Cavidan Rawer: Tanrının Yorduğu Kadınlar -8

Böyle bir baharda insanın boğazına yağlı ilmek geçirilir mi..?

Gücün efsaneleşmek gibi bir huyu var! Güç tüm elementleri, ‘tanrının sıfatlarıyla’ kullanır ki her şeye yeter, sonsuzdur, egemendir ve esip gürleyendir. Biz ise güce karşı dirençli çabalar gösterirken, asıl yaşam denen hakiki enerjiden yoksun, akıntılara kürek çekeriz…

Oysa varlığın kendine giden bir yolu daha var. Adına ‘sır’ diyor bilgeler. Öğretiden bahsederler. İyi olmaktan, iyi kalmaktan, iyi düşünce, iyi söz, iyi amelden söz ederler. Hayatın sırrını upuzun kırmızı bir ip olarak düşünün. Tutunanların aydınlandığı, tutunma şansı elinden alınanların patır patır döküldükleri hazin bir yolculuktur bu. Ara ki bulasın. Çünkü sır da insana zulüm eder…

Biz hayatın yükünü sırtlarken, yaşamsal haklardan ve akıştan alıkonuluruz. Biz, ceza tanrılarının attığı başlıkları okuyamayız. Yılanların Şah-ı Maran’ın hikayesinde Cemşab Şahmaran’a ihanet eder. 7 kat yerin dibinde bu dünyanın şifası yatar. Bir çok masalda var bu imgeler. 7 kat gök ile 7 kat yerin dibi arasında kalan boşluktaki kargaşanın adı ‘insan’ olsa gerek. Hükümdarın şifası Şahmaran’ın etidir. Hükümdar Şahmaran Cemşab sayesinde ulaşır ve şifasını ondan alır. Bu bir efsane…

Ve derler ki  Şahmaran ruhunu kızına teslim eder. Efsaneden yola çıkarsak ki herkes kendine göre yorumlayabilir, kadınların fizyolojik ve psikolojik olarak öncü ve üstün tanıklar tarafından ‘şifalanmak’ için nasıl yaralı bırakıldıklarını ve öldürüldüklerini görebiliriz. Belki annemde bana ruhunu bırakmıştır. Etin ne önemi var. İnsan yaşarken anlayamaz en yakınındakinin ahval-i ruhiyesini. Hiçbir çocuk anne babasının kaderini yaşamak istemez. Hatta direniriz. Yine de zaman bizi onlara benzetir.  

Biz kadınlar/ anneler hayatlarımızla kumar oynarız. Ve hiç muhatabımız yoktur biliyor musunuz?.!!  Birçok anlamda engellere takılır hayatlarımız. İfadenin yetersiz kaldığı yerde, kişisel tasvirin zorluklarını düşünün. İnsanın kendi gerçeğiyle buluşmasındaki engeli düşünün. Fikrin fukaralığından ‘yolun sonu görünmüyor’ türküsüne varın. Çıktıyı alın elinize ve bakın.

Görünen sıfâtındır,

Anı gören zâtındır,

Gayri ne hâcetindir,

Sen seni bil, sen seni… / Hacı Bektaşi Veli

İnsan nasıl bilir kendini? Gerçeği tanımak, onu sessize almakla mümkün. Her insan kendini arar. ‘Kimim ben?’ İhtiyaca göre rol üsleniriz hem de hiç kendimizi düşünmeden. Bataklıklarda yol alır yine de yılmayız. Ta ki incinen ruhumuzun dayanılmaz ağrılarından hasar gören organlarımızla başımız derde girene kadar. Birçok kadın ‘gerçeği’ toprakla buluştuğunda sessize alır…

Kendi içsel dünyamızda saklı kentler kurarız. Ayrıca o kentin denizi varken bir derenin suyuna ayak parmaklarımızı bırakacak kadar cömert davranırız  kendimize. İçsel dünyamızda dahi, ‘ya gözetleniyorsam’ paranoyası vardır. Mevzu derin aslında. Herkese yaranmaya, göze görünmeye, onaylanmaya duyduğumuz açlıkta burdan gelir. O açlık kadınlarda binbir surat olarak kimlik bulur. Hiç birinde ‘öz benliğimiz yoktur.’ Bazı duygular ortaktır. Kadını erkeği yoktur elbette ama içsel dünyamızda yaşar, anlaşılmadan orta yerimizden çatlar ve orda ölürüz…

Derdim yalnızca bir anneyi yazmak değil elbetteki. Annemin öyküsü bizim coğrafyamızda yaşayan birçok kadının öyküsüyle o kadar benzer ki… Çok iyi olmak da kötülüktür. Annem bu öğretilerle hayatının yarısına vardığında nerdeyse bütün sistemi çökmüştü… 

Babamın öldüğü vakitlere kısaca döneyim. Annemin en büyük oğlu Hanifi abim o zamanlar 16 yaşında. Abim, olumsuz tüm şartlara rağmen ortaokulu bitirdi. Ortaokul bitince, lise okumak zor olacaktı. Tam da o aralar annem beni ziyarete  geldi.  ‘’Anne liseye gidecek kardeşleriniz, abileriniz varsa kayıt yaptırın, Çevre Sağlık Meslek lisesine alınacaklar’’ diyorlar dedim. Bunun için 6 vesikalık lazım. Annemde tek vesikalık var. Beni bıraktı o resimleri çoğaltmaya gitti. Bir vakit sonra 6 vesikalık resimle geldi. Abimin kaydını yaptırdık. O kayıt abimin Diyarbakır’daki Çevre Sağlık Meslek Lisesi’ne gitmesine vesile oldu. Abim de benim gibi okul tatillerinde evine gelen misafir çocuktu…

Yıllar böyle geçti. Abim artık bir memurdu. Daha ikinci senesinde ve mecburi hizmetini tamamlamadan Almanya’dan gelen bir kuş kaptı abimi. Evin büyük oğlu yurtdışına yelken açtı. Annem bu durumdan memnun.  Çünkü anneme göre bir hayat kurtulmuş olacaktı. Hatırlayanlar bilir, babamın ilk beş evladı çoktan evlenmiş her biri kendi yaşamını kurmuş çocukları ve sorumlulukları vardı. Hayat onlara da kolay şartlar sunmuyor.  Tutunamayanlar için hayat bir serüven. Belki metropolde daha iyi şartlar mümkündür..!!

Zülfü abim İstanbul’a yerleşmeye karar vermiş. Giderken Hıdır abim ile Kadriye ablamı beraberinde götürmüştü. Ben de artık büyümüştüm. Son kalan yılı tamamlamak üzere yatılıya döndüğümde annem ve küçük kardeşlerim de İstanbul’a yerleşmişlerdi. Hıdır abim ve Kadriye ablam sanırım bir buçuk yıl abimlerde kaldılar. Tam olarak hatırlayamayacağım ama öyle bir zaman dilimi birlikte kaldılar. Yaz tatili gelince benim yurt hayatım, orda ikamet etme anlamında son buldu. Ardından gelişecek süreci evden takip edecektim. 

24 saat süren Van- İstanbul yolculuğu sonrasında aileme  kavuştum. İstanbul’da kaldığım 6 aylık dönemde sudan çıkmış bir balıktım. Ürkek bir serçe. Yönsüz bir su birikintisi. Birkaç ay bir yerde ‘çalışmaya’ çalıştım. Özgüvensiz bir kimlikle. Berbat bir duyguydu. Henüz aileme kavuşmuşken, 6 ay sonra kendimi Almanya’nın Stuttgart kentinde buldum. Çünkü Hanifi abimin kızının kalbinde Ventriküler Septal Defekt (VSD) delik varmış. Ameliyat olması gerek. Kıza bakacak biri lazım. Anlaşılan ablamda zor durumda. Annem köyden ayrıldıktan sonra yavaş yavaş hakimiyetini kaybetti. Çünkü bu koca şehirde onun devirebilecegi bir bilek yoktu. Ona tanıdık gelen hiçbir şey yoktu. Ezberi bozulmuştu.  Yörüngesi şaşmıştı.

Anneme 4 duvar arasındaki rol verildi. İstanbul’da bir başka hayata  çocukları için yerleşen bu kadını bitiren yıllar sinsice sayfa çevirmeye başladılar. Annem yapacak çok birşey bulamadığı gibi, ne işe yaradığını dahi anlayamadığı bir görünmezliğe, sessizliğe büründü. “Ben de varım” hakkını şu cümlesiyle kurmaya başladı.

 “Onca yıl ben baktım şimdi de siz  bakın bana…” Yaşı daha çok gençti. Zaman onu kaygılı, düşünceli bir anne yapmaya yetmişti. Köyde tek  başına onca insan bakmıştı. Bu koca şehirde en küçük çocuğu dahi çalışıyordu. Ona  rağmen gelir gideri karşılaşıyordu. Çocukları ağır şartların işçileri, emekçileri oldular. Ustalaşıp kendi işini kuran dahi oldu. Galiba bizden patron olmazdı. Çünkü yönetici olma bilinci yoktu. Köydeki sürece misafir öğrenci sıfatıyla da olsa tanıklık edecek vaktim olmuştu. Dönemsel uzun aralıklar olsa da, o süreç zihnimde daha aydınlık. 

Uzaktayken onları çok özlüyordum. Kardeşlerimin yaptığı yaramazlıklar, çocuk gülüşleri, fantazileri, her halleri aklımda. Derelerde balık tutma çabaları, dere suyunun önüne bent çekip, binbir türlü yüzme tekniklerini uyguladıktan sonra bulanıklaşan o sudan çıktıkları an suyun yüzeyinde kıvrılan yılanların dansı. Şans bu olsa gerekti. “Yılanlarla yüzen çocuklar” başlığını taşıyabilirlerdi. Bugün düşünüyorum da kendimize emanet yaşamışız. Vahşi olduğunu düşündüğümüz canlılarla gayet uyum içinde yaşamışız.

Fakat artık alıştığımız topraklardan uzaktaydık. Ve dedim ya bazılarımız daha uzak ülkelere savrulmuş, uzak diyarlarda yaşamaya başladık. Kimi  daha sonra şartlarını zorlayıp çıktı yurtdışına. Bu defa annemin ülkeler arası misafirleri olduk. İzinden izine görmeye başladım annemi ki zaten alışkındım buna. Fark şuydu; bu defa herkes yetişkindi ve annem gölgede duran bir varlık olmuştu. Biz  daha çok kardeşlerin hayatlarındaki değişimler ile alakalıydık. 

Yeni bireyler. Yeni bebekler. Aile büyüyor. Yıllar kanatlanmış uçuyordu sanki. Dünyevi işler, kaygılar bizim hayatlarımızda önceliğini belirlemişti. Çocuklarımız, telaşlarımız, işlerimiz, mecburiyetlerimiz annemizi görmemize, onu anlamamıza, varlığının farkında olmamıza büyük engel olmuştu. Bir vakit sonra farkettik ki annem hayatının aracını sağa çekmiş, dörtlüleri yakmış, tansiyonu hasarlı çıkmış, hatta doktorun deyimiyle, “bağışıklık” yapmıştı. Annemin bedeni çığlık atmasa belki bir süre daha ‘gölge kadın’ olarak kalabilirdi. Kısmi felç olunca çocuklarından daha fazla ilgi görmüş olabilir. Hasarlı bedenini doktora ulaştıran Hıdır abim, doktor kontrolünü bitirince şöyle dedi. “Bak yıllar sonra sayemde bir erkek eli değdi sana” gülüştük. Annem yine ” ben feleği geri çevirdim ” dedi. Abim ne kadar şaka yaparsa yapsın, ardından derin bakışlar bırakırdı üzerimizde. Çok sonraları anımsadıklarımdan yakalayabildim bunu.

Hıdır abim, annemin doğurduğu neşeydi. Şirinleri bilirsiniz. Ordaki karakterlere verilen isimlerden benim ailemde de var. Abim bütün sülalenin en sevilen  şahsiyetiydi. Çok yetenekliydi. Bir güldürü ustası, bir sahne sanatçısı olabilirdi. Ayrı kaldığı kardeşlerini güldürmek  onun göreviydi.

Ve bir gün,

Mevsim ilkbahar. Nisanın son günü. Ertesi bayram. Toprak devinmiş, ağaçlar meyveye durmuş. Yer gök güllük gülistanlık. Böyle bir baharda insanın boğazına yağlı ilmek geçirilir mi.?!  Hayat bize ikinci kez zarlarını salladı. “Neşenizi almaya geldim” dedi. Başka neyimiz vardı ki zaten. “Alma lütfen”..! “yapma”..!!  “Daha çok genç”.!!.  ” Üstelik savrulmaktan dokunamadık, doyamadık ki birbirimize”. “Yapma bunu bize”..! 

Bedenin içten bir yerlerden kendine doğru çekildiği bir hal var. Çok acı. Böyle cayır cayır yanar haneniz.  Ve siz ateşten kora dönüşen çaresizliğinize gömülürsünüz. Bizim neşe, meğer bütün mesaisini  bize harcamış. Yaş 36. Kalbi yorulmuş. ‘’Bunlar neşeden ne anlar’’demiş kalbi!

Sabah saat 10. Kulağımda bir ses. “Hıdır’ ı kaybettik…” Annemin sevinç evi yandı kül oldu.

Ve o gün annem, zihinsel bütün faaliyetlerinin fişini çekti. Ruhunun orta yerine şin (yas) ekti. Abimi toprağa, annemi hayata gömdük. Tam 12 yıl… Sessiz, kimsesiz, yarı yatalak, yalnızca nefesi vardı. 

Annem kayıp bir nesneydi. Kim sorsa ” iyiyim iyi” derdi. Psikolojide bu aslında insanın kendine verdiği bir cezaymış…

O da öyle yaptı.

İlginizi çekebilir