Fırat Yavuz: Sanat(çı)-İktidar İlişkisini ‘Mephisto’dan Düşünmek ya da Selahattin Demirtaş’a Bir Mektup Yazma Denemesi

Sevgili Selahattin arkadaş,

Geçenlerde bir sanatçının, iktidardan biri ile “küçük” ama endişe verici olduğuna inandığım bir ilişkiye geçmesi üzerine yazdıklarını okudum. Bu yazın, benim sana yazmaya dair bir süredir hissettiğim yüksek dürtünün kıvılcımı oldu diyebilirim. Yani bundan, diğer yazılarını ve kitaplarını okumuyorum, sonucunu çıkarmayasın lütfen ☺ Varolsun Nupel de, bu mektubumun sana ulaşmasında yardımcı oluyor.

Sanat için öteden beri kurduğun titiz cümleler ile değerli bir sanatçı için barındırdığın güzel ve eleştirel düşüncelerin bir sinemacı olarak aklıma, sanatçı-iktidar ilişkisini derinden sorgulayan bir filmi getirdi. Filmin içeriğini ve düşüncelerimi seninle paylaşmak ve şayet izleme şansı bulamamışsan filmi sana ulaştırmak isterim. Tabi izleyebilme koşulların varsa… Sana (ve Abdullah arkadaşa) eskimiş, çizik bir CD göndermeyeceğimin garantisini veririm ☺ 

Filmi anlatmaya başlayayım. Adı Mephisto. Şu bildiğimiz Klaus Mann’ın ünlü Mephisto kitabının uyarlamasını, Macar yönetmen Istvan Szabo, 1981’de aynı adla filme aldı. Mephisto, Hristiyan mitolojisinde lider-şeytanlardan biri.  Bazı filmler için hani ‘uyarlandığı kitap kadar iyi değil’ derler ya. Bu film diyebilirim ki, kitabı aratmıyor. Hikaye, 1930’ların Almanya’sında geçiyor. Naziler iktidara gelmek üzeredir. Dönemin kitle psikolojisi ve ruhu insanlara ve ana karakter olan tiyatro aktörü Hendrick Höfgen’e derinden yansımaya başlıyor.

Hendrick Höfgen taşralı, kariyer peşinde olan, kendini düşünürken aslında kendini yeterince sevemeyen, kompleksli biridir. Öyle ki, gerçekte ismi Heinz iken ismini Hendrick olarak değiştirmiştir. (Ancak hikayedeki bu isim değiştirmenin bir başka alt sebebi de, kitabın yazarı Klaus Mann ile ilgili olabilir. Nitekim Klaus Mann, ünlü Thomas Mann’ın oğludur ve her yazdığı eser, babasının eserleriyle karşılaştırılmış, bu durum oğul Mann’ı yıllarca kendi okurunu bulma adına rahatsız etmiştir.) 

Hendrick Höfgen başta sol görüşlü gibidir, oyunlarını o dönem Almanya’da etkili olan Bolşevik kültürüyle çıkarıyor. Filmde Mephisto adlı tiyatro oyununda yine adı Mephisto olan ana karakteri oynuyor. O oyunda da, tıpkı film gibi ruhunu şeytana satan aydın trajedisi oynanıyor. Bu yönüyle film kendi içinde çoklu katmanlar yaratmayı başarıyor. 

Höfgen başta, iktidara adım adım yaklaşan Nazilere karşıdır. Hatta eşinin liberal olan ailesi Bruckner’leri, Nazilerle sohbet ettikleri için sert eleştirir. Liberalleri, çıkarları gereği, faşizmi kabul edebilmekle suçluyor. 

Tiyatronun toplumsal yaşamda ve diğer sanatlar üzerinde son derece etkili olduğu bir dönemdir. O sırada Fransız komedileri, Rus Bolşevik sanatı vb. ekoller Almanya’da çok etkilidir. Fakat sonunda Naziler iktidara gelince ülkede yalnızca Alman kültürünün ve sanatının yaşatılması gerektiğini, diğer farklı sanatsal düşüncelerin temizlenmesinin, “üstün Alman sanatı” için gerekli olduğunu savunurlar. Eminim hikaye sana epey tanıdık geliyordur. Yine de izninle devam edeyim.

Nazi generali ve başbakanı, bu “ulvi görev” için Höfgen’i seçer ve onu Prusya Devlet Tiyatrosu’nun başına getirir. Höfgen ise, bir yandan içten içe kendinden utanç duyarken diğer yandan verilen her görevi kabul ediyordur. Hamlet gibi bir oyunu dahi, Alman faşizmine göre yorumlayıp oynar. 

İktidara teslim olduktan sonra, Hendrick Höfgen adı, Nazilerin diline öylesine pelesenk olmuştur ki, o ad kendisine ait olmaktan çıkmıştır. Karakterinde yaşadığı kırılma ve değişimler hayatını, trajik bir ızdırap tablosuna dönüştürmüştür. (Gerçek yaşamda da, Hitler’in, Göbbels’in aydınlar ve sanatçılarla ilişkileri benzerdir. )

Eşi ve bazı arkadaşları ülkeden kaçarlar. Kaçarlarken Höfgen’i de ikna etmeyi çalışırlar. Ama Höfgen Almanya’dan kaçmayı denemez.  Çünkü motivasyonunu, kaçacak bir yer olmadığı üzerine kurar. Ona göre Almanya, tarihin başından beri vardır ve ayaktadır. Nasıl olsa yaşananlar geçicidir. Höfgen’in kendisini kandırdığı asıl nokta ise, Nazilerin sanatın özüne müdahale etmeyeceği / edemeyeceği fikridir. Oysa bu kanı, onun huzursuzluğunu büyüten şeydir.

İyice şevke gelen Nazi generali ve başbakanı, hikayenin sonunda Hendrick Höfgen’i, bir akşam vakti, onun için düzenlenmiş kocaman, boş bir stadyuma götürür. Höfgen, stadyumun ortasına geldiğinde spot ışıkların hepsi onun üstünde yanar. O hareket ettikçe spot ışıkları peşini bırakmıyordur. Höfgen, patlayan ışıklar içinde gözlerini açamıyordur. Bedenen ve zihnen büyük bir rahatsızlık duyar. Sonunda dayanamaz ve kendi kendine “benden ne istiyorlar?” der. 

Ne kritik bir soru değil mi, Selahattin arkadaş..? “Benden ne istiyorlar?” Bir sanatçının, aydının, iktidarın ondan daha ilk isteğinde, kendisine sorması gereken soruyu Höfgen, iş işten geçtikten sonra sormuştur.

Senin de bildiğin üzere sanat ve edebiyat tarihi, buna benzer örneklerle dolu. Hikayeleri ve hikaye yazmayı sevdiğini biliyorum ama kısa, gerçek trajik bir hikayeden daha bahsedersem, yoğun mesainden çok zaman almış olur muyum? Örgütlenme çalışmalarından, mitinglerden ve yazmaktan zamanın kalırsa bunu da okumanı dilerim ☺

Açlık’ın yazarı Norveçli romancı Knut Hamsun’u bilirsin. Kendisi ta 1920’li yıllarda Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış bir yazar. Kitaplarının çarpıcılığı bana göre önce vicdanlı oluşundan geliyordu. Ancak ne tuhaftır ki, Naziler Norveç’i işgal ettiğinde o, Nazileri desteklemiş, hatta abartıp Nobel’den aldığı plaketi Hitler’e göndermiş.  Savaş bitince Norveç kurtulmuş. Gün gelmiş, Devran dönmüş. Hayat bu ya… Bir gün evinin penceresinden dışarı bakarken evinin önünde duran genç bir kadının, elindeki torbadan kendi kitaplarını boşalttığını ve oradan ayrıldığını görmüş. Birkaç dakika sonra yaşlı bir adam aynısını yapmış ve gitmiş. Sonra başka bir kadın, bir genç adam derken her gelen aynı şeyi yapmış. Gelen herkes bunu sessizce yapıp gidiyormuş. Hamsun’un evinin önündeki meydanda, koca bir kitap yığını oluşmuş.  Norveçliler, onun Nazilerle işbirliğinde karakterinin büründüğü Mephisto’luğu unutmamışlar. Knut Hamsun, hayatının sonuna kadar bu ızdırapla yaşayıp ölmüş.  

Bazen şunu düşünmeden edemiyorum. Bizim ülkemizdekilerin önemli bir çoğunluğu, sanki geçmişte böyle olaylar yaşanmamış, böyle filmler çekilmemiş, kitaplar yazılmamış, oyunlar oynanmamış gibi yaşayabiliyorlar. Acaba huzursuzluk, hayal kırıklığı onların içini kemirmiyor mu?

Bu gibi sorular insanı yeis düşünmeye itebilirdi, eğer Apê Musa’yı, Vedat Türkali’yi, Stefan Zweig’ı ve daha nicelerini tanımasaydık. Ve elbette bizlerin, sizler gibi güç ve moral veren arkadaşları olmasaydı…

Sevgiyle… Hasretle…

Fırat Yavuz

Senarist-Yönetmen

 

İlginizi çekebilir