Eyüp Ensari: Siyaseten yaşarken, siyaseten ölürken

Anlatıların büyük bir bölümü tanıklıklara dayanır ve bu tanıklıklarda gönüllük ilkesi işler. Bu yüzden anlatıların etkisi hiç farkında olmadan tarihi etkileyebilir, hatta tarihin yönünü değiştirebilir. Birazdan anacağım şeylerinse belgesi yoktur, sadece yakıcı olan izlerdir. Bir kitap olarak geçmişi okuduğum da karşılaştığım tek şey yıkıntılar ve ölülerdir; ölüler bize bir hikâye vermişlerdir, yıkıntılar, mekân… 

Bize/ bana düşense bu hikâyeyi yüzeyselleştirmeden anlatma cesaretidir. Cesaret, istek kipidir. Çünkü mekân iki şeyin (kuyu ve kule) dışında bir şeye bakmamıza izin vermez. Hikâyenin elbette ki çok kahramanı vardır ama bu yazının bir konusu ölülerdir. Soruda şudur: Kahramanı ölüler olan tarih, geleceğe ne bırakır? 

Tek ifade: Ritmini kaybetmiş bir kuşak. 

Ritmini kaybetmiş kuşak şiiri bel bağlamaz. Dante’nin nerdeyse, özellikle Cehennem’de bir tekniğe dönüştürdüğü “yanlış olmayan yanılgıları” sevmez. Çünkü ritmini kaybeden, vecde kapılıp uyandığı bir rüyadan yoksundur, ruhun dışında yaşar ve nesneleri kendi işine geldiği gibi yorumlamaktan haz alır. İmkânsız olanın olasılığı, bilinmeyenin inanılır hale okunmasına da yabancıdır.  

Bu kuşak tarihi iyi bildiğini sanır; sanmak, yüzeyselleştirir, kendine yer edinme çabası bile burada nafile dışında bir kapıya açılmaz; sıkışır, ölülerle konuşması, onları kendine kültürel ata sayması yavanlığın ötesine de geçmez. Bahsettiğim ölüler, bizimle hatırası olan ölüler mi olmalı yoksa bizim reklam öznelerimiz mi? Çok fazla ölülerle konuşan ve onları çok fazla sömüren bir millet olduğumuzdan mıdır bilinmez, ölenlerin hayat hikâyeleri, bugün sadece ve sadece bir tek şeyi karşılıyor: Nema!  

Tarihle ilgili, tarihinin eski çağlarına gidip, buradan ölülerle konuşmaya gerek var mıdır? Yoksa ölülerle konuşma yavan bir soy kütük müdür? Çünkü konuştukça ve ispata gittikçe karşılık bulma imkansızlaşır. Tarih, felsefeyle yorumlandığı zaman bir anlam bulur; yiğitlik, cesaret, bilcümle kahramanlık öğeleriyse, fantastik bir kurgudur ileri gitmez ve tarih, güncel siyasetle karşılandığı zaman politikleşir, bunun bize bir yarar getirip getirmeyeceği de apayrı bir sorun olarak karşımızda durur; politika günceldir çünkü, politik kimlik için, sadece bugün vardır, bu gün söylenen sözün alt yapısı ise tarih değildir. Üstelik tarihi güncelleştirme, politik bir gardın kurbanı yapmadan öteye bir şey olmayacak, bize de hiçbir şey vermeyecektir. 

Kendimizi ispata, büyük görkeme, köklü aşiret ve aile bağlarıyla açıklama stratejilerimiz trajedidir; politika duman, süre/ zaman kayadır, kendimizi ispata gerek yoktur; dünya tarihi karşısında alnımız açıktır, dünya bilir ki zaman coğrafya içinde yer alır ve o çok yorumlanan “uygarlık da bir mekândır, kültürdür, yer’dir” ve süreyi, yavaşlatma bir tek şeydir: Bilgelik… 

Kim kardeşini katlederse, kutsal kitapların ışığında bir devlete sahip olur, kim bu gün büyük devletse, varlığını kardeşini katletmeye borçludur. Servet budur. Serveti kan olanın insanlığı yoktur. Bir sürü devlet vardır ve hepsinin elleri kanlıdır; kardeşlerini, oğullarını gözlerini kırpmadan öldürmüşlerdir; örneğin Farslar, devlettir ama kalpleri, beyinleri kanlıdır, altı yüz yıla damgasını vuran Fars şiiri bile bu kanı silememiştir; Arapların bol devletleri vardır ama ne bilim adamları ne bir şairleri vardır; zenginleri görgüsüzlükten, fakirleri gözlerinin ışığıyla kudurur. Üstüne bir dizi efsane üretilmiş Osmanlı, bir kan deryasıdır; kardeş katli mi, oğul katli mi, anne, baba katli mi, amca katli mi? Her şey vardır. Osmanlının yıkıntısı üzerinde dal budak saran Türkiye, bir idam tarihidir.   

Bu üç halkın bize yaptıkları, sadece öldürme değildir, garip tarih bilinçleri bizi ölülere mahkûm etmiştir. Kürtler, yüz yıldır ölülerle konuşuyor, yaşıyor, onlarsa dirileri için gece gündüz demeden çabalıyorlar. Bazen, hiç farkına varmadan onların işine yarıyoruz. 

Gençliğimizde Filistin Kurtuluş Örgütü Türkiye’de yasaklı idi ama şimdi, aralarında su sızmıyor. 141- 142 diye maddeler vardı; yardım yataklıktan ceza alan herkes, bir de ek olarak, bu maddelerden yargılanırdı. Adamlar TKP yetkililerini bir gecede Türkiye’ye getirdiler, sonra pijamalı fotolarını yayımladılar, sonra parti kurma hakkı verdiler. Sonra başörtü eylemleri vardı, katılırdık, bildirilerini ya yazar ya dağıtırdık, şimdi, öldürseler bile başörtü eylemlerine katılmam; annemin başörtüsü hala yasaktır, başörtüsünün altında hala pedagojiye uygun olmayan bir dil konuşur. Kürtler söz konusu oldu mu, partiler teferruattır. Herkes bizi köprüyü geçinceye kadar sever, sayar. Akıllılardır. Biz ölülerle konuşurken, onlar dirilerine iş imkanları arar. Biz, ölülerimizin kemiklerinden ezgiler dinlerken, onlar, kemiklerden köprüler yapar. Bizi de ölüme iterler. 

Parti binalarımız ölülerimizin fotoğraflarıyla doludur. Partide siyaset yapmıyoruzdur, parti binasına gidip günah çıkartıyoruzdur. Ölülerimiz aziz formundadır. Devlette günah çıkartma işlemimize elbette destek oluyordur. Mezar taşlarını kırıyor, mezarlarını bizden saklıyor. 

Ölülerle hayat bulup, genç kaldıkça ölülere yeni ölüler ekleniyor. Bilene bilene biten  kasap bıçaklarına dönüyoruz. Sapımıza tel bağlayarak ancak ayakta duruyoruz. Dirilerden haberimiz yok. Nasılsa diriler, nasılsa, ölülerle yaşıyorlar, onların ruhu, barlardan kahvelere, hatta basit kur yapmalara kadar bir peşkeş halini almış durumda; acılarımızdan ve ölülerden söz etmeden kimse sözümüzü dinlemeyecek sanki, geleceğe kestiğimiz biletler yanacak. Oysa ölüyü görme şansımız yok, ancak baktığımızı görebiliriz, gördüklerimiz ise ulaşabileceğimiz bir yerdedir, haritadan yüzümü çevirmesem, onları bulabilirim.  Bu gemi herkes kendini kurtarmak istediği için batıyor. Gemi bu yüzden fare doludur.      

Bugün bütün cezaevlerinde açlık grevleri var ve herkes, balmumuyla kulaklarını tıkamış bir durumdadır. Ne zaman kulaklar açılacak? Biri öldüğü zaman! Biri öldüğü zaman onun büyük ve bilge biri olduğunu anlayacağız! Bu bile iyi bir zamanlardı. Artık, ölen öldüğüyle kalıyor. Bugüne kadar açlık grevlerinde ölen, onlara destek vermek için kendini yakan kaç kişi hala belleğimizde diri duruyor?  Kaç kişinin ailesinin hali hatırı soruluyor. Meydanlarda o ölenin adını çağıracağız, onun adına pek çok etkinlik yapacağız. Ağzımızda dilimiz onun için kelime arayacak. Bunca sevginin tek bir nedeni var: Ölmüş! Bir süre sonra, ölmüş bile unutuluyor.

Böylece, ölünce iyi adam/ insan olma fabrikasına dönmüşüz. Yani tarihimiz, ölünce iyi olan kimselerin tarihidir ama ölmeden bir gün önceki tarihte, kişilerin görünümleri bile yoktur. En vahim olansa, “zamanın içinde” olan, ölünce, tarihe dâhil oluyor ve dahası, beni tarihe benim karşımdaki dahil ediyor; öldürüyor, asıyor, hapse atıyor. Bu acı bir hat veriyor: Çünkü başka biri ölünce, demin ölen unutuluyor. Herkesin kendi ölüsüne ağladığı cenaze/ yas törenlerinin de yerine, bu arada, işimize/ anlık, günlük politikamıza yarayan ölüler geliyor… Yas diye bir şey kalmıyor. 

Dünyanın büyük tragedyalarına tanık olduk; Aysel Tuğluk’un annesi mezarından çıkarıldı, kaldırımlara insanlar gömüldü, kargoyla evlat cesedi annesine gönderildi. Acı o kadar sahipsiz ki…

Somut birkaç örnek! 

Şenyaşar ailesi feodal anlamda, Yıldız’lara boyun eğecek bir aile değildir. Ancak bu aile politik bir renk aldığı anda yalnızlaştı. Şimdi adalet sarayı önünde, yas ve adalet arayan bir dram duruyor. Onlarla fotoğraf çeken siyasiler mi, onlara yanındayız diyenler mi? Madem ki yanındaydınız, bunlar niye yalnız? Eğer siz gerçekten bu ailenin yanında olsaydınız, bu aile niye duvar dibinde duruyor? 

Kürtlerin omurgasını sahtekâr hukukçular kırdı. İki dava kazandıktan sonra vekil ya da belediye başkanı olmak isteyen avukat müsveddeleriyle bir halk savunulmaz. HDP davasını izliyoruz; içerdekiler/ siyasiler hukukçu, hukukçular siyasetçi olmuşlar. Bir kaçı hariç; avukatlar, bir sonraki seçimin hazırlığı içendeler sanki ve HDP, kazayla “avukatlar zaten bizim vekillerimizler” deyip onları aday göstermeyeceğini açıklasa, çoğu parayla dahi olsa HDP davasına girmeyeceklerdir. Sıçrama tahtasına dönüştürülen insan hak ve hürriyetleri onlarla yara alıyor. Yaralı birine bakan bir doktorun nasıl ki zaferi, hastanın iyileşmesidir, insan haklarını, adaleti savunacak olan kimselerin payesi kazandığı hukuk zaferidir, karşılığı vekillik olan bir basitlik değildir. Bu bizi, adalet karşısında yoksullaştırır. Bu halkımızı hor görmekle birdir. 

Bir örnek daha!

Geçtiğimiz günlerde Murat Karayılan bir açıklama yaptı. “Devletin kendilerine haber gönderdiğini” söyledi. Ayrıntı vermedi. Birkaç Kürt sitesi dışında, bunun üzerinde duran olmadı. Söz konusu olan bir savaştır ve buna kafa yormamak imkânsızdır. Birkaç gün önce de Cumhurbaşkanı Diyarbakır’da “Çözüm Sürecini biz bitirmedik” dedi. Bir ay içersinde bu iki açıklama dikkat çekicidir. 

Dikkat çekicidir, konu var, konuşan var, taraflar yoktur. Açlık grevleri var ve herkes o günü bekliyor sanki: Ölüyü bekliyor. 

Ölümden ve cenaze işlerinden sorumlu kimseler basın açıklamalarını hazırlamışlar. Son cümle şöyledir: Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. 

Bir de çıkış aranıyor: Öcalan’la görüşülsün. 

Öcalan, yapılan her açlık grevi sonunda şunu söyledi: “Benim burada imkânlarım sınırlı.” 

Öcalan açıkça, “dışarıda bir şey yapamadığınıza göre, benim burada, hücrede yapabileceğim bir şey yok” diyor. 

Öcalan’ın istediği ev hapsi, rahatça görüşme imkânları bile dışarıdakilerin her bir şeyi ona ihale etmesi yüzünden ortadan kalkma raddesine gelmiştir; üstelik severek, saygı duyularak yapılan bir şeydir bu. Böylece Öcalan’la görüşme yolları tıkamış, onunla görüşme yapılmıyor denilerek politik bir malzeme elde edilmiştir. Derdi “yerini korumak” olan üç beş siyasetçiyle de Öcalan’ın tecrit koşulları gündeme getiriliyor. Son beş yıldır ne Öcalan fikriyatı açılmıştır ne Öcalan’ın kavgası verilmiştir. Öcalan’ın kitapları bile nerdeyse tedavülden kaldırılmış, Avrupa’daki kimi satış ve dağıtım da derneklerin ek geliri olmuştur. Ki bu da bu da bir şeydir ama bu da hakkınca yapılmıyordur. Bazen PKK’ye yakın yayınlarda da Öcalan’a adete bir kahinlik görevi veriyorlar; Öcalan, buna işaret etti, buna dikkat çekti, bunu görmüştü, bunu göstermişti gibi… Öcalan’ın işaret ettiğine, dikkat çektiğine, gördüklerine ilişkin nitelikli bir yayın, analiz yapılmadığı gibi, olan da hurefe diline çevrilmiştir. Öcalan devletten çekmediği cefayı bu çeyrek mürettiplerden çekmiştir. 

Bağlarsam. Öcalan, 93’ten bu yana sayısız ateşkes ilan etti. Bu ateşkeslerin tümü, kendisi tarafından yapıldı. Çözüm süreci bittiğinden beri de Öcalan’la sağlıklı bir görüşme gerçekleşmedi. Bir iki telefon görüşmesi, bir mektup ve bir avukat görüşü dışında, hiçbir şey! 

Öcalan, içerde ve ondan bir şeyler söylemesi bekleniyor; örneğin, açlık grevi onun sözüyle bitecektir. 

Peki, PKK, başkanlık konseyi? 

İsteyen kabul eder isteyen etmez, politik ve ekonomik olarak Kürtlerin kaderi başkanlık konseyinin elindedir ama onlar sorumluluk almıyorlar. Herkes bilir Duran Kalkan, Cemil Bayık, Mustafa Karasu ve Murat Karayılan halk neslinde itibara sahiptirler. Cemil Bayık’a gösterilen saygı Mele Mustafa Barzani ölçeğindedir. Onun bir sözü yere sürülmemiştir bu güne kadar. Kalkan, benzer bir durumdadır. PKK’yi biraz tanıyan bilir, denilir “PKK demek, Duran demektir.” Karasu, direnişiyle estetik yaratmıştır. Daha birçok şey söylenebilir. 

Soru da şudur: PKK niye ateşkes ilan etmiyor? Ya da PKK, niçin çözüm süreci benzeri bir sürecin adımlarını atmıyor. Madem arada görüşmeciler var, madem haberler gidip geliyor. Madem çözüm sürecini bitiren taraf AKP değil. Madem seçimler var. Madem diye bir dizi cümle var… Özeti: Ben ölünce bir cenaze töreni, yoğun bir ses tonuyla bir parti açıklaması istemiyorum, kıymetimi şimdi bilin… Ben kim miyim? Basit: Tarihin mezar kazıcısı! 

İlginizi çekebilir