Uğur Güney Subaşı: Susan Fotoğraf

Herkesin malumu olduğu üzere gerek reel gerekse de hizmet sektöründe üretenlerle tüketenler ya da alıcılarla satıcılar arasında “aracılık” yaparak birçok iş kolunda büyük ya da küçük ölçekli maddi kazançlar elde etmeyi başaran ve evine ekmeğini de yaptığı bu aracılık hizmetleri sayesinde götüren çok sayıda emekçi mevcuttur.

Peki ya hiçbir maddi kazanç elde etmeden, etmeyi de hiçbir zaman beklemeden derdi olan, hikayesi olan, isyanı olan bazı sakıncalı fotoğrafları önce can kulağıyla dinleyerek, sonra da o dinlediklerini, kendisine gözyaşlarıyla fısıldananları kaleminden geldiğince kelimelere dökerek hasbelkader de olsa fotoğraflarla okuyucular arasında “aracılık” yapmaya çalışan ve ne ilginçtir ki bütün bunları da hani bırakın evine ekmek götürmeyi, evindeki ekmeği bile hızla tüketerek yapmaya, delicesine yazmaya çalışan kaç kişiyi, kaç amatör yazarı tanımaktasınız?

Şahsımın yazı serüvenine dair bu kısa ancak fazlasıyla açıklayıcı olduğunu düşündüğüm girizgahtan da anlaşılacağı üzere ben hemen hemen tüm yazılarımı o yazılarıma konu olan fotoğraflarla iki sevgili gibi uzun uzun bakışarak, onlarla adeta dertleşerek ve kalemimin mürekkebini de o fotoğrafların isyan yüklü sesleriyle doldurarak yazabiliyorum ancak.

Zira, ne kadar uğraşırsam uğraşayım fotoğraflarla bağlantı kuramadığım hiçbir yazıyı kaleme almayı başaramıyorum ben. İşte şu an okuduğunuz bu yazıyı yazmaya başlamadan önce de yazıda kullanacağım bu utanç verici fotoğrafa uzun uzun bakmış ve tıpkı daha önceki yazılarımda olduğu gibi fotoğrafın bana fısıldayacaklarını usul usul not etme telaşına düşmüştüm. Ancak bu sefer olmadı, yapamadım!. Günlerdir ısrarlı bir şekilde uğraşmama, didinmeme rağmen üzerine bir şeyler yazmayı planladığım bu elim fotoğraf benimle iletişime geçmeyi nedense tümüyle reddetti. Böylece amatör yazı hayatımda belki de ilk defa fotoğrafların bana anlattıklarını değil de; benim fotoğrafa anlatacaklarımı kaleme alacağım bir yazının okuyucuya aktarılması söz konusu oldu.

Aslına bakılırsa hem Selahattin Demirtaş hem de Osman Kavala “kareli ceketli badem bıyıklı” yağma organizasyonunun siyasi birer aparatı ya da medyatik şakşakçıları olmayı kabul ederek kamunun yağmalanması konusunda tıpkı şimdilerin anlı şanlı, “yerli ve milli” milliyetçileri gibi “üç maymun”u oynasalardı eğer, ki bu siyasi ya da ekonomik tercihi kimselere hesap vermeden çok kolay bir biçimde yapabilirlerdi, sizlerin de gayet iyi tahmin edeceği üzere bu rezil pankartta kendilerine dair yazılanların bu sefer tam tersi yazılarak kıymetli SeloCan ve Osman Bey’lerin güzel Ordu’larına teşriflerinden bahsedilip bu olası ziyaretten gönül dolusu gurur duyulacaktı!

Benzer haberler

Ancak onlar sonunda “terörist” ya da “Sorosçu” olarak damgalanma pahasına da olsa kin ve nefret yüklü bir otokratik tek adamın zamanla suç ve günah şebekesine dönüşen ceberut düzeninin ne yandaşlarından ne de paydaşlarından birisi olmayı kabul ederek bu kirli ve ırkçı rejime sonuna kadar direndiler, hakkın ve hakkaniyetin, doğrunun, iyinin ve güzelin yanındaki o ışıltılı mevzilerinden tüm kahpe, tüm vahşi saldırılara rağmen bir gün bile, bir an bile ayrılmadılar.

Sonunda ölüm de olsa gayet eminiz ki hiçbir zaman da ayrılmayacaklar. Dolayısıyla, memleketin taşının toprağının yüreği Türk parasıyla beş kuruş dahi etmeyen malum ihale çeteleri tarafından parsel parsel yağmalanırken sesleri zinhar çıkmayan, bu açık soygun karşısında yıllardır ısrarla ve inatla “ölü taklidi” yapan bazı milliyetçi-vatansever arkadaşlarımızın bu iki yiğit insanla dertlerinin aslında ne olduğu konusunda hiçbir şüphe istihdam etmiyoruz. Cesaretiniz varsa eğer, gelin her şeyi üstelik tüm çıplaklığıyla açık açık konuşalım hadi. Bu insanların sizin o lanet gözünüzde bu kadar kolay terörist ya da Sorosçu yapan temel etkenin, yakıtını kamu bütçesinden alan bu hırsızlık düzeninin her ikisi tarafından da ısrarla ifşa edilmesinden ve bu düzeni tümüyle yerle bir edebilme potansiyellerinden kaynaklandığını fark etmediğimizi mi zannediyorsunuz? Bu sarih gerçeği çeşitli maddi gerekçelerle ya da kaygılarla kendinize itiraf etmeye cesaret edemediğiniz için de yıllardır onları çeşitli iğrenç ve tabii haksız sıfatlarla yaftalayarak artık tümüyle örselenmiş, tükenmeye yüz tutmuş ruhunuzun kırışıklıklarını bu sayede ütülemeye çalıştığınızı bilmiyor muyuz sanki?

Tabii ki biliyoruz, tabii ki farkındayız. Ancak size bir sır vereyim mi erenler, ne kadar ütülerseniz ütüleyin vatan millet sevdasıyla yanıp tutuştuğunu övünerek iddia ettiğiniz o ulvi ruhlarınız hiçbir zaman ütü tutmayacak, bakın göreceksiniz. Zira babası evden apar topar götürülürken ve ne yazık ki hala da o eve dönememişken ”Baba gitme!” diyerek bizi bizden eden minik Dilda’nın o çocuk göz yaşlarıyla birlikte Osman Kavala’nın kıymetli eşi Ayşe Hanım’ın o uzaklara çok uzaklara giden durgun bakışları kurbanının peşine düşmüş sinsi bir katil gibi sizin peşinizi hiçbir zaman bırakmayacak.

Hulasa, sadece o güzel Ordu’nuzu değil, memleketin tüm caddelerini, tüm sokaklarını bu rezil pankartlarla donatsanız bile ırkçılığın ve mezhepçiliğin o korkunç bataklığında umarsızca çırpınmaktan, çırpındıkça da diplere doğru çökmekten asla kurtulamayacaksınız! Asla.

/Ağustos 2022, Adana Tüm siyasi tutsaklara özgürlük./

İlginizi çekebilir