Umur Hozatlı: İki Esir Asker Hikayesi-1

ER COŞKUN KIRANDİ’Yİ NASIL GETİRDİK?

Bizi ölümden CNN Türk kurtardı!

Umur Hozatlı

Uluslararası prosedürlerde, savaşlar hukukunda, devletler sisteminde, örgütsel yapılarda işletilen ve ilşletilmeyen “esir hukuku” vardır. İnsani temelleri olan sistemlerde bu hukuk işletilir. Ancak yapısı vahşi, faşist ve gayri insani olan sistemlerde işletilmez.

Esir hukuku Antik Çağ’dan başlayarak günümüze ulaşan bir hukuk sitemidir. Bu hukuku, tarih boyunca yaşanan savaşlarda işleten taraflar da olmuştur işletmeyen taraflar da. Ayrıntılarına girmeyeceğim.

Zira konumuz, Gare Dağı saldırısı ve 13 esirin ölmesi nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti ile PKK’nin esirlere yaklaşımı.

Türkiye’nin, PKK ile girdiği 43 yıllık savaşta esirlere nasıl davrandığını, yaşatıp yaşatmadığını pek çoğumuz biliyoruz.

Öte yandan PKK’nin 43 yıl boyunca esirlere nasıl davrandığını ve yaşatıp yaşatmadığını da pek çoğumuz biliyoruz.

Ancak bilmeyenler için, öğrenmek isteyenler için anlatacaklarım var.

İki günlük dizi şeklinde yazdığım bu yazıda; taraf tutmadan, yargılamadan, yorum yapmadan, bizzat içinde yer aldığım iki ayrı esir asker hikayesi anlatacağım.

Tamamen yaşandığı gibi ve objektif bir şekilde anlatacağım iki hikayenin sonunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile PKK’nin esirlere nasıl davrandığını net olarak göreceğiz.

İkinci hikayenin sonunda da konuya ilişkin nacizane bir yorumum olacak: Çözüm ne?

***

PKK, 11 Temmuz 2005’te Dersim Pülümür Vadisi’ndeki yol kontrolü sırasında er Coşkun Kırandi’yi alıkoydu. Haber tez yayıldı. Medya günlerce işledi ama devlet ve hükümet ricalinden ses çıkmadı.

Murat Karayılan 18 Temmuz’da kamuoyuna açıklama yapıp Kırandi’yi sivil bir heyete teslim edebileceklerini duyurdu.

Bunun üzerine İnsan Hakları Derneği öncülüğünde çalışma başlatıldı ve bir heyet oluşturuldu. Çalışmalardan bazı AKP’lilerin haberi vardı, “Gidin getirin ama bizim haberimiz yok” şeklinde davranıyorlardı.

Gerekli görüşmeler yapıldıktan sonra Coşkun Kırandi’nin Dersim merkeze 15 kilometre mesafedeki Güleç Köyü kırsalında heyete teslim edileceği belirlendi.

Dönemin Tunceli Valisi Mustafa Erkal ile görüşmeler yapıldı. Askerin alınacağı bölge ile gidiş geliş koridorunda herhangi bir askeri unsurun bulunmaması, olası bir çatışmaya mahal verilmemesi gerektiği vurgulandı.

Vali bu talebi doğru buldu ve güvence verdi; “Siz askeri alıp güvenli bir noktaya geldiğinizde beni bilgilendirin, sizi oradan aldırayım” dedi.

Elbette valiye güvendik.

Belirtilen alana belirlenen randevu saatinde ulaşmak için saat planlaması yaparak yola çıktık. Heyette Selahattin Demirtaş, Ferhat Tunç, Mihdi Perinçek ve ben vardık. Tarih 4 Ağustos 2005.

Hava kararmadan az önceydi, şehirden çıktık, Marçik Vadisi’ne doğru ilerliyorduk, birden arkamıza iki sivil araç takıldı, takip ediliyorduk. Marçik Vadisi’ne vardığımızda sapacağımız Güleç Köyü yoluna sapmadan Kutu Deresi’ne devam ettik. Amacımız buluşma bölgesini öğrenmelerini önlemekti, böylece olası çatışma riskini ortadan kaldırmış olacaktık.

Ancak arabalar takibi bırakmıyordu. Kurtulamayacağımızı anlayınca Kutu Deresi’nden geri dönüp Güleç Köyü yoluna girdik. Bunu yapmaya mecburduk, zira hava kararıyordu ve biz buluşma noktasını tam olarak bilmiyorduk. Randevuyu kaçırırsak da Kırandi’yi bir daha alamayabilirdik.

Biz köy yoluna sapınca takip edenler gelip yol ayrımında durdular, köy yoluna girmediler. Biz köye doğru ilerlerken gözetlemeye devam ettiler.

Hava tamamen kararmıştı. Güleç Köyü’ne varmadan, dağın bir noktasından işaret geldi, işareti gözetleyenlerin de gördüğünü düşündük ve olası bir olumsuzluğu önlemek için hızlı hareket etmemiz gerektiğine karar verdik.

Arabaların gideceği son noktaya kadar gidip sonrasını büyük bir hızla yürüyerek kat ettik. Yolda Dersimli gazeteciler de bize katıldı ve randevu noktasına birlikte ulaştık. Kanaatimizce işin zor kısmını atlatmıştık, bundan sonrası askeri alıp köye inmek ve valiye telefon edip söz verdiği gibi bizi aldırmasını istemekti.

Ancak öyle olmayacaktı. Devletin Dersim ayağının planı büyüktü.

Biz randevu noktasına vardık varacağız derken devasa bir askeri konvoy Marçik Vadisi’nde belirdi. Beklenmedik bir şeydi. Neler oluyordu? Vali söz vermişti bölgede askeri unsur olmayacaktı ama aşağıda devasa bir askeri konvoy bize doğru geliyordu.

Coşkun Kırandi bir grup gerillanın yanındaydı. Biz Kırandi’yi derhal alıp gitmekten yanaydık zira valinin güvencesine rağmen takip edilmemiz ve şimdi de konvoyun gelmesi çatışma riski şüphelerimizi artırıyordu.

Açıkçası fena halde korku ve endişe içindeydik, ancak gerilla bir o kadar rahattı. Gerilla komutanı korkmamız için bir neden olmadığını, protokol hazırladıklarını, Kırandi’yi imza karşılığında teslim edeceklerini söyledi.

“Peki” dedik. Kısa konuşmalar yapılıp imzalar atılırken askeri konvoy iyice yaklaşıyordu, giderek ne yapacağımızı bilememeye başladık, Kırandi’yi alıp köye gitmek güvenli miydi riskli miydi bilemiyorduk.

Derken gerilla komutanı Roj TV canlı yayınına bağlandı ve Coşkun Kırandi’yi heyete teslim ettiğine dair konuştu. Bu durum bende güven duygusu yarattı, en azından bir kısım kamuoyu askeri teslim aldığımızı biliyordu artık.

Roj TV bağlantısı bitmek üzereyken CNN Türk canlı yayın başlattı ve CNN Türk muhabiri Ferit Demir yayına bağlandı. Bu gelişme çok daha iyiydi zira iki TV kanalından birden Kırandi’yi aldığımıza dair yayın yapılıyordu.

Coşkun Kırandi fena halde şaşkın ve heyecanlıydı. CNN Türk spikeri Kırandi’yi telefona istedi, çocuk heyecandan konuşmakta zorlanıyordu ancak sorulara cevap vermeye çalışıyordu. Spikerin bir sorusuna “Hayır kötü muamele görmedim, arkadaşlar bana iyi davrandı” şeklinde cevap verince Ferit’le aynı anda dikkatli konuşmasını önerdik. Zira başına gelebilecekleri tahmin ediyorduk.

Bu dakikalar içinde gözümüz sürekli bize doğru gelmekte olan askeri konvoydaydı. Köyle aramızda 3-4 kilometre vardı ve konvoy köye girmek üzereydi. Şimdi daha da ne yapacağımızı bilemez haldeydik, ateş açılma ve çatışma riski çok açıktı!

Az sonra CNN Türk yayını bitti. Yayının bitmesiyle birlikte konvoy köye girmeden durdu ve geriye dönüş yapmaya başladı. Kısmen rahatladık, konvoy dönüşünü tamamlayıp Marçik Vadisi’ne doğru ilerleyince Kırandi’yi alıp Güleç köyüne yürümeye başladık.

Bir iki dakika geçmeden CNN Türk muhabiri Ferit Demir’in telefonu çaldı. Arayan Tunceli Jandarma Komutanı Tuğgeneral Namık Dursun’du. Bağırıyordu, sesi telefondan dışarı taşıyordu. Ferit kırılgan bir ses tonuyla cevap veriyor, soğuk kanlı olmaya çalışıyordu. Dursun durmuyordu “Sen nasıl CNN Türk’e bağlanırsın, yetmedi Kırandi’yi bağlarsın, planımı bozarsın?” diye feveran ediyordu.

Dehşet vericiydi, bir general bir gazeteciye gazetecilik görevini yaptı diye bağırıyor, tehtitkar konuşuyordu. O karanlığın içinde Ferit Demir’in dirayetli durabilmesi saygıya değerdi.

Köye vardığımızda konvoy Marçik’te gözden kaybolmuştu. Köyde ilk evin kapısını çaldık, Ağa amca bize evsahipliği yaptı. Ferhat Tunç valiye telefon etti; askeri aldığımızı, Güleç Köyü’nde olduğumuzu ve söylediği gibi bizi aldırmasını istedi. Gönül rahatlığıyla beklemeye başladık. Keyfimiz yerindeydi. Zira iyi bir iş başarmıştık.

Ancak hiçbir şey beklediğimiz gibi olmadı…

Yaklaşık yarım saat sonra devasa bir askeri konvoy köye doğru geldi. Fakat 5 kişiyi almak için bu boyutta bir konvoy niye gelsin ki?! Şaşırtıcıydı. Bu arada bu konvoyun gelip dönen konvoy olup olmadığını bilmiyoruz.

Az sonra konvoy köye girdi. Silahlı saldırı araçlarından tutun personel taşıyıcılara kadar her tür aracın olduğu konvoy; asker, polis, özel harekat ve MİT dahil ne kadar kolluk kuvveti varsa onlardan oluşuyordu. Buna rağmen biz valinin gönderdiğini sanıp bizi normal olarak alıp gideceklerini beklerken adamlar bulunduğumuz eve baskın yaptı. Bildiğiniz baskın, operasyon. Bir anda her yeri sardılar. Kırandi’yi kastederek “Asker nerde?” diye bağırıp duruyorlardı. Bizi, ev sahiplerini, gazetecileri ite kaka bir araya toplamaya çalışırken bir yandan da Coşkun Kırandi’yi tespit etmeye çalışıyorlardı. Halbu ki biraz sakin olsalar kimin kim olduğunu göreceklerdi.

Selahattin Demirtaş sürekli sakin olmalarını, bu şekilde bir operasyon yapamayacaklarını söylüyordu. Uyarıları duyan dinleyen asker veya polis yoktu. Birkaç dakika sonra, operasyon gücündeki tek sivil adamlar olan MİT’çilerden biri “Sorun yok Selahattin Bey, presedür böyle, tartışma yaratmayalım” diye karşılık verdi.

Sonunda Demirtaş sesini yükselterek “Beyler askerimiz burda, sakin olun” dedi ve dediği anda üçü-beşi birden suçlu yakalamış gibi Kırandi’nin üzerine çullanıp derdest edip götürdü. Açıkçası dehşet verici bir andı; çocuk ne suçluydu, ne “terörist”, devletin askeriydi ve yine devletin askeri tarafından azılı bir suçluymuş gibi derdest edilip hırpalanarak götürülüyordu.

Kırandi’yi götürmelerinden sonra savaş gücü gibi giyinmiş olan silahlı asker ve özel harekatçıların bir kısmı biraz geri çekildi, diğerleri bizle ilgilenmeye başladı. Bizi gözaltına almak istiyorlardı. Selahattin Demirtaş iyi bir avukattı ve iyi bir diplomasi ve bürokrasi dili vardı. “Savcılık emri olmadan kimseyi alamazsınız” diye ısrarla tartışıyordu.

Yaklaşık yarım saat süren tartışma boyunca adamlar gözaltı işlemi yapamadı, Demirtaş yaptırtmadı. Sonunda çözümü yine o buldu; “Nöbetçi savcıyla görüştürün beni” dedi. Telsizle savcıya ulaştılar, Selahattin Demirtaş savcıyla bizzat konuşup görüşmeyi kayda geçirdikten sonra gözaltı işlemine izin verdi.

O gece bizi gözaltına alıp JİTEM merkezinin de bulunduğu binaya götürdüler. Demirtaş’ı, avukatlık yasası gereği ertesi gün serbest bıraktılar, bizi üç gün sorguladılar ve hakkımızda “Terör örgütü propagandası yapmak”tan dava açtılar. Elbette dava yıllar sonra baraatle sonuçlandı.

Şimdi gelelim asıl meseleye: Biz gerilla ile teslim protokolünü gerçekleştirirken gelen konvoyu dönemin Tunceli Jandarma Komutanı Tuğgeneral Namık Dursun göndermişti. Kendisi JİTEM’in Dersim sorumlusuydu ve bir yığın insanlık dışı vukuatı vardı.

Gönderdiği konvoy bildiğiniz operasyon ve çatışma gücüydü. Amacı gerilla ile buluştuğumuz noktaya saldırıp bizle Kırandi’yi öldürerek “PKK kaçırdığı asker ile teslim almaya giden sivil heyeti öldürdü” propagandası yapmaktı.

Bunu herhangi bir varsayım, çıkarsama veya tahmin olarak söylemiyorum. Bu, gözaltı ve ilk mahkeme süreci bitmeden öğrendiğimiz ve doğrullattığımız bilgiydi. Aradan 16 yıl geçmiş olmasına rağmen bilgi kaynağımızı açıklamamayı tercih ediyorum.

Peki Tuğgeneral Namık Dursun gönderdiği askeri gücü neden son anda geri çekmişti?

Dursun, CNN Türk’ün, heyetin Coşkun Kırandi’yi gerilladan teslim aldığına dair yaptığı canlı yayını izleyip Kırandi’nin konuşmasını dinlemişti. Bunun üzerine senirlenip kükreyip ortalığı dağıtmış, konvoyun geri çekilmesini emretmek zorunda kalmıştı. Zira bizi ve Kırandi’yi öldürme planı tamamen suya düşmüştü.

Ve bunun hıncını, Kırandi karşısına götürüldüğünde “Niye gebermedin?” deyip bizzat dövüp işkence yaparak almıştı. Nitekim bizim gayet sağlıklı ve normal fiziğe sahip olarak gerillanın verdiği yeni elbiselerle teslim aldığımız Coşkun Kırandi iki hafta boyunca sorgulanmış, askeri birliğine döndüğünde bir deri bir kemik kalmıştı.

Bunu öğrendiğimde o geceye geri döndüm: Dağdaki randevu noktasından köye doğru inerken zifiri karanlıktı. Coşkun’la birbirimize tutunarak yürüyorduk. O yürüyüşte sık sık “Abi bana bir şey

yaparlar mı? Abi bana ne yapacaklar?” diye soruyordu. Ben cevap veremiyordum. Nitekim o çocuğun sesindeki dehşet korkuyu hiçbir zaman unutamadım.

YARIN: Astsubay Yener Soylu’nun esir düşme, serbest bırakılma ve Rize’de ordudan firar etme hikayesi

İlginizi çekebilir