Fırat Yavuz: Türk Sorunu, Devlet Sorunu ve Sivilleşme

Son yıllarda Türkiye’de mutlak devlet otoritesinin varlığına ve baskısına yeniden tanıklık ediyoruz. Neredeyse her 10 yılda bir kesintiye uğrayan demokratikleşme (birlikte düşünüp birlikte yönetme-karar alma) serüveni bu kez de, çevreden merkeze gelerek söz sahibi olan yeni aktörlü devlet sınıflarının, toplum üzerinde tahakküm oluşturma süreciyle geçiyor. İktidar sorunu ve egemenlik ilişkileri arasında kalan birey ve toplum, özellikle son 100 yıllık fikirsel üretiminde en kısır dönemini yaşıyor. Bugün pek çok insan, iktidara ve devlete yaslanmadan ya da dahil olmadan söylediklerinin bir işe yarayacağını düşünmemektedir. Sivilleşemeyen yetkeci toplum üzerine, Doktor Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi adlı çalışmasında basit ve ironik bir izahta bulunur. “Bir şey düşünüp yapabilmen için, hani senin üniforman, apoletin, akçan, şöhretin nerede? Bunlar yoksa senin sözüne kim bakar? Bir yerden, ama senin olmayan, bir yetki almalısın ki, otoritene inanılsın.”

Elbette bu mesele sadece tek boyutu olmayan, asırların zihinsel yansımasıdır. Türk halkında, uzunca bir süredir toplumsallığın içinden ya da belirli şahısların bakış açısından oluşan bir düşünce birikimi (tefekkür) veya olgunlaşması yaşanmıyor. Bu yüzden örneğin, Batı’yla mukayese edilebilecek bir düşün insanı veya filozof çıkmıyor. Kurulan her devlette ve sistemde ise daha çok İran, Bizans, Arap siyasi ve sosyal kültürüne çok çabuk adapte olma süreci gelişiyor. Bu pragmatik ve kolaycı zihniyete dair, tarihçi ve felsefeci Hilmi Ziya Ülken, etimolojik ve tarihsel bir tespitte bulunmuştur. “Türklerin dini anlayışları, kozmogonileri, mitolojileri ve dünya görüşlerinde, payenlere mahsus olan genişlik ve itikat hudutsuzluğu vardı. Türklerin aynı zamanda muhtelif din ve medeniyetlere birden girişleri, itikatlarını kolaylıkla değiştirmeleri, aralarına yeni mabutların ve fikirlerin büyük bir tesamüh ile dahil olması bu suretle izah edilebilir.”

Ülken’in belirttiği itikatın ve fikirlerin çabuk değişmesi ile beraber Türkler için aslolan, hangi formda ve etik anlayışta olursa olsun, devlette sürekliliktir. Bireyden ya da toplumdan türeyen fikirler ise, bu aygıtı ve onun mekanizmalarını desteklediği oranda kabul görür. 19. yüzyılda başlayan modernizm serüveninin ardından kurulan ulus devlete rağmen modernitenin ahlaki, siyasi-felsefi ve teknik yönlerini kavramakta halen de tam başarılı olunamamasının bir sebebi de bu gerçeklik olabilir. Türk okullarında, akademilerdeki hangi bölümde olursa olsun, eğitim verilen alanın yanında düşünce tarihi dersleri verilmemiştir. Müfredatlarda, devlet aklıyla ve resmi ideolojiyle çelişen fikirlere ve akımlara yer verilmesi şöyle dursun, bu akla ve ideolojiye yakın üst yapısalcı tefekkürler ve akımlar bile üstünkörü ele alınmaktadır. 

Devlet metodunda, merkezi iktidara karşı tehlikeli olarak görülen kurum ya da yapıların, hatta kişilerin hızlı bir şekilde iç edilmesi, merkezce yutulması vardır. Buna dair en iyi örneklerden biri Ahilik teşkilatıdır. Ahilik gibi bu coğrafyanın arkaik sivil toplum örgütleri (STÖ’ler) olarak kabul edilebilecek kurumları, “Bayburt, Konya, Erzurum, Ankara gibi büyük Anadolu merkezlerinde… mahalli idareler kurmaya ve adeta küçük şehir cumhuriyetleri vücuda getirmeye muvaffak olmuştur. …Osmanlı İmparatorluğu kurulduktan sonra ise Ahilik, sultanlık kontrolünde birer esnaf teşkilatı halini alır.”  

  1. yüzyıldan itibaren Bektaşilik ve ona bağlı ocaklar da, devlet tarafından bir bakıma ‘kapıkulu işbirlikçiliği’ne dönüştürülmesi anlamında örnek verilebilir. Dolayısıyla devlet geleneği ve aklı, kendi merkezine mesafeli olmaya çalışan bütün sivil fikirleri ve oluşumları her zaman olumsuz etkilemişti

Öte yandan Türk devlet geleneği ve yapısı, ileri derecede militarize ve savaş olgusuna göre mekanizedir. Böylesi bir devletin anlayışı, merkezde yutamadığı farklı toplumsal ilişkilere ve düşünüşlere, özerk yapılanmalara karşı şiddet yüklü yaklaşımını hemen hemen hiçbir dönem değiştirmemiştir. Devletin bu karakterini değiştirebilecek, toplum-devlet arasındaki ilişkiyi sivilleştirebilecek sivil akıl ve sivil toplum örgütleri ise, bu yaklaşıma göre politika ve eylem tarzlarını güdük şekilde belirlemek zorunda kalmaktadır. Bugün gelinen aşamada STÖ’ler, devlet aklına (ve kapitalist akla) yenilmektedir. Sivil toplum örgütleri yeterince özerk, eleştirel ve çözüme dönük fikir üretemeyip tahakkümcü kapitalist devletin sosyal ve ekonomik örgütlenişinin sınırları dışına çıkamıyorlar. Bu yüzden sivil halk da, devletli sistemin içinde, tıpkı Adorno ile Horkheimer’in dediği gibi, uysallaşmış ama aynı anda militarize olmuş bir meta haline geliyor.

  Düşünmeyi ve düşünerek eyleyebilmeyi sekteye uğratan, demokratik kamunun ve aktif yurttaşlık bilincinin gelişmesini engelleyen şey, aynı zamanda sivilleşemeyen insan topluluklarıdır ve bireylerdir. Toplum ve birey, yaşadığı sorunların kaynağını ve çözüm yollarını, tarihsel gerçeklikte ortaya çıkan çatışmalarda ya da uylaşımlarda aramamakta, kendileri ile öteki insan toplulukları arasında mevcut olmuş karşılıklı etkileşimi görebilecek düşünsel bir beceri gösterememektedir. Daha da ötesi Türk insanı, kendi benliğinin içindeki gerçeklik ile dış dünyadaki gerçeklik arasındaki ilişkiler üzerine sağduyulu bir değerlendirme yapamamakta, bu yüzden onun toplumbilimsel düşünce yeteneği zayıf kalmaktadır. 

Oysa kendini ve başkalarını anlamak ve kavramak, bu yolla geleceğe yön vermek, biraz sosyolojik düşünmeyi ve sivil toplumcu bir örgütlenişi yaratabilmeyi zaruri kılar. Bunun için önce, “ne şekilde akıl yürütülür, nasıl fikir elde edilir?” gibi sivil sorular sorulmalıdır. Bildiğimizi sandığımız şeylerin gerçekte öyle olmama ihtimalini düşünebilmek gerekir. Çünkü doğru bilgi edinme kültürü, her şeye kolayca inanma ya da inanıyormuş gibi yapma ahlakıyla oluşmuyor. Düşünmek dışındaki her şeyin, bir olasılıktan ibaret olduğunu bilmek gerekiyor. Sürekli “aldanma-aldatma sendromu”nu yaşayan toplum ve birey aklını doğru kullanmıyor demektir. Descartes, aklı doğru kullanmaya yönelik geliştirdiği Apaçıklık Kuralı’ndan söz ederken “eğer yargılarımızı açık ve seçik olarak kavradığımız şeyler üzerine dayandırırsak, aldanma olasılığı yoktur” tespitini yapar. 

Otoritelere bağlanmadan düşünebilme, anlayıp açıklayabilme yetisi kazanmak için sivil toplumsal akla ve ahlaka güvenmek zorunluluktur. Bir aracıya başvurmadan kendini anlamak, özünü bilmek, gerçeğe varmayı kolaylaştırır. Bunun için belki de bugüne kadar edinilmiş tüm kanıları, bilgileri ve düşünceleri gözden geçirmek gerekecektir. Aynı zamanda hakim otoriter düşüncenin pek çok üslup biçimlerinden uzaklaşmak için çaba gösterilmelidir. Mesela milliyetçilik, din vb. üzerinden her an kullanılmaya hazır söylem ürünlerinin alıcısı ve tüketicisi rolünden uzaklaşılmalıdır. 

Kendisini anlayıp kavrayan sivilleşmiş toplum, başkalarıyla ya da ötekilerle birlikte düşünebilme ve eyleyebilme yetisini de kazanmış olur. Bu aktif kamusal düşünceyle oluşturulacak sivil toplum örgütleri ise hem sosyal, siyasal ve ekonomik öz ihtiyaçların belirlenmesinde hem de olgu ve olaylara farklı bakış açısı geliştirmede rolünü oynayabilir.

  Artık bu yüzyılda siyasal, kültürel ve ekonomik olarak yaşamımız üzerinde, devlet kurumlarından çok, örgütleyeceğimiz / örgütleneceğimiz STÖ’ler belirleyici olabilmelidir. Bunun için STÖ’lerin görevleri ve sorumlulukları, bahsedegeldiğimiz zihniyette ve çerçevede yeniden tanımlanıp açıklığa kavuşturulmalı, toplum ve devlet arasında, halkların kültürlerine ve inanışlarına uygun şekilde yeni bir demokratik modernite sözleşmesi yapılmalıdır.

Dipnotlar:

 Tarih Tezi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih ve Devrim Yayınevi, 1974, 2. Baskı, s. 31 

2 Türk Tefekkür Tarihi, Hilmi Ziya Ülken, YKY, 2017, 9. Baskı, s. 16

3 Türk Tefekkür Tarihi, Hilmi Ziya Ülken, YKY, 2017, 9. Baskı, s.305-306

4 Ahlak Üzerine Mektuplar, René Descartes, Say yay, 2019, s.18

İlginizi çekebilir