar

tarafından şehit edilmeden önce almıştı. Ben hiç giymedim. Cuma’nın hatırasıdır, onu koru.” dedi.

Normal koşullarda böyle bir durumda bir şeyler olacağını kesin olarak anlar aslında insan ancak içinde bulundukları koşullar itibari ile hiç kimse asıl amacı kestirememişti. Eşya devri gerçekleştikten sonra Necmi, Ferhat’ın yanına yaklaştı ve kulağına eğilip bir şeyler söyleyip yerine geçti. Ferhat bunun üzerine;

“Arkadaşlar hepimiz çok yorulduk, saatte geç oldu, artık uyuyalım. Bu gece nöbetlerini de biz tutacağız.” dedi.

Nöbetler, önceden belirlenen çizelgelere göre, ikişer saatlik zaman dilimlerinde ikişer kişi tarafından tutulurdu. Çizelgeyi öyle ayarlamışlardı ki dördünün nöbeti iki grup halinde peş peşe geliyordu ve bu o an için kimsenin dikkatini çekmemişti. Saatler 17 Nisan 04.00’ı gösterdiğinde bütün koğuş kulak zarını yırtan bir patlamayla ranzalarından fırladılar. İlk şokun verdiği etkiyle koğuşa bomba atıldığını sandılar. Koğuşun her yanından dumanlar yükseliyor, su depolarının olduğu yerden de alevler yükseliyordu. Önce paniklediler, sonra koğuşta kalan son su bidonundaki suyla yangını söndürmeye çalıştılar. Suyu dökmeye başladıkları an, alevlerin içinden slogan sesleri yükselmeye başladı ve genizlerine keskin bir yanık et kokusu doluşmaya başladı.

“Kahrolsun sömürgecilik! Yaşasın tam bağımsız demokratik Kürdistan!” sesleri yankılanıyordu. Su dökülünce karşılık geldi.

“Su dökmeyin! Bu siyasal bir eylemdir! Su döken haindir, ateşi harlandırın!” sesleri geldi.

Alevlerin içinde insanlar vardı! Peki ama kimlerdi? Herkes birbirine bakmaya başlamış, alevlerin içindekilerini bulmaya çalışıyor bir yandan da alevleri söndürmeye çalışıyorlardı. Alevler sönünce içindekilerin kim olduğu anlaşıldı.

“FERHAT KURTAY, NECMİ ÖNER, MAHMUT ZENGİN, EŞREF ANYIK”

Ortaya çıkan manzara tasvir edilecek gibi değildi. Dördü hem birbirlerine hem de su depolarının demir ayaklarına kilitlenmişlerdi. Dördü de kafa kemiklerindeki beyazlık ortaya çıkana dek yanmışlardı. Ateşin demirde ve bedenlerinde yarattığı erime etlerinin demirlerle ve birbirlerinin bedenleriyle bütünleşmesine sebep olmuştu. Tutsakların bazıları Dörtler’i oldukları yerden almaya çalışırken bazıları kapıları kırmaya çalışıyordu. Koğuş mahşer yerine dönmüştü. Henüz yaşıyorlardı. Su deposunun altından çıkarılıp koğuşun ortasına serilen battaniyelerin üzerine alınmaları kolay olmadı. Eriyen bedenlerindeki etler su depolarının demirlerine ve zemine yapışmış haldeydi. Oradan alındıklarında etlerinden parçalar köz halinde yapıştıkları yerde yanmaya devam ediyordu. Battaniyelerin üzerine alındıklarında Ferhat;

“Futbolcuyu çağırın.” dedi.

Futbolcu, Adnan Yılmaz’ın kod ismiydi. Adnan hemen Ferhat’ın yanında dizlerinin üzerine çöktü ve ona doğru eğildi. Ferhat yanmanın verdiği etkiyle rahat konuşamıyor olsa da sesindeki inanç hala dışarı yansıyordu.

“ Arkadaşlara sahip çıkın, birbirinizi koruyun. Bu siyasal bir eylemdir, bunu halka ve partiye mutlaka doğru olarak ulaştırın. Halk bizi doğru anlasın ve amacımızı idrak etsin. Bu, size vasiyetimizdir. Bedenimizde tutuşan ateş Mayıs’ aydınlatacak ve size yol gösterecektir.”

Tüm bu kızılca kıyamet yaşanırken kapılar açılmamıştı. Penceresi olmayan koğuşta yangının dumanları küflü rutubet kokusuna karışmış, tutsaklar bu koku ve yoldaşlarının yanan bedenlerinden kalan o keskin ve yüreği dağlayan kokuyla baş başa kalmışlardı. Bu cehennem yaklaşık bir saat sürdükten sonra kapıya cuntanın askerlerinden biri geldi, olanları öğrenip geri gitti. Yine gelen giden olmadı, Dörtler arkadaşlarının koğuş içindeki isyanlarının içinde hala yaşıyorlardı. Saatler 06.00’ı gösterdiğinde koğuşun kapıları açıldı ve onlarca asker içeri doluştu. Bir yandan tutsakları etkisiz hale getirmeye çalışıyor bir yandan da battaniyelerin üzerinde erimiş bedenleriyle yatan Dörtler’i oradan çıkarmaya çalışıyorlardı. En sonunda yoldaşlarının hüzünlü ve öfkeli bakışları eşliğinde bedenlerini köze dönüştüren Dörtler’i koğuştan çıkarmayı başardılar. Dörtler köz halinde koğuştan çıkarılırken bütün koğuşta Ferhat’ın sözleri yankılandı.

“TARİHİ ÖZNELER YAZAR, NESNELER DEĞİL!”

Dörtler bedenlerinde yarattıkları közle, özgürlük ateşinin kutsallığını geleceğe devreden tarihi yazmayı başarmışlardı. Birkaç saat sonra koğuşun kapıları yeniden açıldı. Bir inceleme heyeti onlarca asker eşliğinde içeri girmişti. İnceleme ekibinde bulunan ve Kolordudan gelen askeri bir müfettiş, su depolarının demirlerinde kalan Dörtler’in etlerini görünce şu sözleri sarf edip, gitti.

“Bu iradeye kimsenin karşı durabileceğini sanmıyor ve şahsen bu irade karşısında saygıyla eğiliyorum.”

Dörtler’in eylemi sonrası, eylemin duyurulmaması için tutsakların hiçbiri uzunca bir süre mahkemelere çıkarılmadı. Dönemin gazeteleri eylemi tüp patlaması olarak duyurdu. Dörtler eylemi ilk kez, 1982 Temmuz ölüm oruçları döneminde mahkemeye çıkarılan Mehmet Hayri Durmuş ve Fevzi Yetkin tarafından duyuruldu ve eylem amacı böylece ilan edildi. Dörtler, mankurtlaştırmanın inadına kazınmış saçlarıyla, ateşi savurdular Mayıs’ın göğüne ve közü taşıdılar nesilden nesile. 1981 açlık grevi şehidi Bobby Sands’ın dediği gibi,

 

Önce doğdu o, takvimlerden

Ve büyüdü ötesinde yaşamın

Kesti zehirli sarmaşıklarını şeytanın

Bir bıçak gibi, dehşetli yangın…

Ve haykırarak hep bir ağızdan Mazlum’un ateşten çığlığı gibi;

“DİRENMEK, YAŞAMAKTIR!”

 

İlginizi çekebilir