Uğur Güney Subaşı: Utanmak

Şimdilerde mumla arar hale geldiğimiz o kabus dolu 1996 yılının ilk günlerinde, gerek digital platformların gerekse de gösterişli alış veriş merkezlerindeki o afili sinema salonlarının konforuna ve teknolojisine yenik düştükleri için tıpkı şehir merkezlerindeki türevleri gibi günümüzde kapısına kilit vurulmak zorunda kalınan Adana’nın kadim sinemalarından ve tabii popüler buluşma merkezlerinden birisi olan ünlü Arı Sineması’nın önüne kıvırcıkla birlikte el ele, yürek yüreğe gelmiş olmaktan dolayı şahsen o kadar mutlu ve heyecanlıydım ki, o gün cebimdeki kısıtlı ödeneğimin sadece 2 kişilik sinema bilet bedeliyle birlikte sinema çıkışındaki 1 kişilik yol parasını karşılamaya yetecek miktarda olduğu gerçeğini ve bu korkunç gerçeğin sebep olabileceği olası “mahcup olma” risklerini tümüyle yüklenmeyi kendime hiçbir şekilde dert etmemiştim.

Ki, olanca ağırlığımla kendi üzerime yıkılmama ve o yıkımdan zihnimin her hücresine pervasızca saçılan moloz yığınlarını yıllardır bir türlü temizleyemememe sebep olan bu korkunç gerçekle yüzleşmem, sinema girişindeki bilet görevlisinden bana gelen “verdiğim paranın bilet bedelini karşılamaya yetmediği” uyarısı ile iliklerime kadar aşık olduğum dünyalar güzeli kıvırcığın yanında ilk büyük mahcubiyetimi yaşarken gerçekleşirken; asıl büyük mahcubiyetimi ya da utancımı, üzerine yol parasının da ilave edilmesine rağmen istenilen o lanet rakama bir türlü ulaşılamamış olması hasebiyle aradaki farkın kıvırcık tarafından kapatılmasıyla yaşamak zorunda kalmıştım.

Yaşadığım bu korkunç utançla birlikte tüm hayati organlarımın bir kozalak gibi birbirleriyle tutuşarak etraflarına alev saçan közlere döndüklerini ve bu sebeple de sinemayla ev arasındaki yaklaşık 12, 13 kilometrelik o uzun yolu yürümek zorunda kalırken yürümekten kaynaklanan yol yorgunluğundan daha ziyade, bu olay esnasında sadece 18 yaşında olan çelimsiz bir bedenin ev sahipliğinde olgunlaşmaya, büyümeye çalışan ham bir ruhu yakıp dağlayan o pişmanlık ateşini iliklerime kadar hissettiğimi bugün bile hissetmiş ya da aynı ateşle bir kez daha yanmış gibi net bir biçimde hatırlıyorum.

İşte sadece 6 yaşında olan bir çocuğun, pardon ağzı daha süt kokan bir bebeğin, sapıklıkta sınırları alt üst etmeyi başaran o batasıca aşağılık ailesi tarafından, “sapıklık” ortak paydasında kendileriyle kolayca bir araya gelebilen müritlerinden birisine “gelin” diye verilmesinin, pardon göz göre göre peşkeş çekilmesinin sebeb-i hikmeti, insanın tüm organlarını kozalak gibi birbirleriyle tutuşturan o utanç duygusu ateşinin bu sapıkların ruhlarında çelimsiz bir çalı çırpıyı bile birbirleriyle tutuşturmaktaki acizliğidir, güçsüzlüğüdür, mum ışığı kıvamındaki hissizliğidir.

Zaten bu ağır hissizlik ya da utanmazlık hali değil midir ki, bir bebeğin ellerinin annesi tarafından bağlanmasına, bebek tam çığlık atacakken ağzının babası olacak o godoş tarafından kapatılmasına ve her şeyden acısı da, artık derdini anlatacak yaşa gelmiş olan bu çocuğun (ki hala çocuktur o) yaşadığı bütün bu korkunç dramı kendisini korumak ve kollamakla mükellef olan necip devletimize ya da o devlete an itibarıyla el koymuş iktidarımıza anlatmasına rağmen, içerisinde Hiranur Vakfı’nın da yer aldığı o meşhur sapıklık paydasında yer alan tüm paydaşlarla yıllardır içli dışlı olan bu resmi ikilinin hiçbir şey, evet yanlış okumadınız, hiçbir şey yapmamasına ve yapılmadığı için de zamanında 6 yaşındaki bir bebekle aynı yatağa girmiş olan azılı bir sapığın, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış gibi hala elini, kolunu ve ağzına sokulması elzem olan o malum uzvunu sallaya sallaya gezmesine sebep olan.

Ayrıca bu utanmazlık hali de, 6 yaşındaki bir çocuğun savunmasız bedeninde şehvet arayarak bizleri insan olduğumuzdan utandıran o hasta ruhlu yaratıkla ya da onun gibi yaratıklara yıllardır yardım ve yataklık etmekten bıkmayan “yobaz” suç ortaklarıyla da sadece sınırlı değildir hani. Dünyada katledilen tüm çocuklara usul usul göz yaşı dökerlerken, Rojava’da bombalanan Kürt çocuklarına, sırf bu çocuklar Kürt oldukları için, yıllardır sırtlarını dönen, onların o yürek burkan çığlıklarını ısrarla duymak istemeyen, sırf KHK’lıların çocukları diye, hapishanelerde ya da aileleri hapishanelerde olduğu için gurbet ellerde büyümek zorunda kalan çocukların o “özgürlük çığlıklarını” bilerek, isteyerek yıllardır görmezden gelen utanmazları unuttuk mu sanıyorsunuz? Asla. Dolayısıyla cari trajedi karşısında dökülen göz yaşlarının, okunan belaların, edilen isyanların birçoğunun hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur benim gözümde.

Hem kendisinden hem de o ırkçı şürekâsından zerre hoşlanmasam da, hani eski bir yazısında; “Ne ekonomisi kardeşim, biz ekonomiden filan değil, biz utanmadan geri kaldık, utanmadan!” diye yazarak bu amatör yazıya bilmeden de olsa ilham vermiştir ya Nihat Genç isimli o iflah olmaz faşist. Kendisinin konuya dair yaptığı bu muhteşem tespitlerine katılmamak elde değildir.

Evet, bu duyarsız, bu hissiz toplum ne ekonomiden, ne teknolojiden ne de siyasetten geri kalmıştır. Bu toplum ilk olarak “utanma”dan, “mahcup olma” dan geri kalmıştır! Yeni yetme bir delikanlının ruhunu azap yağmurlarıyla dağlayan o duyguyu kendisinden inatla esirgemiştir, bu ırkçı, bu mezhepçi kafayla devam ettiği müddetçe de belli ki esirgemeye, esirgediği için de iflah olmamaya devam edecektir.

/Aralık 2022, Adana/

İlginizi çekebilir