Fırat Yavuz: Mal Sahibi, Mülk Sahibi; Hani Bunun İlk Sahibi?!

Talan etmeyene “diplomanın verilmediği”, yağmalamayana “iş verilmediği”, vurgun yapmayana “kız verilmediği” zamane Türkiye’sinde yaşıyoruz. Önüne çıkan birikmiş toplumsal değeri, doğal güzellikleri yok eden bir ülkenin ve dünyanın ekonomi politiğinin ve iktidarların ecdadı hakkında bir zamanlar büyük bilim insanı ve komünist Doktor Hikmet Kıvılcımlı çok şeyler yazıp söylemiş. Hem tanımayanlar hem de hatırlamak isteyenler için Doktor’la bir röportaj yaptık…

Doktor, günümüzde insan emeğini fütursuzca sömüren ve sınırsız egemenlik alanı olan bir kapitalizm var. Bu sistemin bunca acımasızlaşmasında, elbette 20. yüzyıldan itibaren geçirdiği yapısal dönüşümün payı yüksek. Bize bu yapısal dönüşümden bahsedebilir misin?

  1. yüzyılla birlikte kapitalizm tersine döndü. Serbest rekabetçi sermaye, şirketlerin tekelci sermayesi kılığına girdi. Bu tekelci sermaye, kendi ülkesinin pazarında bile artık bütün işveren zümreleri ile ortaklaşa sömürü yapmakla yetinemedi.  Yalnız işveren sınıfının ve büyük toprak-mülk sahipleri sınıfının içlerinden en kodaman zümrelerini seçti. Ekonomik, sosyal ve politik tekelciliği son haddine vardırarak o zümreleri birbirine kaynaştırdı. İşveren ve büyük toprak-mülk sahipleri sınıfları içindeki en kodaman, en gerici, en tutucu, en kozmopolit zümreleri banka kubbeleri altında birbirine kaynaştırarak bugünkü finans-kapital zümresini yarattı.

Peki bu finans-kapital sistemin ulusal ve evrensel yapısı, karakteri nasıl şekilleniyor?

Emperyalizm çağında, evren ölçüsünde biricik dünya ekonomisi ve dünya pazarı biçimlenmiştir. Onun gibi ve ona paralel olarak bütün ülkelerin egemen zümrelerini kendi kozmopolit bağları içine almış, hepsini birbirine kaynaştırmış biricik evren finans kapitali vardır. Bu evren finans kapitali bir sosyal sınıf olmaktan bile çıkmıştır. İki sosyal sınıfın (yani işveren sınıfı ve büyük toprak-mülk sahipleri sınıfının) çeşitli zümreleri içinden seçilmiş, en kodamanların kurdukları bir -söz yerinde ise- evren tarikatı vardır. Bu finans-kapital tarikatı, emperyalizmin gizli faaliyet yapan suçlu ve kanun dışı dikta’sıdır. Bu oligarşik dikta, Bektaşi sırrından beter gizlilikte çalışır ve her şeyin üstündedir. Yakayı ele vermemek için her zaman kaçak güreşir.

Buna karşın işçi sınıfı ise, saman altından su yürüten bu ‘KURŞUNİ EFENDİ HAZRETLERİ’nin her gün gizli/açık sömürüsü ve türlü baskıları altında bulunur. 

Kapitalist merkezlerdeki ve bu merkezlerin dışındaki ülkelerin finans kapital zümreleri arasında nasıl bir ilişki var? 

Batı kapitalist metropollerin dışında kalan ülkelerdeki türedi kapitalistler, Batı kapitalizminin 19. yüzyılda komprador’u, 20. yüzyılda doğrudan doğruya ortağı oldu. Geri ülke kapitalistleri, yabancı sermayenin ajanı durumunda kalmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. İş o kadarla da bitmedi. Geri ülkelerde yabancı çıkarlara kul köle olmuş kiralık ve satılık bir cılız işveren sınıfı, kendisi muhtacı himmet bir dede idi. Kendi ülkesine sahip çıkamadı. Kendi toplumundaki sosyal sınıflara ve tabakalara karşı gereği gibi bağımsız bir düşünce ve davranış önderi olamadı.  Geri ülkenin türedi işveren sınıfı, her zaman katlandığı yabancı ajanlığı yüzünden, yabancı sermayenin istemediği bir işi kendi toprağında gerçekleştiremedi. 

Yani yabancı sermaye de hiçbir zaman rakip istemedi…

Tam tersine rakip olacak her kapitalist gelişimi türlü yollardan baltaladı. Üstelik bu işin “baltacılığını” yerli geri ülke burjuvalarına yaptırdı. Sonuç olarak geri ülke ile ileri kapitalist ülke arasındaki mesafe her gün biraz daha açıldı. Batı kapitalizminin doğarken Batı’da gösterdiği ekonomik ve sosyal dinamizmi, geri ülkelerin işveren sınıfları gösteremedi. Kendisi “işveren” değil, yabancı sermayeden “iş alan” bir çeşit taşeron durumuna girdi. Yerli komrador sermaye, bir vücudun bağırsağında geçinen asalak solucanlar gibi, kendi ülkesinin toprağına ve insanına yabancı kaldı, yukarıdan baktı. Zeytinyağı gibi üstte yüzdü. 

Doktor, burada Geri ve İleri’den kastettiğin şey, Doğu ve Batı arasındaki medeni/kültürel bir gelişmişlik farkı mı, yoksa ekonomik bir zıtlık mı?

  1. yüzyılda serbest rekabetçi olarak toplumu Ortaçağ geriliğinden almış, modern büyük sanayiye ve ileri toplum biçimine doğru getirmiş olan işveren sınıfı, Batı’da başarı sağlamıştır. Burada Batı sözcüğü, su katılmamış Kapitalizm sözcüğünün coğrafi karşılığıdır. Batıda kapitalizm prosper (refahlı, genlikli) bir ekonomi ve toplum biçimi geliştirdi. O sayede Antika çağın ve Ortaçağların bütün tefeci-bezirgan ilişkilerini kökünden kazıyabildi ve bir daha dirilemeyecek biçimde devirdi. Kadim büyük toprak ve mülk sahipleri olan ağaları, beyleri, paşaları, lordları, aristokratları bir daha geri dönmemecesine burjuvalaştırabildi. Bu dinamizm bütün dünya ülkelerindeki işveren sınıfları tarafından aynı ve biçimde ve aynı güçte başarılamadı.

 Dünyanın üçte ikisi geri ülkelerdir. Ne bakımdan geri? Kapitalizm bakımından… Yoksa herkesin pek iyi bildiği bir hakikat, Doğu/Geri adını almış ülkeler, Batı/İleri olan ülkelerden binlerce yıl önce medeniyete kavuşmuşlardır. Doğu’nun Batı’dan geri kalışı, Antika Medeniyete çok ileri derecede ve çok erken girmiş olmasına bağlıdır. O yüzden Barbar Batı ulusları,  modern kapitalizme Doğu’lulardan önce ve kolayca girebilmişlerdir. Eski büyük medeniyetlerin insanları olan Doğu ulusları ise, kendilerini taşlaştıran tefeci-bezirgan medeniyet ilişkileri dolayısıyla yerlerinde sayıp donakalmışlardır.

Senin deyişinle Batı’da kapitalizm, atı alıp çoktan Üsküdar’ı geçmişti…

Aslında Doğu, hem Batı kapitalizminin eski medeniyetleri ve kültürleri acımadan, utanmadan talan etmesi yüzünden hiçbir zaman Batılı metropoller gibi, doğru dürüst “namuslu” bir kapitalizme kavuşamadı, hem de gelişemeyip geri kaldı. 

Konuyu biraz ülkemize getirelim.  Bahsettiğin doğru dürüst “namuslu” bir kapitalizm Türkiye’de hiçbir dönem işlemedi mi? Hikayenin başladığı yer sence neresiydi?

Yabancı sermaye, Batı kapitalizminin sömürüsünü daha tutarlı kılacak bir ortam yaratmak istedi. Bunun için geri ülkeye parlamentoculuğu, hürriyetçiliği, kanun devletçiliğini ve sosyal adaletçiliği dayattı. Bütün bu tutumlar üstünkörü taklit edilmedi değil. Ne var ki Batı taklitçilikleri, geri toplumu büsbütün karışık bir karnavala çevirmekten öteye geçemedi. Her yapılan değişiklik, yabancı sermayenin daha iyi balık avlamasına yarayan bulanık suları arttırmakla kaldı. Bütün “ihtilal”ler, “inkılap”lar, “ıslahat”lar, ünlü deyimiyle, “biz bize benzeriz” biçiminde yozlaştı. Bir türlü özenilen Batılılara benzenilemedi.

Yani Kurtuluş Savaşı’ndaki onca fedakarlık, antiemperyalist tavır, kapitalizm ve Batılılaşma uğruna boşa mı gitmişti?

Sömürgelerle geri kalmış ülkeler 20. yüzyılda, proletaryanın yedek gücü  (ihtiyat kuvveti) olan Milli Kurtuluş Savaşları’na girişince ve bazı ülkelerde proletarya devrimleri başarı kazanınca, Batı finans-kapitalinin kendi topraklarında sosyal temelleri daralmıştı. Bir yandan Birleşmiş Milletler kuruldu, bir yandan da paktlar, doktrinler ilan edilerek dünyayı yeniden paylaşma konusunu ayarlamaya çalıştılar. Bizimki gibi geri ülkelerde yeni metotlara girişildi. Modası geçmiş, etkisi bitmiş, toplum içinde ur gibi yabancı bir cisim haline gelmiş komprador burjuvazi zümresiyle artık iş görülemezdi. Komprador burjuvaziden daha içli-dışlı, milleti kolay sürükleyebilecek ortaklar arandı ve bulundu. 

Geri ülkelerde zaten Batılı anlamıyla vatanı ve milleti uğruna ölümü göze alacak modern bir işveren sınıf yoktu. Ancak başka bir sınıf vardı ve aleste bekliyordu. Bu sınıf her önüne gelen Fatihin karşısında gerektiğinde din iman, bin mintan değiştirerek kuyruk yalayıcılıkla binlerce yıldan beri ayakta kalmış bulunan antika tefeci-bezirgan sınıftı. 

Uluslararası finans-kapital, 19. yüzyıldan beri kendisine sadık uşaklık yapmış, kişiliksiz komprador burjuvaları elekten geçirdi. Bunların en kodamanlarını, en sınanmışlarını, kendi tipinde bir milli finans-kapital zümresine soktu. Bu gidişin en parlak görünüşü, yabancı şirketleri millileştirmek adı altında gerçekleşti. Bu birinci konaktı.

İkinci konakta, milli kurtuluş savaşının bütün antiemperyalist gelenek ve görenekleri yavaş yavaş yontuldu. Geri ülke, uluslararası emperyalizminin bir yedek parçası yahut uydusu olmuştur, denilse bu söz şaşkınlık yaratabilir, patavatsızlıklara yol açabilirdi. Öyle denilmedi. “Batılılaşma” denilip herkese kolayca benimsetilebilecek parola, en zararsız ve göz kamaştırıcı biçimiyle bulunmuştu. Bu da, uzun süren ikinci konaktı.

Uzun sürecek bu ikinci konağın ekonomik ve sosyal hazırlıkları neler olacaktı? Bu güç bir iş değil miydi?

Hiç de güç olmadı. Çünkü geri ülkelerin ta Firavunlar ve Nemrutlar çağından kalma Devletçiliği vardı.  Devletçiliğin bütün subaşları ve köşe taşları yeni finans-kapital zümresine kestirildi.  Daha yabancı şirketler millileştirilir ya da kurtulmuş topraklar üleştirilirken kadim komprador burjuvaların Avrupa’da tahsil görmüş yahut yabancı okul diplomalı parlak çocukları, imtiyazlı tekelci durumlara geçirildiler. Fakir memleketi, zenginleştirme parolası altında, sermaye biriktirmenin en korkunç biçimleri mubah görüldü. Geri ülke halklarını soyup soğana çeviren ağır vergilerle çığ gibi büyüyen bütçeler kotarıldı.  Bu bütçelerin yüz milyonları hep uluslararası finans-kapital ile içli-dışlı şirketler kuran “milli” şapkalı vurgunculara tahsis edildi.

Uluslararası finans-kapitalin yeni ortağı ya da uşağı dediğin tefeci-bezirgan sınıfın, bu süreçte ekonomik ve siyasal alanlarda konumu nasıl değişti?

Az önce bahsettiğim “yağma Hasan’ın böreği”ne ağızları sulanarak bakan ve binlerce yıldır “Allah Allah!” diyen antika tefeci-bezirgan sınıf yavaş yavaş finans-kapitalin ağları içine aracı, ortak yahut uşak edilerek bir kaynaşma sağlandı. Bu sayede geri ülkenin, artık yerliliği-yabancılığı kalmamış, finans-kapitale yağma sofrası yapılmıştır. Memlekette bütün “ileri gelen” kodamanlar bu sofraya oturtuldular. Devletçi veya vurguncu yağma balını tutan tefeci-bezirganlar da parmaklarını yaladılar. Ve bir anda uluslararası efendileri olan finans-kapitalin kendileri için (kadim Firavunların ve Nemrutların yerine) yeni efendiler olarak geçtiklerini gördüler. Allah yerine Emperyalizme tapmanın daha karlı durumlar sağladığını her günkü pratikleriyle anladılar.  

O zaman “hürriyet”, “demokrasi” havaları estirildi. Emperyalizmin düşmanı olma geleneklerine dayanan milli kurtuluş liderleri öylesine göklere yükseltildiler ve Tanrılaştırıldılar ki, o yüce katlardan aşağı halka inmeyi, uçurumlara yuvarlanmaktan beter sandılar. Öyle bir halkçılığın hayal kırıklığına uğramaktansa, “Batıcılık” uğruna hazır ellerine geçmiş ve uysallaşmış bulunan Devletçiliği harcayarak putlaştırmaya baktılar. Bu liderlerden kafa tutanlar çıktıysa, onlar da Endonezya’nın Sukarno’su gibi, allem edilip kallem edilerek tepe taklak edildiler. 

Kurtuluşa inanmış yüz binlerce insan, bir gece yarısı baskını ile “komünistler” damgası altında çoluk çocuk, karı kızan kılıçtan geçirildiler. Halktan hiç kimsenin ne olduğunu bilmesine vakit bırakılmadı. Yerden göğe kadar “hür” bırakılan şirket yığınları ve Devletçiliğin muazzam kahredici kıyma makineleri, özel teşebbüsçülüğü, “serbestçe” iktidara getirdiler. 

Sonuçta ülkede ne yaşandı, finans-kapital lehine ne değişti?

Antika tarihin sık sık yazdığı cilvelerden biri oldu. Bu bir çeşit Tersine Rönesans idi. Kapitalizm, batı’da tefeci-bezirgan sınıfı kökünden kazımadıkça normal olarak doğmamıştı. Bizim gibi geri ülkelerde, kapitalizmin son çağı olan emperyalizm döneminde tefeci-bezirgan sınıfı kökünden kazımak şöyle dursun, bütün dişleri ve tırnaklarıyla kapitalizme ortak olmaya ve kapitalist iktidarı ayakta tutmaya kendini verdi. Bu bir tarihin tersine akışı mıydı? Evet. Böyle tersine akıntılar, ölüm çağına gelmiş düzenlerin büyük anaforları içinde görülebilirdi. Kapitalizmin inkar edeceği tefeci-bezirgan sınıfı, 20. yüzyılda sanki kapitalizmi inkara kalkmış gibiydi. Ancak bu bir görünüştü. Dizginler, görünmeyen örümcek ağları gibi uluslararası finans-kapital mekanizmasının ve en büyük emperyalist iktidarların elindeydi. Modern finans-kapital nasıl tarihin çarklarını geri çevirmekte ve gericilik yapmakta eşsiz ise, antika tefeci-bezirgan sınıf da, insan kazançlarını inkar etmekte ve gericilik yapmakta emperyalizmden aşağı kalmadı. Böylece tencere yuvarlandı kapağını buldu.

*Bu röportaj bir hayali söyleşi’dir ve Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdığı “Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler” adlı fasikülden yararlanılarak kurgulanmıştır. 

**Yazının başlığı, Yunus Emre’nin bir şiirinden alıntıdır.

 

İlginizi çekebilir