Hasan Hayri Ateş: Aysel Tuğluk Ve Düşman Ceza Hukuku

Bir kumpas ve intikam davası olan Kobanê Davası’nda Aysel Tuğluk hakkında verilen tahliye kararı, AKP ve güdümündeki yargının artık rutinleşen ayak oyunlarından biriydi. Böyle de olsa uzun zamandır oluşan beklentiden ötürü ilk anda bir heyecan yaratmadı eğil. Ne var ki, uzun sürmedi. Özellikle Demirtaş ve Kavala davalarından da bildiğimiz üzere, başka bir davadan tutukluğunun devamına karar verildiği açıklandı. 

Daha bir kaç gün önce de Kürtlüğünden dolayı Bahçeli’nin şamar oğlanına dönüşen Bekir Bozdağ şöyle söylüyordu: “Biz Kavala davasında AİHM’nin karalarını uyguladık ve bahse konu davadan tahliye edildi. Şu anda başka bir davadan yatıyor.” 

Hatırlanacağı üzere Demirtaş için de böyle bir açıklama yapılmıştı. Tuğluk meselesinde de olan buydu.  

Son yıllarda çok daha gözü kara şekilde tarafı olunan uluslararası sözleşmeleri de hiçe sayan müthiş bir pişkinlik, sahtekarlık ve cüret sergileniyor. Elbette bu cüretin asıl nedeni ise, yapılanların, uluslararası sözleşmeleri uygulamakla yükümlü kesimler nezdinde karşılıksız kalması, bir yaptırıma uğramamasıdır. 

Bütün bunlar da gösteriyor ki Kürtler başta olmak üzere tüm rejim muhalifleri için geçerli olan, Düşman Ceza Hukuku’nun yürürlüğe konulmasıdır. Bunu 2004 yılında kavramsallaştıran ve teorik çerçevesini oluşturan, Alman Hukukçu Günther Jakobs, içerik olarak kısaca şöyle tanımlanıyor:

“Düşman Ceza Hukukunun hürriyeti kısıtlama tedbiri, ceza hukuku alanında tehlikenin önlenmesi anlamına gelmektedir. Burada (…) sadece ve sadece kamunun güvenlik menfaatinin, tekrar suç işleme olasılığı olan, aşırı tehlikeli mükerrer failler karşısında korunması söz konusudur. O halde failin kusuru hiçbir rol oynamamaktadır. Öyle ki, fail kusuruna orantılı cezasını çekmiş dahi olsa, (tekrar) hürriyeti kısıtlama tedbirine başvurulması hukuka uygundur.” 

Mevzu son derece anlaşılırdır. Kişinin tutuklanmasını gerektirecek maddi kanıtlar olmasa dahi, kamu güvenliği gerekçesiyle tutuklanabilir. İkincisi ise uzun süre hapis yatmış ve cezasını fazlasıyla çekmiş olsa bile, gene kamu güvenliği nedeniyle tahliye edilmeyebilir. Uluslararası nitelik kazanan Demirtaş ve Kavala davaları böyle işliyor. AİHM’nin kararlarına rağmen rehin tutulmalarının nedeni budur. Bu aynı zamanda başta HDP’liler olmak üzere tüm Kürt siyasilerin bu durumda olduğunun, ve rehin tutulduklarının da kanıtıdır. 

Aysel Tuğluk hakkında tahliye başvurusuna son yanıtı ise Anayasa Mahkemesi verdi: “Adli Tıp Kurumunun ilgili ihtisas ve üst ihtisas kurullarının başvurucu hakkındaki tıbbi belge ve kayıtları inceleyerek yaptıkları değerlendirmelerde, tutarlı olarak, başvurucunun yaşamını yalnız idame ettirebileceği ve hastalığı nedeniyle infaz ertelemesi gerekmediği belirtilmiştir.” 

Bu kararla birlikte hukuksal açıdan tüm yollar tüketilmiş oldu. AİHM’nin kararları uygulanmadığı için, bu yol da tüketilmiş sayılabilir. 

Hapishane değil, azaphane

Aysel Tuğluk’un karşı karşıya kaldığı düşmanca tutum, hapishanelerin durumunu çok daha görünür hale getirmiş oldu. Türkiye’de hapishaneler, son altı yılda cenazelerin çıktığı bir ölüm çangalına dönüşmüş durumda. İnsan Hakları Derneği’nin verilerine göre son altı yılda hapishanelerde 103 kişi hayatını kaybetmiştir. Halen çok sayıda hasta tutsak ağır sağlık sorunlarına rağmen tahliye edilmeyip, adeta ölmeleri bekleniyor. 

Uluslararası sözleşmelere rağmen, iki elini kaybetmiş, görme yetisini yitirmiş, yürüyemez duruma gelmiş, ölümcül derecede hasta olan çok sayıda hasta tutsak “cezaevinde kalamaz” raporlarına rağmen savcılıkların “toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmak” ya da “devlet güvenliğine tehdit” oluşturduğu gerekçesiyle salıverilmedikleri bilinen bir durum. 

Dolayısıyla hapishaneler, uluslararası sözleşmelerin gereklerini yerine getirilmediği, sağlık kurumlarının verdiği raporların yok hükmünde görüldüğü, her türlü insani yaklaşımın hiçe sayıldığı mekanlara dönüşmüş bulunuyor. 

Yaşanan sorunlar ailelerin, insan hakları kuruluşlarının ve konuya duyarlı hukuk örgütlerinin girişimiyle kamuoyuna defalarca yansıtıldı. Ne var ki siyasi iktidarın tutumunda halen en küçük bir esneklik dahi söz konusu değil. 

Öte yandan siyasi iktidarın güdümündeki yargı, yaşanan ölümlere karşı insan hakları örgütleri ve ailelerin “en azından veda hakkı tanınsın” talebine kör, sağır ve dilsiz kalmakta ısrar ediyor.

Umarız bu durum halen vicdanlarını demir kafese kapatmamış kesimler açısından bir empatiye ve ses vermeye vesilesi olabilir. Her türden dini, ideolojik ve siyasi şartlanmışlıkları kırarak, Aysel Tuğluk’a yaşatılan zulmü anlamaya çalışmak, neredeyse sistematik hale gelmiş insanlık suçlarına karşı ortak bir hissiyat geliştirebilir. Böylece, “Aysel Tuğluk İçin 1000 Kadın-Aysel Tuğluk’a Özgürlük” kampanyası daha da büyütülebilir. 

Bu aynı zamanda ahlaki ve vicdani bir yükümlülüktür. Biliyoruz ki Aysel Tuğluk annesinin cenazesine karşı sergilenen ırkçı saldırganlık sonucu ağır bir travma yaşamış, sağlığını yitirmiştir. Dolayısıyla bu ağır insanlık utancına karşı ortak bir hissiyat geliştirerek dayanışmayı büyütmeye, yaşamsal önemde ihtiyaç var.

Herkes Her An ‘Başkası’ Ve ‘Öteki’ Olabilir.

Öte yandan gücün efendilerinin sınır tanımaz keyfiliği, başkalarını alenen haklarından mahrum etmede oldukça gözü kara davranıyor.  Buna karşı, haksızlığa uğrayan ‘başkalarının’ hakkını koruyup kollamak ve adalet talep etmek, her birimizin aynı zamanda kendimiz için harekete geçmesi olacaktır. Çünkü mevcut koşullarda herkes her an ‘başkası’ ve ‘öteki’ konumuna düşebilir. 

Kürtlerin haksızlığa uğraması, önemli bir kesim için mevcut realiteyi anlamaya yetmeyebilir. Ne de olsa siyasi iktidar bu haksızlıklar için çeşitli argümanlarla halen toplumsal “meşruiyet” üretebiliyor. Böylelikle geniş bir konsensüs oluşturabiliyor. Fakat hukuksal açıdan sergilenen keyfiliğin genel bir norm haline geldiği, sorunun Kürtleri aştığı daha fazla görmezden gelinemez. Açıktan ilan edilmemiş olsa da şu gün özellikle yargı alanında Düşman Ceza Hukuku yanında  tüm kesimler için Olağanüstü Hal Hukuku işlemektedir. 

Bütün bu gelişmeler bağlamında Kürt kimliğinden dolayı açık ayrımcılığa uğrayan Aysel Tuğluk’un durumu çok daha önem kazanıyor. Çünkü kamuoyuna mal olmuş, uluslararası tanınırlığı da hayli yüksek olan bir kadın siyasetçidir o. Karşı karşıya olduğu haksızlık ve ayrımcılık bir an önce sona erdirilemediğinde, başta hapishaneler olmak üzere hayatın her alanında itirazı olan tüm kesimler bakımında keyfiliğin   çok daha ağır hallere bürüneceğinin işaretleri fazlasıyla belirmiştir. Hatta belirmekle kalmayıp, her an icra edilmektedir.

Dolayısıyla sağlığını kaybetmiş olan Aysel Tuğluk’un bir an önce salıverilmesi, gerçek adalet ve toplumsal barış arayışı olan tüm kesimlerin ortak sorunu haline gelmiştir. Onun tahliye edilmesi ise yargı merciinin değil,  her konuda nihai kararı veren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tutumuna bağlıdır. Bu tutumu kırmak ise ortak mücadele ve dayanışmayla mümkündür.

 

İlginizi çekebilir