Günay Aslan: Kobanê filminin düşündürdükleri

Dün Kobani’nin IŞİD karanlığından kurtulmasının 8’inci yıl dönümüydü. Dolayısıyla dün biraz Kobani çalıştım. Direniş günlerine ait kimi haber, yorum, açıklama ve programları gözden geçirdim. Leyla’nın Kobani’yle ilgili yazdıklarını -yeniden- okudum. Akşamda Ronahi TV’de yayınlanan Kobanê filmini izledim.

Film yakın zamanda Almanya’da gösterime girmişti ancak vakit bulamadığım için gidememiştim; dün akşam evde izledim. Rojava Film Komünü’nün yapımcılığını, Özlem Yaşar’ın da yönetmenliğini üstlendiği filminin senaryosunu ise Kürtlerin yüreği ve kalemi güçlü bilge kadınlarından Medya Doz ile yönetmen Özlem Yaşar birlikte yazmışlar.

Yönetmen Özlem Yaşar, filmiyle ilgili olarak verdiği bir röportajda filmini, ‘’Kobani’deki tarihi direnişi unutturmamak’’ amacıyla çektiklerini söylüyor. Yaşar, ‘’mücadeleci kadın karakterlerin filmin odağını oluşturduğunu ve aradan geçen zamana karşın savaşın izlerinin canlı olduğunu’’ belirtiyor…

Filme geçmeden önce savaşla ilgili birkaç kelam edeyim istiyorum:

Sonuçları yıkıcı olsa da savaşın Kürtler açısından çekici bir yanı da var. Kabul etsek de etmesek de bu dost – düşman herkes tarafından bilinen bir gerçek. Kürtler başka türlü var olamadıklarından, savaş kimi zaman hayatta kalma kavgası, kimi zaman varlığını ispat çabası ya da bunların tetiklediği insanca bir yaşam arayışı olarak ortaya çıkıyor. Bu anlamda Kürtlere ödettiği bedellere rağmen – Kobani’de olduğu gibi- bir aşamadan sonra vazgeçilmez olduğu kadar, büyüleyici ve çekici de olabiliyor…

Kürtlerin- Kobani’de olduğu gibi- savaş alanında herkesi hayrete düşüren bir direngenlik, gözü karalık, cesaret, fedakarlık ve kahramanlık örnekleri sergilemelerinin altında da bu gerçek yatıyor. Hayatta kalmak için, var olduğunu kanıtlamak için, daha iyi bir hayatı yaratmak için savaşan her Kürt, savaş alanında canını dişine takıyor ve elinden ne geliyorsa fazlasıyla yapıyor. 

Savaş Kürtler söz konusu olduğunda inkara, imhaya, talana ve aşağılanmaya dayalı bir zulmün sonucu olduğu için böylesi zehirli bir hayatı istemeyenler için bir ‘alternatif’ olarak ortaya çıkıyor. Savaş dışında farklı bir yola, duruşa, arayışa ne yazık ki pek bir imkan verilmiyor. ‘’Kürtlerle savaşın’’ bölgesel gericilik, ‘’Kürtlerin savaşının’’ da küresel gericilik açısından bir getirisi olduğu için savaşı sona erdirecek, kronik bu soruna kalıcı bir çözüm üretecek seçeneğin önü -her defasında- kesiliyor.

‘’Kürtlerle savaşın’’ ve aynı şekilde ‘Kürtlerin savaşının’’ ürettiği ekonomik, siyasi, jeopolitik çıkarlar nedeniyle kimse bu sorunun çözümünü istemiyor. Son örneğini ‘çözüm süreci’nde gördüğümüz gibi, savaştan çıkarları olan güçler buna izin vermiyor.

Öte yandan Kürt siyaseti de bu ‘’savaş tuzağını’’ bozacak, halkı içine itildiği bu kanlı kuyudan çıkacak bir yol ve yöntem bulamıyor. Bunun gerekli hatta zorunlu olduğunu görse bile buradan çıkmak için kalıcı bir politika üretemiyor, demokratik-barışçıl bir çözüm için sabırlı olamıyor,  bunun potansiyel risklerini almaya yanaşmıyor, böyle bir vizyon oluşturamıyor…

Dolayısıyla savaş Kürtlerin hayatını etkileyen, hepimizin hayatını altüst eden en önemli faktör olmaya devam ediyor. Öncesi bir yana şimdi 100’üncü yılı kutlanan (!) Lozan’dan bu yana bu böyle devam ediyor.  Ne acı ve ne yazık ki bu durum kısa erimde değişeceğe de benzemiyor.  Aksine Kobani, Rojava, Şengal, Kerkük, Zap-Avaşin-Metina ve Rojhılat derken önümüzde bir kanlı dönem daha duruyor…

Dünya insanlığının içinden geçmekte olduğu bu çalkantılı 3.Dünya Savaşı sürecinde, sömürgeci devletler Kürtleri bir kez daha karanlığa itmenin hesaplarını yapıyor. Kürtlere karşı bir yandan savaş hazırlığı yapan sömürgeciler, diğer yandan da küresel güç odaklarıyla bu stratejilerine uygun pazarlıklar, anlaşmalar yapmaya çalışıyorlar ki süreç bu minvalde ilerliyor.

Tabi, sadece Kürtler için değil, düşmanları açısından da hiçbir şey kolay görünmüyor. Bu anlamda herkes; bütün taraflar bıçak sırtı bir süreçten geçiyor. Kimin ne olacağını; kimin ayakta kalacağını ve kimin parçalanacağını izlenecek politikalar kadar, konjonktür; bölgede ve dünyada inşa edilecek yeni güç dengeleri belirleyecektir ki bunlar herkes için hayati önemdedir.

Dolayısıyla Kürtler açısından, ‘’somut koşulların somut tahlili’’ en çok da bu süreç için geçerlidir. Ezberler, alışkanlıklar, ajitatif ve slogana indirgenmiş tahliller bu süreçte Kürtlere hiç olmadığı kadar çok zarar verecektir, vermektedir de. Bu anlamda Kürtlerin bir an önce silkinmeleri,  ‘ne oluyor?’ veya ‘nereye gidiyoruz?’ diye kendilerine sormaları ve kendileriyle yüzleşmeleri gerekiyor…Kürt siyaseti Kürt toplumundan yükselen bu talebi görmeli ve buna uygun bir değişimi hayata geçirmelidir…

Kobanê filmini izlerken, sadece halkın değil, özgürlük yolunda hayatlarını vermiş olanların da talep ve beklentilerinin böyle olduğunu hissettim. Yanlış düşünüyor ve hissediyor olabilirim; ama yanlış da olsa böyle düşünüyor ve böyle hissediyorum.

Filme dönecek olursam:

Bir başlangıç olarak önemlidir, eldeki kısıtlı imkanlara rağmen harcanan emek de saygıdeğerdir. Ancak anlaşıldığı kadarıyla yapımcı ve yönetmenin ‘savaş filmi’ konusunda  bakış açılarını genişletmeye ihtiyaçları var. Çünkü savaş filmi, bir aksiyon filmi ya da ajitasyon filmi değildir. Kobanê filmine böylesi bir misyon biçilmesi isabetli olmamıştır.

Filmde sürekli aksiyon; sürekli çatışan taraflar, ölen, öldürülen insanlar, havada uçuşan kurşunlar, bombalar, yangınlar, yakılmış yıkılmış binalar görüyoruz…Tamam bunlar da olsun ama aksiyon temel değil, ikincildir. Ayrıca filmin elbette politik bir mesajı olacaktır fakat bu insan odaklı olmak durumundadır.

Savaş filmi aslında savaşa giden, dönen veya dönemeyen insanın hikayesidir. Onun kimsenin duyamadığı iç sesinin duyulmasıdır. Kobanê filmi bu anlamda; insan hikayeleri açısından yetersiz kalmıştır. Kaldı ki Kobani’de yaşanan bir savaştan fazlasıdır ve her şeyden önce ‘’Kobani ruhu’’ denilen, bütün dünyanın gıpta ettiği, yeryüzündeki bütün Kürtlere ilham ve umut veren ruh beyaz perdeye bihakkın yansıtılmamıştır.

Kobani halkı da, şehrin sıradan insanları da filmde herhangi bir rol almamışlardır. Sanki ortada halk, onun gerçekliği yokmuş, Kobani’de sadece karşılıklı ‘savaş cepheleri’ varmış gibi bir duyguya kapılıyor insan. Oysa öyle olmadığını biliyoruz. Kısacası insanı odak noktası yapmak, insan hikayeleri anlatmak gerekiyordu. İnsan odaklı olmayan bir sanatın etkisi de, bir geleceği de olmaz, bunu unutmamak gerekiyor. 

Son olarak; birçok cephede olduğu gibi Kobani’de de savaşa gidenlerin çoğu dönmedi. Savaşa giderken geride sevdiklerini, aileni, çevreni, geçmiş ömrünü bırakırsın.  Dönemeyenler için filmin sonunda bir mesaj veriliyor. Gelhat yaşamıyor, Zehra artık hayatta değil, Ebu Leyla dünya değiştirdi, Arin yıldızlarda yaşıyor…Bunlardan en azından birinin geride bıraktıklarına dair bir bölüm olmalıydı.

Diğer yandan Kobani direnişinde yaklaşık bin 200 insan hayatını kaybetmiş ama bir de ‘savaştan geri dönenler’ var; fiziksel ve ruhsal yara almış gaziler var.

Filmde bunlardan en azından birinin de hikayesi olabilirdi. Ayrıca bu toplumun yüreğinde ağır bir yüke dönüşmüş bir de gazi sorunu var; bunu anlatmak, buna dikkat çekmek de filmin misyonları arasında olmalıydı.

Yine de hiç yapılmamış olmamasından daha iyidir ve başlangıçların her zaman eksik, yetersiz kalması anlaşılırdır. Yeni fimlerde bu filmdeki eksikliklerin giderileceği umudu ve güveniyle Kobani direnişinde hayatlarını kaybedenlerin anıları önünde saygıyla eğiliyorum….

İlginizi çekebilir